Geoff Dyer’ın yazdıklarında neyin heyecan verici olduğunu gayet iyi görebiliyorum: Hiçbir konunun uzmanı olmadan ve bunu umursamadan farklı uzmanlık alanları arasında başına buyruk bir seyyah gibi gezinmek. Entelektüel serserilik...
26 Mayıs 2015 16:00
Yeni baskısını yaptırmadığı John Berger “etüdü” hariç, ama kendisinin bile bazen hafif burun kıvırdığını hissettiğim dört vasat romanı dahil, Geoff Dyer’ın bütün kitaplarını okudum. Ya da İngilizce okuyan Türklerin anadillerindeki eksikliğinden yakınmayı pek sevdikleri “present perfect tense”e en yakın fiil kipiyle söyleyeyim: Okumaktayım. Çünkü Geoff Dyer yaşıyor ve hâlâ yaşamakta ve yazmakta olan bir yazarı keşfetmenin verdiği heyecan, çoktan ölmüş ve dolayısıyla artık yazamayan bir yazarı (mesela bir yaz tatilinde, Dostoyevski’yi) keşfetmenin heyecanından biraz farklı. Dyer’ın bir yazısında, küçücük bir parantez içinde, çok sevdiği Don DeLillo’nun “çağdaşı” olmaktan duyduğu heyecandan söz ederken kullandığı sıfatla, “ürpertici.”
En azından benim için öyle oldu. Sevdiğim ve güvendiğim birkaç yazarın söz birliği etmiş gibi methetmelerine dayanamayıp D. H. Lawrence hakkındaki kitabı Bir Hışımla’yı okumaya başlamamla ben onu keşfettikten sonra yazdığı ilk kitap olan Zona’nın yayımlanması arasındaki dört sene (2008- 2012) boyunca, kendimi çok az insanın haberdar olduğu, yeri epey sapa, binası yıkık dökük ve Geoff Dyer’dan başka hocası olmayan şamatalı bir yatılı okulun tek Türk öğrencisi gibi hissettim. Şimdi üst üste üç kitabı çevrildiği için rahat rahat konuşuyorum, ama o zamanlar Dyer’ı kimseler tanımıyordu. Hasbelkader Türkçeye çevrilmiş tek kitabı (fazlasıyla yanıltıcı bir ismi olan müthiş “geziler” kitabı Kıçını Kaldırıp Yapmayacaklar İçin Yoga) piyasada yoktu. Üstelik ne zaman heyecanıma yenilip birine hiç kimsenin tanımadığı Dyer’ın hiçbiri Türkçeye çevrilmemiş kitaplarından bahsetmeye başlasam, ilk birkaç cümleden sonra kendimi şematik bir Tanzimat romanından abartılı bir züppe karakter gibi hissetmeye başlayıp susuyordum.
Yapayalnızdım... Ama ümitsiz değil (günlüğüne Halit Refiğ’e Finnegans Wake’in, Cevat Çapan’a Jean Rhys’in önemini bir türlü anlatamadığını yazan Oğuz Atay’ı hatırlayalım), zevkli, hatta neredeyse “özgürleştirici” bir yalnızlıktı çektiğim: John Keats’in “Chapman’ın Homer’ine” ilk göz attığında hissettiği gibi hissettiğimi bile söyleyebilirim (“Bir gökbilimci gibi duydum o an kendimi/ Birden bulan bilmediği yeni bir gezegen”). Dyer’ın kitaplarını, yazılarını, söyleşilerini okudukça, okuyucu olarak da yazar olarak da tek bir ilgi alanına (romansa sadece roman, tarihse sadece tarih, sanatsa sadece sanat) hapsolmanın bir tür meziyet, birden fazla ilgi alanında at koşturmanınsa verimsiz bir maymun iştahlılık olarak görülegeldiği çorak ve muhafazakâr Türk kültür hayatından sonunda gerçekten biraz uzaklaştığımı, herkesin sigara içtiği tıklım tıklım bir odada nihayet açacak bir pencere bulduğumu hissediyordum.
(Ders 1: Dünyaya kulak ver, tercihlerinin ve tepkilerinin otomatikleşmesine müsaade etme, yeni kitaplar okumaya, kulağının alışık olmadığı müzikleri dinlemeye, gözünün başta biraz yadırgayacağı filmlere ve resimlere bakmaya vakit ayır, kafana alışkanlığı, dizlerine kireçlenmeyi yasakla.)
