Ethem Baran: Taşra denildiğinde ne kastediliyor, neresi kastediliyor çok tartışıldı, anlaşılan daha da tartışılacak. Edebiyatın tek bir mekânı vardır, o da dil. Ben onun taşrasına düşmekten korkarım
28 Mayıs 2015 03:00
Ethem Baran’ı en son 2013 yılında Emanet Gölgeler Defteri romanıyla hatırlıyoruz. Bu kez Zira isimli yeni bir öykü kitabıyla karşımızda… Baran, sakin bir dille yoksunluğu, bir noktaya takılıp kalan insanları, kederli hatıraları anlatan bir yazar. Zira da bu dilin ve bu anlatı dünyasının karakterini taşıyan öykülerden oluşuyor. Baran’la anlatım tercihlerini, taşrayı ve kanar mahalleleri, yazarlığını konuştuk.
Hikâyeleriniz geçmiş zamanda geçiyor hissi veriyor, aksi bile olsa, zaman muğlak bile olsa, böyle bir tortu kalıyor okurda. Geçmiş, hayal kırıklıklarının ve kederin bir tür deposu ya da yazılmamış tarihi olabilir mi?
Yeryüzü ve özellikle bu toprakların her karışında nice hikâyelerin, destanların, ağıtların, havalandırılan türkülerin ışıltıları, masalların hayal gücünü zorlayan fısıltıları ile sayısız dünyayı ve sayısız hayatı yeniden yaratan hikâye anlatıcılarının her daim yankılanan güçlü sesleri var. Yazarken geçmişi de, şimdiyi ve geleceği de aynı anda görmek istiyorum bu yüzden. Çağcıl anlatının ve kurgunun içinde kalarak kendi çapımda hikâye anlatmayı sürdürmek istiyorum. Dünya hâline, insanlık hâllerine çeviriyorum bakışımı; kulağımı onlara veriyorum. Zaman değişse de değişmeyen şeyler var ya, bir onlar, bir de bütün bunlardan süzmeye çalışarak kurmaya çabaladığım dil olsa gerek “geçmiş zaman” hissini veren.
Taşra ile kenar mahalleler birbirlerine benziyorlar mı sizce?
Taşra denildiğinde ne kastediliyor, neresi kastediliyor çok tartışıldı, anlaşılan daha da tartışılacak. Edebiyatın tek bir mekânı vardır, o da dil. Ben onun taşrasına düşmekten korkarım. Taşra, bir sınırlama, çerçeve içine alma anlamında kullanıldığında ben orada yokum. Aslolan yazarın kafasının nerede olduğu ve dilinin genişliğidir. Sıradan insanın dertlerine eğildiğinizde taşrayla yüz yüze geliyorsunuz. Her yer birbirine benziyor aslında. Merkezdeki (eğer bir merkez varsa) insanın içinde de koskoca bir taşra yatıyor. Yazdıklarımı taşra kavramının ve bu kavramın çeşitli çağrışımlarının gölgesinde değerlendirenler var. Bu benim dışımda gelişen bir durum elbette. Bir yerde söylemiştim, yine söyleyeyim: Her yer taşra olduysa ben ne yapayım!
Taşra ya da mahalle hikâyeleri epeyce çocukluk hatıralarına benziyor ve bir tür güzelleme yapılıyor. Siz bu iyimserliğe nasıl bakıyorsunuz?
Güzelleme olup olmadığını bilmiyorum. En azından benim böyle bir amacım yok. Öykülerime giren insanları iyi tanıyorum, çünkü onlar zihnimde yıllarca benimle birlikte dolaşıyorlar. Tabii ben de onların dolaştıkları yerlerde dolaşıyorum. Sözgelimi, Zira’da yer alan bazı öykülerde olduğu gibi, kahramanlarımla birlikte Ulus halinde, Bitpazarı’nda, gecekondu mahallelerinde, Heykel’in oralarda az dolaşıp durmadım. Dolayısıyla “içeriden” anlatıyorum. Onlar tam da öyle oldukları için öyle düşüyorlar kâğıdın yüzüne. Örneğin, sessizce isyan ediyorlar, çünkü yoksulluklarının yeterince farkında değiller. Yaşadıkları hayatı güzel zannediyorlar. Bense hayatı güzelleştiren tek şeyin yazı olduğunu fısıldıyorum kulaklarına.
Biraz yazarlık anlayışınızdan bahsedelim isterim. Yazar olarak ne tür hikâyeler ilginizi çekiyor, başlangıç noktası olarak kime ve neye yakınlık duyarak yazmaya başlıyorsunuz?
Amcam iyi bir itfaiyeciydi. Gezip dolaşırken evlere, sokaklara bir itfaiyecinin gözüyle, hep bir yangının içinden bakardı. Ben de hayatı kitapların sayfaları arasında yaşıyorum galiba. Okuduklarımı gündelik hayata, gündelik hayatı yazacaklarımın arasına taşıyıp duruyorum. Kurgu, dil, teknik, kişiler, mekân gibi öykünün gerektirdiği diğer bütün unsurlar yanında öykülerimde güzel bir hikâye anlatmaya da önem veriyorum. Hayatın içinden, “işte bu benim kahramanım” diyebileceğim tipleri seçiyorum. Yazarken iyiden iyiye tanışıyoruz bu kişilerle ve onları sevmeye başlıyorum. Bir süre sonra onlar “benlik tipler” oluyor zaten. Öyle olunca satır aralarında sıcak bir duygu dolaşmaya başlıyor. Ne tür hikâyelerin ilgimi çekeceğini ben de bilmiyorum. Belli olmuyor çünkü. Bazen bir çift sözden bir öykü çıkıyor, bazen bir bakıştan, bazen de bir adamın yürüyüşünden. Ama esasında bunların hepsi gelip sizin dert ettiğiniz şeylere bağlanıyor. Elinize kalemi aldıran her ne varsa, işte onlar kılıktan kılığa girerek, suretten surete bürünerek gelip kendilerini yazdırıyorlar.
Hikâye yazamayacağını söyleyen romancılar veya tam tersini söyleyen hikâyeciler var. Siz böyle bakmadığınıza göre roman ve hikâye yazıyorsunuz. Siz nasıl bakıyorsunuz bu ayrıma?
Ben bütün türlere edebiyat ailesinin bir üyesi olarak bakıyorum. Bazı şeyleri başka türlü anlatamadığınız için o türe yönelirsiniz. Ben içime düşen kıpırtıya, tohuma göre hareket ederim. İçime düşen o şeyin ne olacağı daha doğuşundan bellidir. Ya roman olacaktır ya da öykü. Bunları uzatıp kısaltarak o türden diğerine geçmeyi doğru bulmuyorum. Bu şekilde ortaya çıkacak metin en baştan sakatlanmıştır zaten. Öykü yazmayı seviyorum, ondan vazgeçebileceğimi sanmıyorum. Roman yazdıktan sonra öyküye dönmeyen yazarlar kervanına katılmayacağım. Öykü kitabım yeni çıktı; sırada bir roman var, sonra yine öykü olacak…