Bizim büyük edebiyat fak!

Size ülkemizin herhangi bir edebiyat fakültesinden sesleniyorum. Burada zihni işkenceye eğitim diyorlar...

Size ülkemizin herhangi bir edebiyat fakültesinden sesleniyorum. Pardon Türk dili ve edebiyatı fakültesi. Kısaca Edebiyat Fak diyenler de var. Burada duvarlar kalın ve çift camlar ses geçirmiyor. Müfredatın burun direklerini kıran keskin küf ve rutubet kokusuyla yaşamayı öğrendim. İlk başlarda zor oldu. Alıştım da diyemem... Ama sayılı günler işte. Geçmesini bekliyorum, bekliyoruz. Buraya düştüğüm günden bu yana üç yıl yedi ay geçti. İyi hâlden salıverilmem için bir ay daha var. Ama öncesinde fakülte yönetiminin isteklerini yeri getirmeliyim; motamot, harfiyen, kelimesi kelimesine. Önümüze bir kâğıt koyuyorlar. Kâğıtta çoğu zaman soru oluyor, bazen sadece kusmuğu hatırlatan karalamalar. Gerçeği bilsen de yazamazsın, doğruyu bilsen de görmezden gelmelisin. Burada kural budur; sana patates verildiyse patates istenir, patates alıp cips verirsen ezerler seni. Burası edebiyat fakültesi burada her şey gerçek! Olsun biz yine de fakültemizi seviyoruz. Bize çoh şey öğrettiler burada. Ahmed Mithat öğretti, Nihal Atsız öğretti. Millî Edebiyat öğretti. (Yayıncı notu; fakülte yönetimi mektupları okuduğu için son övgü cümlelerinin yönetimin sansürüne karşı yazılmış olduğu bilgisini aldık.)

Size buraya düştüğüm ilk günden başlayarak anlatayım. Daha kapıdan girerken bir tuhaflığın olduğunu anlamıştım zaten. Babam kendi elleriyle beni idareye teslim ettiğinde henüz ehliyet alabilecek yaşta bile değildim. Kapıda kayıt için geldiğimizi söyleyince birileri kolumuzdan tutup bizi bodrum katına sürüklediler. Yüzlerce insan kayıt için sırada beklerken ebeveynleri evrakları yelpaze olarak kullanıyordu. Baba sen git, dedim. Yaşlı adamdır, yüreği dayanmaz diye düşündüm. Babam tutup eylül darbesinde yaşadığı işkenceleri anlattı. Beterin beteri var, dedi. Az dayan. İşkence günlerini hatırlatır hatırlatmaz ağladık, sesli. Diğerleri de sanki bir kıvılcım bekleyen orman yangını gibiydi, ağlamaya başladılar. Yarabbim biz ne günah işledik de bu Ömer Seyfettin heykeli bize parmak sallıyor.

