Ayhan Geçgin’in Uzun Yürüyüş’ü ile Damon Galgut’un Yabancı Bir Odada’sı: Uçlara doğru yürümek üzerine, birbirlerinin eksiklerine, kör noktalarına da dikkat çeken iki roman
28 Mayıs 2015 16:00
İki farklı coğrafyada, Güney Afrika ile Türkiye’de yaşayan iki yazarın kaleminden çıkmış iki roman: Damon Galgut’un Yabancı Bir Odada’sı ile Ayhan Geçgin’in Uzun Yürüyüş’ü. İlki, uç uca eklendiklerinde bir hayatın belli bir döneminin özeti sayılabilecek üç yolculuğun; ikincisiyse bir ülkeyi bir uçtan öbürüne kateden sarsıcı bir yürüyüşün hikâyesi. Türkiye’de birkaç hafta arayla yayımlanmış olmaları ilginç bir tesadüf, çünkü hem birbirleriyle kesişen ya da teğet geçen noktalara sahip romanlar bunlar, hem de bir yerden sonra birbirlerinin eksiklerini, kör noktalarını aydınlatmaya başlıyorlar.
Bir yere doğru yavaş yavaş ama kararlılıkla yürüyen bir adam: Hem Galgut’un hem de Geçgin’in romanlarına ilham vermiş görünen bu imge özellikle Uzun Yürüyüş için doğru: Romanın isimsiz kahramanının kendine açıkça ilan ettiği başlıca amacı, “dümdüz bir çizgiyi takip ederek” yürümek ve insan sesinin duyulmadığı bir ova ya da dağ eteği bulana kadar durmamak. Bu yürüyüşün asıl nedenini, onu ulaştıracağı anlamı ise yolda keşfedeceği inancında. Geçgin bu yürüyüşü ve kahramanın geçirdiği dönüşümü öyle sabırla, öyle soğuk bir dille anlatıyor ki, roman, kahramanın yürüyüşünün ritmini izlemeye başlıyor, sonunda da neredeyse bu yürüyüşün kendisi olup çıkıyor. Kahraman aç kalıp zayıfladıkça, itilip kakıldıkça, dayak yedikçe, her şeye (kente, insanlara, kendi vücuduna) yabancılaşıp hepsine hayret eder hale geldikçe okuyucu da aynı sabrı göstermek; yazarın birbirine benzeyen, dingin manzaraları da dayak ve aşağılama sahnelerini de aynı soğuklukla anlatan, romandaki akışa rağmen durağanlıkla yüklü cümlelerini, kahramanın içindeki yürüme ve uzaklaşma itkisini takip ederkenki itaatkârlığıyla takip etmek zorunda.
“Zevkle” ya da “keyifle” okunan bir roman değil Geçgin’inki; olsa olsa “şaşkınlıkla” okunuyor denebilir: Hem yukarıda bahsettiğim ağır ama kararlı, kahramanın yürüyüşüyle, gövdesinin değişimiyle paralel giden akıştan; hem de Geçgin’in kendi roman dünyasını bir romanın nasıl olması gerektiğine dair beklentilere karşı neredeyse kayıtsız denebilecek bir tutum içinde, sabırla kurmasından kaynaklanan bir şaşkınlık. İlham verici ayrıntılar, sıradışı yan karakterler yok bu dünyada. Bir insanın kendi bedeninin ve bilincinin sınırlarını zorlamasının, bunu yaparken ufalanıp küçülmesinin, yavaş yavaş silinmesinin, kendinden arta kalan bir şeye dönüşmesinin (bu ifadelerin çoğu, kahramanın değişimini anlatmak için geniş bir sözcük repertuarına başvuran kitabın kendisinden) hikâyesi Uzun Yürüyüş. Alınacak bir ders, varılacak bir aydınlanma ânı yok‒ çoğu zaman öyle bir dersin ya da ânın eşiğinde olduğumuzu hissetsek de. Kahramanın, her şeyin; seslerin, doğanın küçük kıpırdanışlarının, hatta kayaların oldukları yerde duruşunun bile acı vermeye başladığı bir bölgeye vardığı son sayfalara gelene dek sürüp giden ve açlıkla, yaralanmayla, anıların silinmesiyle bir arada giden yürüyüşü doğanın bir anlığına parıldayıp söndüğü güzellik ve dinginlik anlarını hiç barındırmıyor değil, ama bu doğayla bütünleşme, “hafifleme” anları hep kısa sürüyor, sonrasında da doğadan kopma, kendi bilincinin farkına varma, dünyanın ağırlığı ve basıncının altında ezilme ve tüm bunların getirdiği acı döngüsü başlıyor yine.
