Michel Onfray'in Gerçekleşmeyen Gerçeklik: Don Kişot İlkesi ve Jale Parla'nın 45 yıl boyunca verdiği derslerin bir ürünü olan Don Kişot: Yorum, Bağlam, Kuram kitaplarıyla "Donkişotluk" kavramı mercek altında...
10 Mayıs 2018 14:24
Başlı başına bir uzmanlık alanı olan Cervantes çalışmalarına 2017’nin sonlarında iki yeni kitap daha eklendi: Michel Onfray’in Aytekin Karaçoban çevirisiyle yayımlanan Gerçekleşmeyen Gerçeklik: Don Kişot İlkesi kitabıyla, Jale Parla’nın 45 yıl boyunca verdiği derslerin bir ürünü olan Don Kişot: Yorum, Bağlam, Kuram adlı yapıtı. Her iki kitap da Don Kişot’un maceralarını Cervantes’in yapıtındaki sıralamaya göre ele aldığı ve bazı kısımlarda benzer pasajlar üzerinde durduğu için, kitapları arka arkaya okumak, Don Kişot’u başyapıt kılan birçok neden üzerinde düşünmenizi sağlıyor. Bunlardan biri de Don Kişot’un bir karakter olarak neleri temsil ettiği ve Donkişotluk kavramıyla ilişkisi.
Don Kişot’u Roza Hakmen’in çevirisinden okuyanlar için Michel Onfray’in kitabında ilk dikkati çeken, çeviriden kaynaklanan farklılıklar oluyor. Örneğin, Seyyid Hâmid Badincani olarak bildiğimiz kurgusal yazar, Aytekin Karaçoban’ın çevirisinde Sidi Ahmed Benengeli olarak geçiyor. Don Quijote’ye “Don Kihote” değil de Fransızca çeviriler nedeniyle “Don Kişot” dememiz gibi. Milli Kütüphane kayıtlarına göre ilk Türkçe Don Kişot, Fransızcadan çevrilerek Arap alfabesiyle 1912 (1328r) yılında basılmış. Sanırım o tarihten beri yanlış telaffuz etmeyi sürdürüyoruz. Bunca yıldan sonra Don Quijote’ye Don Kihote demek, Cervantes’in kahramanı ile bu kahramandan doğup evrensel bir figüre dönüşen Don Kişot’u birbirinden ayırmak kadar zor artık. Çünkü hem edebî kültürün hem de popüler kültürün en çok dönüşüme uğrattığı roman kahramanlardan biri Don Kişot.
Michel Onfray’in kitabının temel meselelerinden biri de bu: Cervantes’in kahramanı olan Don Kişot ile ondan bağımsızlaşarak bambaşka anlamlara bürünen Donkişotluk kavramını ayırt edebilmek. Onfray, Fransız Dili Kültür Sözlüğü’nde Don Kişot’un “Cömert ve kuruntucu, somut sonuçlar elde etmeksizin haksızlıklara karşı koyan ezilenlerin savunucusu” (s. 10) olarak tanımlanmasına dikkat çekerek, Cervantes’in kahramanının bu kadar “olumlu” olmadığını ifade ediyor. “Donkişotluk, öyle ya da böyle paranoyak, kötü niyetli, saldırgan, her an değişebilir, inkârcı bir kişiyi olumlu bir örneğe, hatta yel değirmenleriyle savaşta yiğit bir şövalyeye, […] yönü hep ideale dönük bir kahramana dönüştüren tuhaf bir simya işletir” diyor (s. 9).
Onfray, Cervantes’in kahramanıyla Donkişotluğu birbirinden ayırmak için pek çok örnek veriyor. Yaptığı ayrımlardan biri de “Don Kişot siyaseti” ile “Kişotvari siyaset”. “Kişotluk, şeylerin doğal akışının değiştirilebileceğine inanan her türlü siyasettir” (s. 71) diyerek Kişotvari siyasetin liberal, komünist, faşist, sosyal demokrat, anarşist, çevreci ya da egemenlikçi, birbirine tezat birçok tasarıya işaret edebileceğini savunuyor. Don Kişot siyasetinin ise şövalyeliğe dayandığını, dolayısıyla Rousseauculuk ve Jakobenlik gibi bir “din” siyaseti olduğunu vurguluyor: “Rousseau’nun, Robespierre’in ve Saint-Just’ün müjdecisi Don Kişot ezilen insanlığı özgür kılar ama ondan Erdem’in bedelini ödemesini ister” (s. 73).