Fakülte yönetimi notumuzu kırmaya hazır ve nazır. Hiç unutmam, Rıza vardı, Kahramanmaraş’tan düşmüştü buraya. İçeriye Nâzım Hikmet şiirini bağıra çağıra okuyarak girdi. Bölüm başkanı hemen ismini not aldı. Notu kırdılar önce, ceza da kestiler. Firar etmeye çalıştı. Başardı da. Babası kulağından tutup geri getirdi. İki sene daha uzayacakmış. Af maf da yok artık eskisi gibi. Neyse kaydım alındı. Numara verildi bana. Yutkundum. Artık dönüş yoktu. Bizi altı kişilik koğuşlara aldılar. Eğitimin ilk günleri. Burada zihni işkenceye eğitim diyorlar. Elime kim tutuşturmuşsa hatırlamıyorum, Thomas Bernhard’ın Don kitabı var. Başta inkâr ettiysem de sonra kitabın bana ait olduğunu itiraf etmek zorunda kaldım. Hoca (işkenceci) neden benim kitabım değil de Thomas, dedi. Onun cinaslı, zengin kafiyeli şiir kitapları vardı. İyi polis rolü oynayarak bana yaklaştı sonra. Başka kimleri okuduğumu, sordu. Ben ise kısık sesle aman kimse duymasın diye üç buçukla, sıraladım. Buraya düşmeden önce avangart olduğumu söyledim hâşâ, şimdi şükür ki millî... Borges, Alfred Jarry, Vonnegut. Türkçe yazanlardan kimi takip ettiğimi sordu. Aslında Mehmet Kaplan’a inanmadığımı söyledim. Tabii ki aramızda kalacaktı bu. Yani bana öyle demişti. Hele de Ali Canip Yöntem hakkında söylediklerimin bir gün başıma dert açacağını bilemezdim. İşte o hoca beni odasına çağırdı bir gün. Rapor masasındaydı, kovulmam ya da en iyisinde iki sene daha yatmam için sadece bir imzası gerekliydi. Ama bir şans daha vermeye hazırdı. Listeyi elime verdi. Gidip anlaşmalı ve ortaklık kurduğu kitap evinden bu listeyi almamı emretti. Gittim aldım. Sağ olsun okumam konusunda çok baskı yapmadı. Özetlerini de okuyabilirmişim. Buna sevindim. Sonra elimden tuttu. Beni Ziya Gökalp Türbesine götürdü. Tövbe ettirdi. Tövbe ettim. Ondan pasajlar okudum. Işıklarını ezberledim. Oradan fakültenin merkezinde olan Yakup Kadri Karaosmanoğlu Külliyesine gittik. Burada da tövbe ettim, Nihal Atsız Hamamında kırk tas su dökündüm. Arındım. En son Halide Edip Adıvar Çesmesinden su içirtti. İçimdeki tüm yabancı akım ve yazarlardan arınmıştım. Artık hece ölçüsüyle yemek yiyordum. Aruza ve kalıplarına dil uzatanları öldürebilirdim. Beş Hececiler’e, özellikle de Orhan Seyfi Orhon’un Cebrail aleyhisselam olduğuna inandırılmıştım. Mehmet Âkif tartışmasız peygamber. Yahya Kemal yalancı peygamber. Halit Fahri Ozansoy’u rüyalarımda nurlar içinde görüyordum. Faruk Nafız Çamlıbel, Yusuf Ziya Ortaç, Enis Behiç Koryürek’in dövmelerini yaptım koluma. Yeni lehçe, şive, ağız ve alfabeler de öğrenmiştim. Osmanlıca bunların başındaydı. Beynimde Uygurcaya yer kalmayınca lisede okuduğum Yaşar Kemal, Orhan Kemal ve Aziz Nesin kitaplarını sildim beynimden. Zaten üç sene yedi ay boyunca bunların ismi dört defa geçmiş değildi. Yedi Meşaleciler için de yer açmam gerekiyordu. Annemin adını silip Kenan Hulusi Koray’ı ekledim, kardeşlerim yerine de diğerlerini.

Çok ender olsa da hayata izinli çıkabiliyorduk. Bir kitabevinin önünden geçtim. Vitrinden adını fakülteden duymadığım yazarlar gördüm. Çeviri edebiyat. Genç yazarlar. Dergiler. Tüm işaretler geçmişime yönelikti. Beynimi iyi yıkamışlar. Hiçbir leke kalmamıştı. O zaman, özgür zamanlarımda okuduğum bir yazarın Nobel aldığını gördüm. Hem de dilimizde. Üzerinden yedi ay geçmesine rağmen fakültede hiç konuşulmamıştı. Cesaretimi toplayıp baş hocaya söyledim bunu. Sizin üstün çabalarınız sayesinde dilimiz edebiyatı Nobel kazandı, dedim. Katkıları için teşekkür ettim. Öyle bir şey yok, dedi. Bizim edebiyatımız Halide Edip’le bitti, dedi. Ama dedim. Yoksa sen kitap mı okuyorsun, diye tersledi. Birden müfredat harici kitap okumanın yasak olduğunu unutmuşum. Yok, dedim, televizyondan gördüğümü söyledim. Fakültemize göre renkli televizyonların henüz icat edilmemesi gerekliydi. Özür dileyerek çıktım.

Neyse ki son bir ayım kalmıştı. Edebiyat Fak! Sabır çektim. Iyykk oldum.