Yabancı Bir Odada ve özellikle de bu romanın doğanın içine en çok gömülmüş ilk bölümü, bazı açılardan Uzun Yürüyüş’ün bir çeşitlemesini, daha az uçlarda seyreden bir halini andırıyor. Galgut’un yazarla aynı adı taşıdığı sadece nadiren hatırlatılan ve sonra Geçgin’inki gibi isimsizliğe terk edilen kahramanı, Lesotho adlı küçük Afrika ülkesinde bir arkadaşıyla beraber uzun ve yıpratıcı yürüyüşlere çıktığı bu bölümde ‒yürüyüş arkadaşıyla arasındaki gerilimli ilişkinin de katkısıyla‒ bazen öyle bir sınıra yaklaşıyor ki, haritayı, çizilen rotaları arkada bırakıp yürüyüp gitse (ya da onu böyle bir irade göstermesinin yükünden kurtaracak biçimde, doğada kazara kaybolsa) Geçgin’in kahramanına dönüşebilirmiş izlenimi veriyor. Romanın, kısırdöngülere mahkûm gündelik hayata, çemberler çizmeye katlanamayıp uzun seyahatlere çıkmadan edemeyen Güney Afrikalı gezgin kahramanının, özellikle bu ilk bölümde, Uzun Yürüyüş’ün kahramanına yaklaştığı anlar oluyor. Doğanın, ıssız yolların, durup dinlenmeden yürüme itkisinin, edilgenliklerinin ikisini kardeş kıldığı bu anlarda bu iki roman kahramanı etraflarındaki manzarayla bütünleşir gibi oluyor, yaşadıkları inanılmaz yorgunluk ve gerilim yüzünden insan denen şeyin daha altında (ya da aynı anda üstünde) bir şeye dönüşüyorlar. Geçgin’in roman boyunca hiç terk etmeden, aksine daha da derinlere giderek izlediği çetin yol zaman zaman Galgut’un romanından, özellikle de bahsettiğim bu ilk bölümün içinden de geçiyor: Metafizik olanın tamamen maddi ve bedensel olandan, yürümenin ritminden, yorgunluktan, açlıktan, bedenin ağrı ve yıpranmalarından doğuşu.
İki romanın ayrıştığı noktalardan biri, belki de en önemlisi, kahramanların yürüyüşlerini bir yol arkadaşıyla yapıp yapmamaları. Galgut her ne kadar bir yerde “bazen beraber, ama hep yalnız yürüyorlar” dese de, kahramanına hep bir ya da birden fazla yol arkadaşı eşlik ediyor ve bu eşlikçi Galgut’un romanına Geçgin’inkinde olmayan bir boyut katıyor: Issız bir manzaranın içinde bir başkasıyla beraber yol almanın, onunla anlaşmak, uzlaşmak zorunda olmanın getirdiği güç mücadelesi ve gerilim. Galgut’un sessiz yolcusu romanın üç bölümünü oluşturan üç seyahat öyküsü boyunca önce yol arkadaşı Reiner’in altında ezilen bir eşlikçi, sonra bir aşk ihtimalinin peşinden tereddütle giden biri, en sonunda da intihara meyilli dostunu hayatta tutmaya çabalayan bir bakıcı rolünde çıkıyor okurun karşısına. Ama yabancı ülkelerde, yabancı manzaraların içinde geçen bu hikâyelerin hepsinde karakterler tam da bu yabancı manzaralar yüzünden birbirine daha da yaklaşıyor; üç yolculukta da, bir insana yaklaşma, onunla beraber yürüme isteği ile kopup gitme, hepsini geride bırakma isteği yan yana. Her yolculuk farklı bir rolün oynanıp öğrenildiği bir sürecin ayrı bir durağı bir bakıma ama yaşanan onca acının sonunda bu süreçte bir olgunlaşmadan söz etmek cazip olsa da tam doğru da değil: Uzun Yürüyüş gibi, bütün yaşananlara, katedilen yolların uzunluğuna rağmen, barındırdığı iki ani ölümün de etkisiyle bir boşunalık hissi yayıyor Yabancı Bir Odada. (Ama aynı zamanda, insanı tam tersini söylemeye de kışkırtmıyor değil her iki roman da: Bütün yolculuklar belki boşunaydı, ama öğrenilen bir şeyler de vardır sanki, bu şeyler kelimelere tam dökülemeseler de…)