Onfray, Cervantes’in kitabının okunmak için değil seslendirilmek için yazılmış ve sözlü edebiyattan yazılı edebiyata aktarılmış bir metin gibi görünmesi, ironinin tüm olanaklarından yararlanması ve çeşitli anlatıcılardan oluşması gibi kimi özelliklerinden söz etse de, esas olarak Don Kişot’un gerçekliğe bakışına ve kişilik olarak neleri temsil ettiğine odaklanıyor. Don Kişot’u “dünyayı dile getiren fikrin dünyadan daha gerçek olduğunu düşünen simgesel bir Platoncu” (s. 10) olarak niteleyen Onfray, Don Kişot’un gerçekliğinin hiçbir zaman gerçekleşmeyen bir gerçeklik olduğunu, onun gördüğü şeye değil kafasında canlandırdığı şeye inandığını, olanı görmek yerine olması gereken dünyayı görmeyi tercih ettiğini söylüyor. “Don Kişot ilkesi” adını verdiği olanın yerine olması gerekeni koyma işleminin altında ise bir inkâr düzeneğinin yattığını belirtiyor. Bu inkâr düzeneğinin nasıl işlediğini hem felsefî hem de psikolojik açıdan ortaya koyarak Don Kişot’un gerçekliği kurmacaya, kurmacayı da gerçekliğe nasıl dönüştürdüğünü tartışıyor.
Onfray’in görüşleri Don Kişot’u Donkişotluk kavramından bağımsız bir şekilde düşünebilmek için gerçekten önemli saptamalar içeriyor. Ancak, bana kalırsa sorun da burada başlıyor. Dille ya da anlatının yapısıyla ilgili boyutunu veya Rönesans hümanizmasından kaynaklanan ahlakî boyutunu göz ardı edersek, Don Kişot’u birçok farklı şeyin alegorisi olarak okuyabiliyoruz. Örneğin, Don Kişot’u, yalnızca “okuduğu metnin gerçeklikten daha gerçek olduğunu düşünen biri” olarak nitelemek (belki de indirgemek demeliyim), onu bürokrasiye körü körüne bağlı olan, gözlerinin gördüğüne değil de resmî evrakta yazana inanan memur zihniyetinin de temsilcisi saymayı mümkün kılıyor. Aklıma Sabahattin Ali’nin “Kafakâğıdı” öyküsü geliyor. Bu öyküde 80 yaşında olmasına rağmen çocukken ölen torunun nüfus cüzdanını kullandığı için 29 yaşındaymış gibi muamele gören bir ihtiyarın trajik durumu anlatılıyor. İhtiyar, “hepsi devletin kâğıdı değil mi” diye düşünerek kimliğini kanıtlamasına yarayacak olan nüfus kâğıdını benimsemiyor, devlet memurları ise ayakta duracak hâli bile olmayan ihtiyarı kimlikte 29 gösterdiği için yol vergisinden muaf tutmuyor ve hapse atıyorlar. İşte size parodisiz, erdemsiz, son derece zalim bir Donkişotluk!
Onfray’e kalırsa, Don Kişot’u yalnızca memur zihniyetinin değil, bir kitabı bütün kitapların üstünde gören, ama o kitabı da hakkıyla okumamış olan bir yobazın, veya ülkesinin ve halkının gerçeklerine kulağını tıkayarak saplantılı fikirlerini hayata geçirme konusunda ısrar eden bir diktatörün temsilcisi saymamız da mümkün. Onfray, kitabın sonunda Don Kişot’u temsilci kıldığı öyle geniş bir kesimden söz ediyor ki, ayırmak için birçok fikir ileri sürdüğü Don Kişot ile Donkişotluk kavramını âdeta yine kendisi birleştiriyor: “Don Kişot hastaların ve delilerin, kafadan çatlakların ve bilgiçlerin, sinir hastalarının ve gözü dönmüşlerin, softaların ve tasavvufçuların, ideologların ve diktatörlerin, bir tek konu delilerinin ve saplantılı düşünce sahiplerinin, aydınların çoğunun ve çok sayıda filozofun, şizofrenlerin ve yobazların, dar kafalıların ve tanrı delisi olanların büyük temsilcisidir” (143).
