İki yazar, bir (yüz)yıl: Joyce ve Eliot

"Joyce, Homeros’un metnini gerçekten ‘devrimci’ bir kanavaya oturtur... Dil plastiğinin modern bilincin en önemli kurucu öğesi olduğunu o tarihte yakalamıştır.  Eliot’un metni ise bugün bize muhafazakârlığın modern bir kavram olduğunu yeniden öğretiyor. Modern-muhafazakâr bir eser Çorak Ülke. Joyce’un delimsirek, ve metni de okuru da çıldırtan, hatta yıpratan ‘genç’ arayışlarına karşın Eliot ‘yaşlı’ bir sestir."

01 Aralık 2022 22:30

Üstümde neredeyse hayatım boyunca devam eden etkisiyle ve tam da bu yıl 100. yılları olması hasebiyle iki yapıttan söz edeceğim 2022 biterken.

İlki, James Joyce’un, Leopold Bloom adlı kahramanının Dublin’de geçirdiği 16 Haziran 1904 gününü anlatan Ulysses adlı romanı. Diğeri, anlayan anlamıştır, şairinin il miglior fabbro (muhteşem usta) diye tavsif ettiği büyükler büyüğü Ezra Pound’un düzelttiği, kesip biçtiği haliyle yayınlanan ve hemen dünya edebiyatında bir köşe taşı niteliği kazanan T.S. Eliot’un, dilimize “Çorak Ülke” diye çevrilen uzun şiiri, “The Waste Land”.

Evet, her iki yapıt da 1922 yılında basılıyor. Fakat geçmişleri var elbette. Joyce kitabını 1918-1922 arasında oluşturuyor ve metin parçalar halinde Amerika’daki dergilerde yayınlanırken müstehcenlikten yargılanıyor. Kitap olarak Paris’teki, hâlâ yerinde duruyor, Shakespeare & Co yayınevinin sahibi Sylvia Beach tarafından yazarın 40. doğum gününde, 2 Şubat 1922’de 1.000 kopya olarak basılıyor.

Eliot, eşinin ve kendisinin ruhsal sıkıntıları nedeniyle çalıştığı bankadan izin alıp (sonradan ayrılacak ve yaşamının sonuna kadar çok önemli ve ünlü Faber & Faber yayınevinde danışmanlık/editörlük yapacaktır) İsviçre’ye bir kliniğe giderken Paris’ten geçmektedir. Yapıtı elindedir. 1921’de yazdığı metni Pound’a verir. Ustanın müdahaleleri sonrasında şiir önce editörü olduğu Criterion dergisinde, (Ekim 1922) sonra Amerika’da The Dial’de (Kasım 1922) yayınlanır. (Bu yayınların öyküsü uzundur. Criterion neyse de, Dial’ın verdiği parayı beğenmez ve diretir. Sonunda o yıl için verilen ve iyi bir para miktarı da içeren bir ödülün Eliot’a verilmesi şartıyla şair kabul eder yayını.)

Eliot’un şiiri değil de Joyce’un romanı hakkındaki efsaneler bitmez. Zaten yazar da kitaba edebiyat hocalarını asırlarca meşgul edecek kadar bilmece doldurduğunu söyleyecektir. Bu bir yana, kitabın her baskısında hatalar mevcuttur. Nedeni Joyce’un bilerek yanlış yazdığı bazı sözcüklerin dizgiciler tarafından ‘düzeltilmesi’, buna mukabil bazı sözcüklerin de yanlış dizilmesidir. Müteakip baskılarda bu defa bazı yanlışlar düzeltilecek, bazı yeni yanlışlar yapılacaktır. (Nihayet bir ‘definitive’ metin yayınlandı.) Ayrıca her yıl 16 Haziran günü Bloom günüdür. İnsanlar Dublin’de bir araya gelip roman kahramanının uğradığı mekânları gezerler.