Galgut’un aynı yolculuğa çıkardığı ya da yollarını kesiştirdiği iki kişilik küçük toplulukların dramı Geçgin’in kahramanının hikâyesinde hiç yok (romanın sonlarında, besleyip hayatta tuttuğu kız çocuğu dışında). Onun yürüyüşünün uçlarda seyretmesi yalnız başına yürümesinden, insanlardan kaçmasından da kaynaklanıyor: İnsanlarla (çöp toplayıcısı Mahmut ve arkadaşlarıyla, ya da hastanede tanıştığı doktor Selma ve çevresiyle) çıkacağı gerçek veya mecazi herhangi bir yolculuk onu dışına çıkmak istediği çemberin içinde tutacaktır yine; en azından inatla tutunduğu tek ilkesi gibidir bu yürüyüşü tek başına sürdürme isteği. Yürüyüşün esasen şehir arkada bırakıldığı zaman başlaması da bu yüzdendir: Çemberler çizip durmaktan bıktığını söyleyen bu adam için romanın ilk bölümünde İstanbul büyük bir çember haline gelir; burada, “dışarı” çıkmasını engelleyen birçok insanla karşılaşır (“dışarı” çıkılıp çıkılamayacağı, hatta bir “dışarı”nın olup olmadığı romanın sonunda da tam cevaplanmayacak sorulardır öte yandan).
Uzun Yürüyüş’teki yürüyüşü, yolda karşılaşılan bütün birlikte yürüme tekliflerini geri çevirip tek başına en uç noktaya dek yürümekte ısrar etmenin hikâyesi olarak okuyacaksak, romandaki son teklif (ki, romanın buradan, yani en sondan başa doğru kurulduğunu düşündüren çokkatmanlı ve uzun bir finaldir bu) kahramanın başta “insan sesinin duyulmadığı”nı hayal ettiği bir dağ başında karşılaştığı PKK militanlarından gelir. Dağda bile ‒kahramanımızı hayal kırıklığına uğratacak biçimde‒ sesler işitilmektedir elbette: Kahramanın ölmek üzereyken bulup kurtardığı kızın anlayamadığı dili; bütün roman boyunca her bir değişimi izlenip tasvir edilen gökyüzünü dolduran jet gürültüsü; son olarak da, beraber bir gün geçirmek zorunda kaldığı militanların sesleri. Bu militanların en yaşlısı, belli ki küçük grubun lideri, kahramana şöyle der: “…kanımca senin yolun çarpık bir yol olmuştur. Neden, çünkü tek başına özgürlük olmaz meçhul adam, ondan. Tek başına kurtuluş olmaz, ondan.” Adamın sözlerini sessizlikle cevaplar romanın kahramanı. Bu diyalogda ‒konuşmacılardan birinin daha konuşkan, daha “bilge”, nihai bir cevaba sahip olduğuna dair daha özgüvenli olduğu bu diyalogda‒ ve kahramanın romanın başından beri “ötekiler”le karşılaşmalarında, romanın yazarının ne tarafta durduğu, oyunu yalnızlıktan değil de topluluktan, beraber yürümekten yana kullandığı gittikçe daha belirgin hale geliyor. Yine de ama, her şey bu kadar basit mi? Daha doğrusu, Geçgin’in aldığı pozisyon bu kadar açık mı? Tam değil bence. Çünkü yukarıdaki cümlelerin hemen ardından şunlar gelir: “Adam ‘Halk özgürleşmeden olmaz, olamaz,’ deyip konuşmasını sürdürdü ama [romanın kahramanı‒ D.H.] adamı izleyemez oldu. Yalnızca sözcükleri peş peşe, hızla sıralayan, kendinden emin sesini işitti. Biri Kürtçe bir şeyler söyledi, konuşmalar yeniden Kürtçeye