Benim 2000’lerin başında Dyer’ı okurken hissettiğim ferahlamayı Dyer’ın kendisi 1980’lerin başında “üstadım” dediği John Berger’ı okurken hissetmişti. Dyer’a göre George Orwell’ın formüle ettiği o kronik entelektüel probleme (Dünyada bu akıl almaz adaletsizlik ve sefalet sürüp giderken saf bir estetik deneyim yaşamak nasıl mümkün olabilir?) en tatmin edici çözümü sunabilmiş yazar Berger’dı: “Siyaseti sanata sokmak şöyle dursun,” dediğini söylüyordu Dyer, Berger’ın kendisini eleştirenlere New Statesman gazetesinde verdiği bir cevapta, “asıl sanat her zaman siyasete götürmüştür beni.” Ama Dyer için Berger’ı büyük ve önemli kılan şeyler bu (sanki azıcık kof) çözümden çok 1. “janrların geleneksel hiyerarşisinde” hep aşağılarda kalmış “deneme”nin İngilizcedeki en ilginç örneklerini vermiş olması ve 2. fotoğraf üzerine yazdıklarıydı.
Dyer’ın John Berger’ın denemelerinde neyi o kadar heyecan verici bulduğunu epey uğraştığım halde bir türlü tam göremesem de, Berger’dan etkilenmiş Dyer’ın yazdıklarında neyin heyecan verici olduğunu gayet iyi görebiliyorum: Hiçbir konunun uzmanı olmadan ve zaten herhangi bir konunun uzmanı olmayı da umursamadan farklı uzmanlık alanları arasında başına buyruk bir seyyah gibi gezinmek. Entelektüel serserilik. Her konunun alaylısı olmak. Haddini bilmemek. Kendi kendisi için sık sık kullandığı ifadenin (gate- crasher) tatlı Türkçe karşılıklarıyla: “davetsiz misafirlik” ya da “biletsiz seyircilik”. Akademik uzmanlığın yazının (dolayısıyla düşüncenin) etrafına çektiği biçimsel çitleri homurdanmalara aldırmadan tekmeleyip yıkmak: Müzisyen ya da müzik tarihçisi olmadan müzik, tarihçi olmadan I. Dünya Savaşı, “bir fotoğraf makinesi bile olmadığı halde” fotoğrafın tarihi ve pratiği üzerine yazmak.
Yazmak, yazmak, durmadan yazmak, ama bir o kadar da gezmek. Taşralı, yoksul bir İngiliz işçi ailesinin büyük şehre gidip okumuş ve bildiğim kadarıyla hiçbir zaman serbest yazarlığın getirdiği “akmasa da damlayan” telifler dışında bir gelir kaynağı olmamış sıska, gayretli ve zeki oğlu Dyer’ın 1980’lerle 1990’ların büyük bir kısmını Paris, Roma ve New York arasında (bayıldığım ifadesiyle) “yarı- yaratıcı bir aylaklıkla” cirit atarak geçirmeyi nasıl, hangi parayla becerebildiğine hiçbir zaman akıl erdiremedim. Yoksulluğun, “çalışarak kazandığı paradan çok harcamayarak biriktirdiği parayla geçinme” mecburiyetinin erken yaşlarda öğrettiği bir kanaatkârlık (otostop, ucuz hostel, az yemek, ödünç kitap) sayesinde muhtemelen (ya da aslında belki de “yarı-yaratıcı aylaklıkta” değer ve anlam bulagelmiş, hatta zaten bu değer ve anlamı desteklemek üzere kurulmuş bazı kurumlardan kopardığı burslarla).
(Ders 2: Evde oturma, gezebildiğin kadar gez –sadece tebdil-i mekânda ferahlık olduğundan değil, başka yerlerde seninkinden bambaşka hayatlar yaşanmakta olduğunu unutmamak ve milliyetçilik gibi aynı yerde uzun süre oturanlarda görülen hastalıklardan korunmak için de.)