İki kitap da modernist edebiyatı kurmuş, tepeden tırnağa belirlemiş, bugüne değin devam eden tartışmaları başlatmıştır. Neyin ortaya çıktığını anlamak için sadece yukarıda andığım Criterion dergisinin çabalarına bakmak yeter. Bu etkili dergide Eliot, hâlâ müracaat edilen ve ilk kez modern edebiyatın İngilizcedeki en önemli dergilerinden sayılan The Egoist’te 1919 yılında yayınladığı ‘Gelenek ve Bireysel Yetenek’ makalesinde öne sürdüğü din, ahlakçılık, klasisizm, geçmiş birikim konusundaki görüşlerini savunur. Dergi modern edebiyatın yıldızları olan adların ürünlerini basar. Proust’u, Pound’u, Yeats’i, Woolf’u sunar. Yeni çağda onlarca yeni akımın gövdesine oluşturacağı modernlik bu dergide de kapıyı zorlamaktadır.

Bu meyanda üç edebiyatçı öne çıkacaktır: Pound, Joyce, Eliot. Bunlar kurucu ve çığır açan isimlerdir. Üçünün de ortak noktası gelenekten ve klasik birikimden yararlanmaktır. Pound çabasını dilimize Efe Murad Balıkçıoğlu’nun çevirdiği Kantolar’da, diğer iki yazar da andığımız yapıtlarında ortaya koyacaktır. Geçerken belirteyim: Pound müthiş bir karakterdir. Sadece Eliot’a değil, değineceğim gibi Joyce’a da müthiş katkılarda bulunmuştur.

Farklı kitapları elbette vardır ve hepsi çok önemlidir ama üç sanatçı da birer yapıtıyla özdeşleşmiştir. Pound’un Kantolar’ını aşacak yapıtı zaten yoktur. Joyce’un daha sonra 1939’da yayınlayacağı Finnegan’s Wake isimli romanı Ulysess’i yakalar, kimilerine göre aşar. Ulysses modernizmin kurucu metni kabul edildiği gibi Finnegan’s da post-modern açılımların kaynakları arasında sayılır. Gene de Ulysses’in yeri başkadır. Eliot da benzeri bir konumdadır. 1940-42 arasında yayınladığı Four Quartets isimli dört uzun parçadan müteşekkil büyük şiirinde benzeri temalar etrafında döner, eser çok etkileyicidir ama “Çorak Ülke” başka bir çığırdır.

***

Bu ‘paraphernalia’yı dışta tutarak 100. yılını kutladığımız bu metinlere biraz daha yakından bakalım.

Her şeyden önce 1920’ler daha doğrusu 1900’le birlikte başlayan dönem üstünde düşünmek gerek. 1922 o kadar da erken bir tarih değil aslında. Örneğin, 1907’de Picasso, Avinyonlu Kızlar tablosunu yapmış. Onun ‘elmalarından doğduk’ dediği Cezanne’ın 1879 yılında öldüğü düşünülürse niye 1922’nin o kadar da erken bir tarih olmadığı anlaşılır. Hatta Proust bile 1922’de ölmüştü. Devam edelim: insani ve toplumsal duyarlılığa yeni ve kesin boyutlar getiren Baudelaire 1867’de terk-i dünya etmiş, adıyla bile çığır açan kitabı Kötülük Çiçekleri 1840’ta yayınlamıştı. Daha da önemlisi, İzlenimcilerin yapıtlarına bakıyor ve ‘modern yaşamın ressamı’ olarak nitelendirdiği bu ressamlar hakkında (ve genel olarak ‘modern yaşam’ hakkında) yazdıklarını 1863’te yayımlıyordu.


Pablo Picasso, Avinyonlu Kızlar, 1907.

Tüm bu yapıtlar için öne sürülecek tek husus modernliğin kurucusu olduklarıdır. Büyük çoğunluğu 19. yüzyılın son çeyreğine doğru belirmiştir. Uzatmadan söyleyelim, modernlik bir 19. yüzyıl ikinci yarısı hareketidir. Modernlik kavramını neredeyse ideolojik, hatta doktriner bir modernizm kavramıyla değiştiren hamleler 20. yüzyılın başında gelişir.