döndü.” Geçgin’in sözcükleri tesadüf olamaz; yazar bu sözlere, hiç değilse bu sözleri ‒ezberlenmiş veya fazlaca tekrarlanmış olduklarını ima edercesine‒ peş peşe ve hızla sıralayan sese, içinde hiçbir şüphe payı taşımayan kendinden emin ses’e de belirli bir şüpheyle bakmakta, ona da yüzde yüz hak vermemektedir sanki. Yalnız başına uzun bir yürüyüşe çıkan ve vardığı noktaya (hem fiziksel hem de ruhsal olarak‒ zaten ikisinin birbirinden ayırt edilemeyeceği bir yerdeyizdir artık) varmış olan kahramanın da bildiği, uzun ve yapayalnız yürüyüşü sayesinde bildiği ve diğerlerinin, ona ders veren adamın bilemeyeceği bir şey vardır sanki. Nedir o şey? Buna cevap vermek o kadar kolay değil; zaten romanın kahramanı da kelimelere öbürleri kadar hâkim değildir, onlarla olan bağı çoktan kopma noktasına gelmiştir (roman boyunca, tam bir anlama bütünlenemeyen ama tamamen anlamsız da denemeyecek kırık dökük sözleri tekrarlar durur). Sorunun açık bir cevabının olmaması, tek başına çıkılan yürüyüşün bütünüyle değersiz, boş olduğu anlamına gelmez; bir şeyler yaşadığına, öbürlerinin bilemeyeceği bir yere vardığına hem geri dönülmez biçimde değişen eti ve bilinci, hem de yolculuğunu izleyen okurlar şahittir.
Uzun Yürüyüş’teki siyasetin belirginliği ‒kahramanın çöp toplayıcılarla, kentsel dönüşüm mağdurlarıyla, Gezi’ye yakından tanık olan bir doktorla ve polislerle, Suriyeli mültecilerle, jandarmayla, PKK militanlarıyla karşılaşmaları‒ Yabancı Bir Odada’nın çoğunlukla Afrika topraklarında ilerleyen ama siyasete çok fazla bulaşmadan yürüyüşüne devam etmeyi başaran kahramanının durumunun altını daha da çok çiziyor. Galgut’un kahramanı da, tıpkı Geçgin’inki gibi, siyasetten kaçınamıyor; kimi zaman, gezdikleri ülkelerde beyaz gezginleri taciz eden ya da onlara hizmet eden yerli halkla ilişkisinde, kimi zamansa sınır karakollarında memurlarla kavgaları ve rüşvet pazarlıklarında, içinden geçtiği ülkelerin halkı ya da siyasi hayatı da gözüne takılan manzaranın içinde yerini buluyor‒ ama sadece geçici bir süreliğine. Siyaset, her iki romanda, manzaranın içine zorla dahil olan rahatsız edici bir şeye benziyor, ama bir farkla: Galgut da, bu ayrıntılardan kahramanı gibi rahatsız görünse de, onları romanına dahil etmemeye de cesaret edememiş sanki; böylece, siyasetle gerçek anlamda dönüştürücü bir karşılaşma Yabancı Bir Odada’nın sınırları içerisinde pek gerçekleşmiyor. Siyaset bu romanda manzarayla, yolculukla, yol arkadaşlarıyla ilişkileri kısa bir süre kesintiye uğratsa da görmezden gelinebilen ya da çerçevenin dışına itilebilen bir şey. Kahramanla arasına mesafe koymaya çalışan anlatıcının dediğinin aksine, yalnızca romanın kahramanı değil, içinde nefes alıp verdiği roman da tarihin, siyasetin “sadece içinden geçiyor.” Romanın özellikle Afrika’nın ıssız topraklarında geçen bölümlerinde, belki Geçgin’in yalnız adamının yaşadıklarının da etkisiyle, Galgut’un karakterlerinin yolunun o ülkelerdeki silahlı örgütler tarafından kesilmesini, bu karşılaşma sonucu ortaya çıkacak diyalogun nasıl bir şey olacağını hayal ederek boşuna bekledim.