Tam da burada Jale Parla’nın Don Kişot kitabı Onfray’e verilmiş bir yanıt gibi duruyor. Cervantes’in Don Kişot’unu “Erasmus hümanizmasının mirasını sürdüren bir yapıt” (s. 13) olarak gören Parla’nın şu ifadeleri önemli: “[Don Kişot,] hiçbir zaman hiç kimseyi olmayan davasına zorla sürüklemez; inandığı yolda yalnız bir şövalyedir o ve ne kadar gerçeklikten kopuk olursa olsun, o yolun sonunda bir hayal vardır: Altın Çağ hayali. Dolayısıyla Don Kişot bütün irrasyonelliğine, inatçılığına, retoriğine rağmen faşizan bir figürden çok, kendi tanımladığı bir diğerkâmlık uğruna sopa yiyen bir eksik akıllıdır” (43-44).
Burada sözü edilen “Altın Çağ hayali”, bir Rönesans mitidir ve Don Kişot’u bir yobazla ya da diktatörle birlikte düşünmemizin önüne geçecek örneklerden biridir. Kimsenin kimseyi hiçbir şey için zorlamadığı; hiçbir şeyi çıkar için yapmadığı; adaletin, eşitliğin ve özgürlüğün hüküm sürdüğü; gerçeğe ve içtenliğe hilenin, yalanın, bencilliğin ve kötülüğün karışmadığı bir dünya hayalidir Altın Çağ. Don Kişot’un keçi çobanlarıyla konuşması sırasında anlattığı bu hayal, onun neden düş peşinde koştuğunu da açıklar niteliktedir. Don Kişot’un eylemleri, bazen niyetin tersine sonuçlansa ve yarar yerine zarar getirse de, her şeyin parayla alınıp satılmaya başlandığı, ilişkilerin maddileştiği, aşkların yüceliğini kaybettiği yeni dünyaya karşı hayalci bir başkaldırıdır. Jale Parla’nın da belirttiği gibi romanın sonunda Don Kişot’un düşlerinden vazgeçmek zorunda kalması, bize derin bir hüzün verir. Bunun nedeni o düşlere, o “gerçekleşmemiş gerçekliğe” ironisine ve parodisine rağmen (hatta bazı açılardan “rağmen” değil “nedeniyle”) okuru da katması, onu da inandırmasıdır.
Jale Parla’nın Don Kişot kitabının en önemli yanlarından biri, Cervantes’in okura açtığı yere dikkat çekmesidir. Michel Onfray’e göre Cervantes, anlatıyı kurgusal bir yazara devrederek “kendisini silmekten daha çok ortaya koyar” (s. 15). Hem kendisini daha görünür kılar hem de hiçbir görüşü kendisine atfedemediğimiz için suyu bulandırır (s. 17). Jale Parla’ya göre ise, daha görünür olmak şöyle dursun, yazarlık otoritesini yıkma, anlatma edimini okurla paylaşma, ona alan açma tekniğidir Cervantes’in yaptığı:
Elimizdeki metinde bir sürü yazar ve okur var. Çoğunlukla da bunlar hem yazar hem de okur. Önsöz’ü yazan Cervantes, onu ziyaret eden arkadaş ise iyi bir okur; hatta Cervantes’in hayal ettiği ideal okur. Öyküyü başlatan arşivde bulduğu serüveni kopyalayan bir yazar ve bu yazar ancak kopyalıyorsa, demek bir de birinci yazar var. Kopyalayan yazar aynı zamanda bir okur. Öykünün devamını pazar yerinde bulduktan sonra çevirten de bu kopyacı yazar. Fakat artık okuduğumuz öykü bize bir çevirmenden ulaşan öyküdür; bütün çeviriler aynı zamanda birer yorum oldukları için de, çevirmenimiz metni hem okumakta hem de yazmaktadır. Böyle böyle kurgusal yazar Seyyid Hâmid Badincani’ye ulaştığımızda, onun da Cervantes’in yazarlık maskesi, ikizi, çiftili olduğunu anlıyoruz. [….] Cervantes bu metnin babası (otoriter anlatıcısı) değil, üvey babasıdır. Metnin babalığı ona ait olduğu kadar okura da aittir. Bu da anlatının gerçekliğine ironi katar. Anlatılanların uydurulduğunu her an hatırlatacak bir metinle okuru tedirgin etme ironisi. Ama aynı zamanda da okura saygısı, ona açtığı yer. Çünkü okur bağımsızdır; kendi evinin kıralıdır, hikâyeyi istediği gibi değerlendirmekte (Cervantes’in daha en başta, Önsöz’de söylediği gibi) tümüyle özgürdür. (50, 52)
Bu özgürlük olmasaydı, Don Kişot’u yeniden yazmak isteyen ama sonuçta Cervantes’in romanıyla tıpatıp aynı metne ulaşan Borges’in anlatıcısından, romanı “zalim, kaba ve insanlık dışı” bulan Nabokov’a kadar, birbirinden çok farklı alımlama örnekleriyle karşılaşmazdık. Jale Parla’nın Don Kişot’unun bir önemli yanı da burada ortaya çıkıyor. Don Kişot’tan Bugüne Roman kitabında daha geniş bir şekilde yaptığı gibi, sık sık Cervantes’ten etkilenmiş yapıtlara gönderme yaparak, sadece Don Kişot’a değil roman türüne nasıl yaklaşılması gerektiğine dair pek çok şeyi öğretiyor. Bir yandan Cervantes’in en kaba söylemle en yüce olanı romanın dokusuna nasıl işlediğini tartışırken, diğer yandan karakterlerin girdikleri her rolün altında bir edebî tür olduğunu, bu türlerin diliyle yazarın nasıl oyunlar oynadığını ortaya koyuyor. Böylelikle edebiyat metinlerinin “hem kendi içinde ve yalnızca kendine gönderme yapan bir metin olarak hem de yazarına ve çağına gönderme yapan bir metin olarak” (128) okunması gerektiğini anlıyor, öncelikle bir okur olan Don Kişot’un metinlerle yaşayan ama sonuçta metne sığmayan bir karaktere nasıl dönüştüğünü daha iyi kavrıyoruz.