İki öncü çıkıştan ve bir ‘ara-yüz’den söz etmeliyim. Ara-yüz dediğim Freud’un 1900 tarihli Rüyaların Yorumu isimli kitabıdır. Kitabın diğer teknik önemi bir yana, temel meselesi görünen ve kabul edilenin arkasındaki anlamın keşfiydi. Freud rüyaları yorumlayarak gerçekliğin göreliliğini ve öte-anlamlarını somut bir yasaya dönüştürüyordu. İkincisi, o tarihlerde doğrudan entelektüel dünyanın ilgisini çekmese de zeitgeist bağlamında karşılık bulan görelilik kavramıdır. Einstein’ın 1905 tarihli Özel Görelilik Kuramı’nın açtığı çığır kategorik olanın reddiyle sonuçlanacaktı. Freud’un anlayışıyla Einstein’ın yaklaşımı çok farklı kategoriler olsa da yarattığı bilinç durumuyla örtüşür, hiç değilse kesişir. Üçüncü ve son ama sentez diye görülebilecek çıkışı Picasso şu 1907 tarihli Avinyonlu Kızlar tablosuyla yapar. Yıllarca Picasso’nun atölyesinde duvara dönük duran, gören herkesi ürküten yapıt çoklu-perspektif anlayışıyla yapılmıştı ve görelilik ve öte-anlam boyutlarını içeriyordu.

Derken devrimlerden söz etmek gerek. 1905 Rus Devrimi, 1908 Jön Türk Devrimi ve nihayet 1917 Rus Devrimi 1922’yi haydi haydi ‘gecikmiş’ bir tarihe dönüştürecekti. Özellikle 1915-1925 arasındaki sanat, Malevich’in, El Lissitzsky’nin, Rodchenko’nun, Tatlin’in çıkışları karşısında 1922’nin getirdikleri gerçekten de Avrupa’nın yaşlı kültürünün uzantısıdır. Genç Avrupa Rusya’da, hatta Nâzım Hikmet’le, Muhsin Ertuğrul’la Türkiye’dedir.

Avrupa ise özellikle Bergson’un 1889-1896 ve 1907 tarihli üç kitabıyla zaman konusunda bir bilinç bulanıklığı yaşamıştır. Bu karmaşanın ilk evresi Proust’un yapıtıdır. Proust buhranı hafifletir mi yoksa alevlendirir mi sorusu doğrusu sorulacak sorudur. (Nitekim Bergson bizde de önce ‘élan vital’ kavramıyla Kurtuluş Savaşı’nın ilerici, ‘genç’ hamlesine katkı sağlamış ama ardından çok sevdikleri ‘içgörü/intuition’, ‘süreklilik/temadiyet’ gibi kavramlarla muhafazakârların tayin edici ismi olmuştur.) Yine de zaman-bellek-an/şimdi 1922’de başka bir dönüşüm içindedir, çünkü Freud bilincin dışına açmıştır Avrupa’yı. Bu yönelimin en ciddi sonucu Sürrealizm olacaktır. Sürrealizmin bilinç diye bir meselesi yoktur, tepeden tırnağa bilinçdışı ve öte anlamlarla ilişkilidir ki, gidip o güne kadar adı sanı unutulmuş, hatta hiç bilinmeyen Rimbaud’yu bulup çıkarması tesadüf değildir.

***

Joyce’un dünyayı altüst eden yapıtı bu noktada biçimlenir. Başlangıçta Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portresi’ni, bu nefis ama elbette klasik sayılabilecek metni yazan kalem şimdi bambaşka bir denize açılmıştır. Joyce bir sürekli gönüllü ve zorunlu sürgündür. Önce, Ulysses romanının geçtiği gün olan 16 Haziran 1904’te tanıştığı karısı Nora’yla Trieste’ye göçer. 1914’te savaş çıkınca bu defa Zürih’e yerleşir. İlginç olan Zürich’te, Cafe Voltaire’de ağır sağlık sorunlarıyla boğuşan ve ciddi bir içici olan Joyce’un Dadacılarla tanışmasıdır. (Muhtemelen Cafe Odeon’da yine sürgünde olan Lenin’le tanışmıştır.) Kısacası, Joyce modernizmin bilincindedir. Üstelik 1920’de Paris’e gitmiştir ve modernizmin adeta fokurdadığı şehirde tıpkı Eliot’un Çorak Ülke’sinin yayınlanmasına büyük katkıları olduğu gibi, yine önceki yapıtlarını yayınlaması için müthiş bir çaba harcayan Ezra Pound’un ve kitabını yayınlayacak Sylvia Beach’in yardımıyla derhal o çevrelerle içli dışlı olmuştur.