Uzun Yürüyüş’teyse, kahramanın insanlardan ve siyasetten kaçma çabasına, onu sürekli ülkenin gerçekleriyle karşılaştıran yaratıcısının kararlılığı eşlik ediyor. Dümdüz bir çizgiyi izleyen uzun bir yürüyüşe çıkabilir, her şeyden uzağa gidebilirsin ama Türkiye’den kaçmak o kadar da kolay değil, diyor sanki Geçgin’in romanı. Sonunda da kahramanını, karşılaştığı militanlardan birinin “güney”e nasıl varılacağıyla ilgili yol tarifi ve aynı adamın “yedek kıyafetleri” ile beraber dağ başında yapayalnız bırakarak, kahramanının hep dışına çıkmaya çalıştığı ve sonunda bütün bir ülkeyi içine alacak kadar büyümüş çemberden çıkmanın yolunu kendince gösteriyor belki, ama “savaş artık her yerde” uyarısını yapmayı da unutmadan.
Ne var ki, Geçgin’in yalnız yürüyüşçüsünün “ülke”yle karşılaşmaları romana nasıl Galgut’unkinde olmayan bir boyut katıyorsa, bu karşılaşmalar başka bir açıdan Uzun Yürüyüş’ün yumuşak karnını da oluşturuyor: Özellikle romanın İstanbul’da geçen bölümlerinde, yalnız adamın çöp toplayıcısı Kürt çocukla, ona ve diğer çöp toplayıcılara akıl hocalığı yapan adamla, Gezi eylemlerinden sonra hastanede Doktor Selma’yla ya da polislerle olan diyaloglarının zayıflığından, didaktikliğinden bahsediyorum: Bu andığım kişilerin hepsi bir görüşü ezberlemişçesine tekrarlayan ve bir insan tipini temsil eden kaba birer figüre dönüşürken, Geçgin’in karakterlerini çoğu zaman şiveyle konuşturması onları daha da karikatüre benzetiyor. Yabancı Bir Odada’yı okurken, Damon Galgut’un kullandığı anlatım yöntemlerini bu açıdan da düşündüm ister istemez: Üçüncü tekil şahıs anlatısını beklenmedik anlarda ihlal eden birinci tekil şahıs anlatıcı, bu iki bakış açısının kimi zaman aynı cümle içinde yerlerini birbirine bırakması, “diye düşündü”lerin kalabalıklığının göze çarptığı Uzun Yürüyüş’te gördüğümüz bir şey olsaydı Geçgin’in romanı nasıl bir romana benzerdi? Galgut’un karakterler arasındaki konuşmaları tırnak içine almayıp konuşmalar, düşünceler, eylemler arasındaki sınırı bulanıklaştırarak, soru işareti bile kullanmayıp yalnızca nokta ve virgülle yetinerek yarattığı ve zaman dışı (ama aynı zamanda “sürekli bir şimdi”de geçtiği) hissini veren ıssız atmosfer, Uzun Yürüyüş’ün zaten benzer bir ruh halinden hiç de azade olmayan atmosferini geliştirmekte, hissedilir kılmakta daha mı başarılı olurdu? Basitçe teknik bir tercihten değil, yazarın yarattığı dünyayı taşıyan bir şeyden bahsediyorum burada, ama Uzun Yürüyüş’ün bazı teknik noktalarda (örneğin zamanlar arası geçişlerde) yer yer aksaması bu soruları daha yüzeysel bir düzeyde de gündeme getiriyor.
İki roman arasında son ve kolayca gözden kaçabilecek bir ortak nokta daha var: Yabancı Bir Odada’nın henüz başlarında, o anki durağı Yunanistan’a gelmeden önce nereleri gezdiği sorulduğunda romanın kahramanı birkaç ülkenin yanında Türkiye’yi de sayıyor. Galgut’un romanında okuyucunun hayal gücüne yer açmak için gölgede bıraktığı birçok yan hikâye, sahne vs. var, kahramanının Türkiye seyahati de bunlardan biri. Romanın kendini kendi ülkesinden sürgün eder gibi durmadan başka ülkelere seyahat eden Güney Afrikalı gezgininin bu defa muhtemelen tek başına yaptığı Türkiye seyahatinin Geçgin’in yalnız adamının yürüyüşünden daha önce gerçekleştiğini romandaki birkaç ipucundan çıkarabiliyoruz. Yine de, bu iki adamın farklı zamanlarda da olsa aynı yollardan geçmiş, aynı manzaralara bakıp benzer şeyler düşünmüş olabileceklerini hayal etmek tuhaf ve güzel.