Guy Davenport, Vladimir Nabokov’un Don Quijote Dersleri kitabına yazdığı önsözde şöyle diyor: “Don Quijote söz konusu olduğunda, kimin Quijote’si olduğu sorusu ister istemez akla gelir. Michelet’ninki mi? Miquel de Unamuno’nunki mi? Joseph Wood Krutch’ınki mi? Cervantes'in karakteri de, aynı Hamlet, Sherlock Holmes ve Robinson Crusoe gibi, neredeyse daha icat edildiği andan itibaren kitabının sayfalarını terk etmiştir” (s. 16). Bunda, yani Don Kişot’un “Donkişotluk” olarak kavramlaşmasında sadece Don Kişot’un geniş temsil yeteneğine sahip bir karakter olmasının ya da popüler kültürün değil, metnin “simyasının” da payı olduğu bir gerçek. Dolayısıyla Michel Onfray’in kitabını Cervantes’in karakterini metne geri sokma çabası olarak önemsiyor, (önemsiyorum ama Don Kişot’u metne geri sokma çabası, ister istemez onun aklını başına getirmeye çalışanların çabasını da andırıyor sanki) ama bu çabanın metinden ve metnin bağlamından kopma olasılığını da beraberinde getirdiğini görüyorum.
Onfray, kitabının sonunda “Don Kişot’a acınası bir yakınlığım, Sanço’ya karşı büyük bir sevgim var” (s. 143) diyor. Jale Parla da kitabını Cervantes’in kahramanından taşıp kavramlaşan bir Don Kişot’la bitiriyor; “Bana en yakını Nâzım Hikmet’in ‘yüreğinde çarpan aklı’yla andığı Don Kişot’tur” diyor (s. 164). Öyleyse ben de bu yazıyı kendi Don Kişot’umla bitireyim. Benim Don Kişot’um da Nâzım’ınkine uzak değil. Hem “Gerçekçi ol imkânsızı iste” diyen biri, hem “Biz koşuyu kaybettikten sonra da koşan atlarız” (Cemal Süreya mektubundaki de olur Sezai Karakoç şiirindeki de) diyen biri. Hem “The Impossible Dream” şarkısı (ama ille de Christopher Lee’den dinlenecek), hem Man of La Mancha (1972) müzikali. En çok da bu müzikalde söylediği gibi, “Bedenimde tek bir bencil kemik bile yoktur” diyen bir Don Kişot benimki. Kim bilir, Don Kişot’un Platonist ya da apriorist özelliğini biraz geri plana almak da belki benim inkâr düzeneğimin bir parçasıdır. Bizde, Fransız kültüründe olduğu gibi olumlu çağrışımlarından çok, küçük görülen, aşağılanan, yel değirmenleriyle savaşmak gibi aptalca işlere kalkışan yanıyla anılır çünkü Don Kişot. En başta inkâr etmek istediğim bu. İnkâr edemeyeceğim şey ise, benim Don Kişot’umun Cervantes’in romanından çıkıp serüvenlere atılmaya devam eden, nadiren evine dönen, döndüğünde bile kendini dışarıda hisseden bir karakter olması. Ne diyelim, “Herkesin Don Kişot’u kendine” (Parla, s. 164).