İlk girişimleri 1914 yılına geri gitse de Ulysses bu bağlamda biçimlenir. Temel kaynağı Homeros’tur ve Joyce bu ilk ozana ve destanına çocukluğundan beri düşkündür. Ulysses’in yapısıyla Odysseus bakışımlıdır. Joyce’un Homeros’un metnini ‘Hamlet’ten, Don Quixote’den, Dante ve Faust’tan’ daha insancıl bulduğunu biliyoruz. Ulysses’i bir ‘pasifist, baba, seyyah, müzisyen ve sanatçı’ olarak görüyordu. Kendi yazdığı kaotik kitapta da başkahraman benzeri özellikleri taşır. Fakat iki önemli özelliği vardır.

Birincisi, Joyce zaman meselesine çok farklı bir bağlamda ve kronoloji olarak geri döner: roman tek günde cereyan eder. Bu Homeros’un yıllar süren macerasına da Proust’un dev eseri (ve ‘esiri’) Kayıp Zamanın İzinde’ye de bir cevaptır. İkincisi, bu kronolojik zamanı bilinç zamanına dönüştürür. Roman zamanların zihinde, zihnin zamanlarda dolaşmasıdır. Doğrudur, Proust istençsiz bilinç kavramıyla kapıyı aralamıştır ama Joyce, Freud psikanalizinin modus operandi’si olan bilinç-akışını bir yazınsal tekniğe dönüştürmüştür. Böylece anlatı zamanı ‘plastifiye’ etmiştir. Alttan alta işleyen klasiğin mevcudiyeti ise bonus’tur. Joyce edebi anlatıya büyük bir katkıyla modernizmin eşiğinden geçmiştir. Buna mukabil hayatının sonuna kadar İrlanda’daki yerel politikayı yakından izleyen Joyce, edebiyatına politikayı hiç taşımamıştır.

Geçerken bir noktayı daha belirtelim: Joyce, hiçbir şeyin metnin dışında kalmadığını ilk kez mekanik düzeyde sezen yazarlardandı. Bu nedenle de metnini bir diller karmaşası olarak biçimlendirdi. Ulysses’te belli bir oranda tutulmuş bu anlayış (ki, şizofreni teşhisi konmuş kızını tedavi eden psikanalist Jung bu kitabı da şizofrenik bir metin olarak nitelendirmişti) Finnegan’s’ta çıldırtıcı bir düzeye ulaşır. Görsel sanatların ancak 21. yüzyılda yakaladığı bir özellik, düşüncenin bile yapıt olabilmesi, bu kitapta, yazarın kaleminden çıkmış her şeyin metin olması şeklinde somutlaşır. Kitabı vücuda getiren ana özellik budur. Dolayısıyla Joyce Genç Adam’dan Ulysses’e, oradan Finnegan’s’a gelirken romandan anlatıya geçiyordu.

Joyce, Homeros’un metnini gerçekten ‘devrimci’ bir kanavaya oturtur. Kör şairin kurnaz Odysseus’u şimdi Dublin sokaklarındaki Bloom’dur, Penelope karısı Molly’ye dönüşmüştür. Joyce’un alter-egosu Stephen Dedalus ise oğul Telemakos’tur. Kitabın daha 1960’ların sonunda Murat Belge’nin çevirip Yeni Dergi’de yayınladığı son bölümü ise bilinç-akışı tekniğinin doruğudur.

Bu kapıdan Faulkner ve Woolf geçecek, onları da koca bir dünya edebiyatı izleyecektir. Joyce dil plastiğinin modern bilincin en önemli kurucu öğesi olduğunu o tarihte yakalamıştır. Yetinmeyecek, bir metindeki ‘enigmatik’ yapının getirdiği açılımların lineer anlatımın ötesindeki gerçekliklere denk geldiğini saptayacaktır.

Georges Perec gibi bir yazarın 20. yüzyılın ikinci yarısında o çizgiden doğduğu anımsanırsa, yani Yapısalcıların tabiriyle ‘metin olarak metnin’ gerçekliği ve önemi düşünülürse, Joyce’un edebi olanı ebediolmaya dönüştüren başarısının nedenleri anlaşılabilir. Modern romanı bin türlü farklı öğeyle tanımlamak mümkündür ama Joyce’tan sonra roman asla eski roman olmamıştır. Freud’un serbest çağrışım tekniğiyle ve Rüyaların Yorumu’nda getirdiği bakış açısıyla yarattığı katkının Joyce’u etkilediği muhakkaktır, fakat Ulysses’ten sonra insan bilincinin dahi eski dinamikleriyle tanımlanamamasını psikanalizin kurucusundan çok gözleri hasta bu edebiyatçıya borçluyuz.

