İşini önemsemek

Enis Batur'dan Osman Çakmakçı'ya mektup...

01 Eylül 2016 16:15

Sevgili Osman Çakmakçı;

“Enis Batur hâlâ Türkiye’nin en avangard şairi ve yazarıdır” saptaman her ne kadar gönül okşayıcı olsa da doğru değil: Ben hiçbir zaman avantgard bir şair ve yazar olmadım, unutma: “Türkiye’de Avant-garde Yoktur” (19 93) başlıklı denemenin yazarıyım!

Yoktur, çünkü olamaz(dı): Bizim ne dilimiz, ne edebiyatımız merkezdedir, Dünya’yı ölçek alırsak ― ki nereyi alalım? Ve avantgard hep merkez(ler)in ucundan doğmuştur, son bir buçuk yüzyıl içinde. Biz o uçlardan birini oluşturmuyoruz (oluşturamazdık), koşulumuz çevrel; kültürel anlamda da.

Bu yaklaşımımı, gelgelelim, özgün ve önemli işler üretemeyiz anlamına bitiştirmemek gerekir. Bugün bir avangardın varlığından sözedilebilir mi emin değilim; ama olduğu dönemlerde epitopu bir bölge oluşturmuştur: Önemini bilelim ama büyütmeyelim. Dada hareketi yakıcıydı hiç şüphesiz, aynı anda Valéry -sözgelimi- Mösyö Teste’i yazıyordu, daha az yakıcı mıydı?

‘Önemli ve özgün iş’ çıkarmanın, en azından Asrî Zamanlar gözönünde tutulduğunda, merkezde yaşamakla bir zorunluluk bağı taşımadığı, coğrafya tanımazlığından belli: Kavafis, Pessoa, Sadık Hidayet, Dazai, Wietkiewicz, Ekelöf, Paz, Adonis, Holan… hepimizin tanıdığı, değer verdiği isimlerden yalnızca birkaçı. Bizim edebiyatımız da bir dolusunu içerir: Asâf Halet Çelebi’den Necatigil’e, Vüs’at O. Bener’den Metin Eloğlu’na, Hulki Aktunç’tan Cahit Zarifoğlu’na.

Öte yandan, o iki sıfat, ‘önemli’ ve ‘özgün’ alabildiğine müphem içerikler, görecelikleri nedeniyle, taşımıyor mu? Biliyorsun, ikidebir Gombrowicz’in Dante’yi şişirilmiş bulduğunu belirttiği metnini anarım; aynı metni ölene dek yanında taşıyan, yere göğe koyamayan birisiyse Beckett. Anlaşma sağlanamayan bir alanda eyliyoruz, zemin çünkü buzdan.

Masa(lar)da geçen yazı yaşamı(m) bana, eğri doğru, bazı sanılar, bazı kanılar taşıdı zaman içinde. Yanılıyor olabilirim tabiî, biliyorum, bizi yanılmak bilmeyenlerden koruyacak bir tanrıya rastlamadım geçmişin kataloglarında. Dolayısıyla, eriştiysem, eriştiğim kadarını ciddiye almak çarem oldu, kaldı. Görebildiğim: Kişi işini önemsemeyi usul usul öğrenmeli. Bu, durmadan yaptıklarından şüphelenmeyi getirir. Bir de, işini önemsemek kendini önemsemek hiç değil: Bugün yerküre nüfusu 7 milyarın üstüne çıktı, Ölüm’ün nüfusunun yaklaşık 110 milyar olduğunu ileri sürüyor bilim tarihçileri, Homo Sapiens’ten bu yana geçip gidenler. Evren’e gitmiyorum: Herbirimiz, olsun topluiğnebaşı.

Bir kere buraya düşmüşüz ama. Varlığımızın beyhudeliğini anladığımızda çekip gitmeyi seçmeyi başaramamışsak, hep aynı cümleyi kurageliyorum: İşimize bakacağız. İşimiz, herşeye karşın, Hayat’ın ve hayatımızın biriki odağı arasında ― diyorum.