***

Eliot, Joyce’tan farklıdır. Daha yerleşik bir insandır. Amerika’nın güneyinde 1888 yılında dünyaya gelir, Joyce’tan altı yaş küçüktür. Fakat Joyce’un bin türlü hastalıkla, en fazla da körlükle boğuştuktan sonra 1941’teki ölümüne karşılık 1965’e kadar yaşayacaktır. Zengin, askerî bir geçmişe sahip, dindar bir aileden gelir. Harvard’da eğitim görür. Antik dilleri, Avrupa dillerini öğrenir, edebiyat okur ama felsefe doktorası yapmaya başlar. Öğrendiği diller arasında Bülent Ecevit’in de çok ilgi duyduğu Sanskritçe vardır. (Ecevit yıllar sonra Eliot’un “Dört Kuartet”inden ‘Burnt Norton’ başlıklı ilk bölümünü mükemmel şekilde çevirecektir.) Eliot’un erken döneminde şiirinin oluşmasındaki ciddi etki Fransız Sembolistlerden gelir: Rimbaud, Verlaine, Tristan Corbier… Joyce ise Pound’un başını çektiği İmajistlerle içli dışlıdır.

Eliot daha sonra Paris’e gider, Bergson’un derslerini dinler. Derken önce Oxford’a, ardından Londra’ya gider ve orada Ezra Pound’la tanışır. Evlenir, karısıyla hayatı tam bir zindana dönüşür. Eşi hastadır, kendisi hayatının sonuna kadar sürecek cinsel soğukluk ve bekâret içindedir ama bu mutsuzluğun ona Çorak Ülke’yi yazdırdığını yıllar sonra itiraf edecektir.

Eliot’un Çorak Ülke’yle o ölçüde ‘devrimci’ bir açılım yaptığını söylemek güç. Ne Rus Avangardları ne Kübistler ne de o sıralarda henüz kımıldayan Sürrealistler ölçüsünde yenilikçidir. Tersine, önemi, bu akımların gündeme getirdiği ‘yıkıcılığın’ modern olmak için o kertede zaruri olmadığını vurgulamasındadır.

Eliot, modern insanın yaşadığı bilinç durumunu, içine düştüğü boşluğu, kimlik bunalımı ve arayışını, Weber’in Schiller’den alıp kullandığı deyimle söylersek ‘büyünün bozulması’ (disenchantment) karşısında yaşadığı derin tedirginliği dile getirir. Ayrıca metindeki parça-bütün ilişkisinin kopukluğu Eliot’ta çok eleştirilen bir özelliktir ve onun modern söyleme katkısıdır. Katkısıdır çünkü tıpkı Joyce’un anlatı bütünlüğünü başka bir planda bozması, parçalaması gibi, Eliot da daha tutucu bir anlatımla olsa bile bütünlüğü, uzak çağrışımları içeren kısmen bağlam dışı ama her biri kendi içinde çok yoğun cümlelerle kuruyordu. Bir tür mozaikti Eliot’un metinleri de. Yoksa teknik açıdan bu metnin Mayakovski veya Nâzım Hikmet ölçüsünde yeni olmadığı sır değildir. Gelenek ve klasiğin modernle ilişkisini kuran zihinsel bir metindir Çorak Ülke.

Eliot’un metni bugün bize muhafazakârlığın modern bir kavram olduğunu yeniden öğretiyor. Modern-muhafazakâr bir şiir “Çorak Ülke”. Unutmayalım ki, Eliot 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başının sancısı olan zaman kavramını yerli yerine oturtmak için Bergson’un öğrencisi olmak üzere Harvard’dan Paris’e gitmişti. Bizde de Yahya Kemal’in ve Tanpınar’ın kurguladığı veya sorguladığı doğrultuda süreklilik içinde değişimin nasıl olacağını irdelemekteydi. Aslında bir kök arayışı içindeydi. Joyce’ta çok sarsıntılar içeren bu konu Eliot’ta net bir çizgidedir. O nedenle de Amerikan vatandaşlığını İngiliz vatandaşlığıyla değiştirir. Utilitarian mezhebinden Anglikan kilisesine geçer ve mahallesinin ‘imamı’ (‘churchward’) olur.

Joyce’un delimsirek, ve metni de okuru da çıldırtan, hatta yıpratan ‘genç’ arayışlarına karşın Eliot ‘yaşlı’ bir sestir. Tümüyle Katolik bir arka plan metne hâkimdir ve Eliot bizzat metne eklediği notta Eston’ın Kutsal Kâse (The Holly Grail) yapıtından sadece anlam olarak değil, biçim ve düzen olarak da etkilendiğini, hatta onları alıntıladığını belirtir. Aynı şekilde James Goerge Frazer’ın Altın Dal isimli kitabı da anlatıda mevcuttur, gene Eliot belirtir. Fakat metin esasen Numibyalı Augustine’den, Ovid’den, Eliot’un Avrupa’nın tek klasiği saydığı Dante’den ve tabii Shakespeare’den el almıştır. Öte yandan Budizm ve diğer Doğu felsefeleri bir fon oluşturur metne.


Yayıncı Sylvia Beach ve James Joyce, Beach’in Paris’teki kitabevinin kapısında, 1922.

Şimdi elimde tuttuğum ve kaybolduktan sonra ancak sanırım 1954’te bulunan, üstünde Pound’un kurşunkalemle yaptığı düzeltmeleri taşıyan metnin başında bir alıntı var ve bu Conrad’ın Karanlığın Yüreği romanının meşhur paragrafı, hani şu “korku, korku” diye biten. Kitabın ‘korku’yla ilişkisi daha başlangıçta kurulur. Sonradan buraya kitabı gerçekten daha iyi açıklayan Petronius’un Satiricon’undan bir bölüm gelmiş: Cumae Sibilii’nin sonsuz ömrü bulmasına mukabil hem gençliği bilmemesini hem de ölememenin ıstırabını dile getirdiği bölüm. Şiir, ölmek, sonsuzluk, yeniden doğuş temaları etrafında kurulacaktır.[1]

Kısacası ölüm, vazgeçiş, imgeler, insanın dünyadaki zahiri varlığı konusunda bir metin Çorak Ülke. Mistik bir metin demekte hiçbir sakınca yok. Ayrıca şiir öyle meşhur “Nisan en acımasız aydır” dizesiyle başlamıyordu ilk yazımında. Bu dize ikinci sayfadaydı. Pound gözünü kırpmadan metnin ilk sayfasını atılsın diye boydan boya çizince mısra yapıtın başına yerleşmiş. Büyük editörlük bu işte!

Eliot bu metinden önce meşhur “J. Alfred Prufrock’un Aşk Şarkısı”nı yayınlamıştı, diğer şiirlerle birlikte. Aslına bakılırsa onlarda da ‘modern’ bir tını vardır. Hiç değilse bunca ağır bir mistisizm yoktur. Ama sonrasında bu çizgiden hiç ayrılmayacaktır. Eliot’un, “Çorak Ülke” kadar uzun şiirleri “Kül Çarşambası” (“Ash Wednesday”) hatta “Boş Adamlar”la (“Hollow Men”) bu çerçeveyi tamamlar. “Dört Quartet” ise bir başyapıttır, aynı temaları işler: evrensel varoluş bunalımı, kimlik arayışı, köksüzlük, ölümlülüğün getirdiği melankoli, zamanla yaşanan çelişki, geçen ve kalan zaman. Çorak Ülke’yi bu kavramların şekillendirmesinde Birinci Dünya Savaşı’nın oynadığı rol yadsınamaz. Burada urbs aeterna’nın yani ebedi şehrin kaybının yarattığı etki belirleyicidir. Homo homini lupus yani insan insanın kurdudur (söz Hobbes’un) ama insan bizzat kendisinin de kurdudur. Umut bu bakımdan çok önemli bir kavramdır. Çünkü gelecek düşüncesini soyutlar. Umudun yitmesi bir geleceğin olamayacağı anlamına gelir.