İşini önemsemek, peki, nemene bir (üst) iş? Ben konuyu Gülten Akın’ın ünlü ama başkalarınca gereğince sindirildiği tartışılır “Ah, kimselerin vakti yok / Durup ince şeyleri anlamaya” dizeleriyle Behçet Necatigil’in Alangu’nun bir sorusuna verdiği kısa (ama dize ayarında) karşılığı gide gele tartmaktan yana oldum hep: “Asla, kimseler fark etmedi”.

Bu iki şiirsel önerme çakışmıyor belki, aynı kaygılı gözlem kaynağından gelseler de. Çakışan bir tek öge görüyoruz: “Kimseler”.

Her iki önermenin “ben”i örtünmüş, apaçık kendini açığa vurmadan dile gelmiş; gelgelelim, öteki-ler karşısında buluştukları o öğeden belli.

İyi güzel de, “kimseler” kim?

Kelime, tekil halindeyken tekinsiz: Gündelik dildeki kullanım alanından (“Kimse yok mu?”) felsefî kavram (“Persona”nın bir karşılığı) olarak işlenişine, pekişmeli (“hiç kimse”), sonekli (“kimsesiz”) uzantılarına dil ürpertiyor. Ferit Edgü’nün güçlü romanı Kimse’yi ayırırsak, yazın ve düşün dünyamız neredeyse gözünü kaçırmayı yeğlemiş ondan. Gene de, sıkı çalışılırsa, Türkçe yazılmış şiirlerde tuttuğu yeri sorgulayabileceğimiz bir ‘saklı güldeste’ye toplanabilir kimi örnekler.

Çoğul haliyle, başka: “Kimseler” bulanık bir demografi terimi niteliği taşıyor. Necatigil’de “hiç kimse”yle eşanlamlı, Gülten Akın’da büyük çoğunluğu (“happy few”un tersini) temsil ediyor. “Kimseler”, yakınımızdan gözalabildiğine uzağımıza bütün ya da hemen hemen bütün: Eşhas.

Şimdi, iki şair de aynı noktada iyi-kötü birleşiyor: Şiirin etrafında ince şeyleri anlamaya vakti olmayan, onları farketmeyen kimseler var. Bunu bile göre işlerini sürdürdüklerini gösteriyor yazdıkları. Böylesi yazı, kimsesizlerin işi. Giderek, kimse için öncülük taslamanın, gülünç düşme heveslisi olmadıkça, âlemi kalmadığı eklenebilir.

Kimin için, öyleyse, önemseyeceğiz “iş”imizi. Dosdoğru, yalpalamadan söylemeli: Kendi-miz için. Ben, namuslu yaşamak sorununun herhangi bir dinle, bir toplumsal ahlâk platformuyla zorunlu bağlantısını görmeyenlerdenim: Namus, bana benim için gerekli. İş namusu da: Bir iç namus konusu. Onu hakkını vererek, göznuru harcayarak, yolda oraya buraya çarpmaktan kan içinde kalmayı hesaba katarak yerine getirmek.

Kaldı ki, iki şair de bana sorulursa hepten ıssız bir çölde yaşanmadığını biliyorlardı, burada değilse oralardan birinde, şimdi değilse bir başka zaman kimseler vardı(r), olacaktı(r), diye düşünmüşlerdi(r).

Bizimkisi, sonunda, bir arayış, bir yoklama, bir didikleme, bir kayboluşla buluş arası gidip gelme, bir utkuyla bozgun arası bölünüş, bir inceltme, bir yontma, bir yanılma ama bir direnme, pes etmeme uğraşı: Nisyan ve isyan, birarada, içiçe.

Bunları sana, sancılarının derinliğini bilerek yazıp iletmek istedim.

 

 

Haziran-Temmuz 2016