Eliot metinler, zaman ve kuşkusuz Joyce’tan çok uzak biçimde mekân ve bilinçler arasında geçişler yaparken bu gerçeği vurgular: yitim. Hep öyle düşündüm, Joyce daima umut doluydu. Bu yüzden Ulysses’te yer yer ironiye yönelir ve zamanı yoğurur. Eliot muhtemelen karısının erken başlayan ve kendisini bedbaht eden hastalığı ve kendisini saran depresyon nedeniyle umudun daima uzağında kaldı. Metin kültürler arasında dolaşırken de gelip hep aynı kavşağa varır: İnsan şu yeryüzünde korkusuyla mevcuttur. Korku, insanın eliyle yarattığını gene eliyle ortadan kaldırmasıdır. Ölüm bu bakımdan kurucu bir kavramdır. Son varsa ve muhakkaksa insan onu nasıl kavramlaştıracaktır, yok sayarak mı? Eliot’un cevabı çok açıktır: Hayır, çünkü insan doğanın getirdiği bir durum olan ölümü kendi kültürel ve fizik yaşantısının merkezine yerleştirmiştir. Nefis denemelerinde de aynı tematikten hiç kopmaz. Ebediyet arayışı Eliot’un bu çerçevede aradığı gerçeğidir.

***

Modernlik bu zeminlerde biçimlendi. 2022 her iki kitaptan yüz yıl sonra da aynı kavramların etrafında döndüğümüzü, bu kitapları birer klasik metne dönüştüren ana unsurun tam da bu değişmeyen trajedi olduğunu bir daha düşündürüyor. O zaman seçim zor; umutlu Joyce mu, umutsuz Eliot mu?[2]

 

NOTLAR:  


[1] Bu arada belirteyim, bu metnin 1997’de vakitsizce ölen Suphi Aytimur tarafından yapılan çevirisi biraz garip: İngilizcede Sbyil of Cumae denen Cumaen Sibili için “Sibil’i Cumae’de gördüm” diyor. Olabilir, Cumaeli Sibil Cumae’de görülebilir. Orijinal metinde Sibil bir “ampulla” içindeydi deniyor. Buna da “cam şişe içinde” demiş Aytimur ama bu kavram tabii kafes anlamına geliyor. Peki, o da kabul edilebilir ama Samet Köse nasıl oluyor da bu çeviriyi (Everest Yayınları) aynen, evet aynen alıp hiçbir kaynak falan belirtmeden kendi çevirisine yerleştiriyor? Bu çeviriyi yayınlayan yayınevinin editörü de bunu kabul ediyor... Bu çevirideki başka intihal noktalar için bkz. 

[2] Son söz: Ulysses iki kere çevrildi. Nevzat Erkmen ve Armağan Ekici bu zorlu işe girişti. İki çeviriden birini seçmek anlamsız. Öyle bir metin bin türlü çevrilir. Her çeviri bir denemedir. Önemli olan onlar hakkında yazılacak yazılar ve yorumlardır. O konuda çok zayıfız. Eliot daha sık Türkçeleştirildi. İlk büyük emeği Suphi Aytimur verdi. Ama Aytimur’un fazla dikkatli çevirisi ve kültürel birikimi bu metinlerin ruhunu kavradı mı, emin değilim. Yüksel Peker, Cem Yavuz çevirilerine de bakılabilir. Can Yücel tek bir şiir olarak “J. Alfred Prufrock’un Aşk Şarkısı”nı Türkçe söylemişti. Her zamanki gibi nefisti. Samet Köse çevirisi çok kuşkulu bir metin. Böyle bir işe kalkışmasının kökeni, arka planı nedir, bilmiyorum. Bu soruları ancak çok parlak bir çeviri başarısıyla aşabilirdi. Halbuki çevirisi daha ciddi ve yayıneviyle editörünü töhmet altında bırakan sorular getirdi. Anlaşılan Eliot yeni çevirmenlerini bekliyor. Gene vurgulayayım. Ecevit tek bir parçayı çevirdi Eliot’tan şiir olarak. Fakat şairin çok tanınmış manzum oyunu Kokteyl Parti’yi de gene kusursuz olarak çevirmiştir.Burada demir leblebi Finnegan’s Wake’in çevirilerini anmamak olmaz. Onu da Fuat Sevimay ve Umur Çelikyay ayrı ayrı çevirdi. Çeviriler konusunda Ulysses için söylediklerimi aynen tekrarlarım.