Nasıl becermiş olursa olsun, Fransa’da 1920’ler kayıp kuşağının, Amerika’da 1950’ler Beat’lerinin, İtalya’da da vakti zamanında harabeleri temaşa edip içlenmiş 18. yüzyıl Romantiklerinin ruhunu “takınarak” görüp geçirdiklerini anlattığı seyahat yazıları, Dyer’ın bütün yazdıkları arasında bir (“yazar”dan daha tanımlayıcı bulacağı kelimeyle) “yazı adamı” olarak arzularını ve yazıyla yapabildiği şeylerin çeşitliliğini en canlı haliyle gösterenlerdir. Çok gezenle çok okuyanın farklı cinsten bilgilere sahip iki geçimsiz insan gibi hayal edildiği coğrafyalar ve kültürler arasında, hem gezip hem okuyarak, gezdiği yerlerde yeni kitaplardan haberdar olarak ve okuduğu kitaplarda bahsedilen yerlere giderek yaşayan, otellerde kalmayı, havaalanlarında beklemeyi, Amerikan taşrasında loş bir Edward Hopper barının ya da küçük bir İtalyan kıyı kasabasında bilmemnesi nefis küçücük bir lokantanın müdavimi olmayı (ve o barla lokantanın birbirinden ahenkli isimlerini parantez içinde sevgiyle yazmayı) seven, hem Detroit gibi terk edilmiş bir şehirdeki post- endüstriyel hem de İstanbul gibi turistik bir şehirdeki antik harabeler arasında gezinmekten (gezinirken de hep yazmak isteyip nedense bir türlü yazamadığı “harabeler” kitabını hayal etmekten) hoşlanan ve bütün bunları yaparken de mp3-çalarında haklarında sevimli bir kitap (Ama Güzel) yazdığı büyük cazcılardan (Charles Mingus, Thelonious Monk, Ben Webster) ya da onun gibi Batılı- beyaz- erkek caz- severlerin pek azının gönül rahatlığıyla cazın mağrur kapsamına sokacakları müzisyenlerden (Nusrat Fateh Ali Khan, Anouar Brahem, Rabih Abou- Khalil) ya da yeni keşfettiği ve hakkında sıcağı sıcağına, bir çırpıda, geç keşfetmiş olmanın mahcubiyeti ve geç de olsa keşfedebilmiş olmanın mutluluğuyla dolu bin beş yüz kelimelik bir eleştirel takdir yazısı yazıverdiği biri (The Necks, Stars of the Lid, William Basinski) çalan, zevkinin eklektikliğinden ve meşrebinin genişliğinden gurur duyan bir tür “uluslararası” yazar olarak çıkar Dyer seyahat yazılarında karşımıza. Sevgili Lawrence’ıyla arasındaki benzerlik de üslubunun yüzeyinde değil, olsa olsa başka iklimlere, başka manzaralara, başka seslere duyduğu bu derin ve geniş ihtiyaçta, merakta, ihtiyacımsı merakta bulunabilir.
Ama bu seyahatlerin bir noktasında da hep evini, odasını, masasını özleyeceği tutar ve yanından ayırmadığı alet çantası gibi kafasında taşıdığı ve yazılarını özenle bezemekte kullandığı alıntılar koleksiyonunun üstüne en çok titrediği parçalarından birini, mesela Huzursuzluğun Kitabı’nın kuytu bir yerinde bulup yıllarca benzeri vesilelerle tekrarlaya tekrarlaya kendisinin kıldığı Pessoa lafını bir kere daha, hüzünle, hiç üşenmeden yazar: “Nedir seyahat ve ne işe yarar? Bütün günbatımları günbatımıdır; seyretmek için kalkıp İstanbul’a gitmek gerekmez.” Dyer’ın neredeyse içgüdüsel gezip görme iştahına çenesi düşük bir yol arkadaşı gibi eşlik eden bu yarı komik yarı gamlı “yol düşüncesi”, yolun kendisinden çok varılacak yerle, oraya varıldığında olacağı düşünülen şeyle, (biraz daha soyutlayalım) “son”la, “bitiş”le, oraya sonunda varıldığında yaşanacak hüsranla ilgilidir aslında.
Olgunlaşmak, bilgeleşmek, mutlu olmak, huzura kavuşmak, aydınlanma, cennet... Bunlar romantik kandırmacalar, beyhude teselliler, turizm yalanlarıdır. Bir Hışımla’nın başlarında bir yerde, sevgilisi Laura’yla beraber Lawrence’ın 1920- 23 yılları arasında yaşadığı Taormina’daki evine vardıklarında orada “sessizce dikildiklerini” söyler ve devam eder: “Bu ânı önceki edebi hac yolculuklarımdan gayet iyi biliyordum: Bakar, bakar, var olmayan duyguları çağırmaya uğraşırsın. Kendi kendine bir mantra söylemeye çalışırsın: ‘D. H. Lawrence burada yaşadı.’ ‘Onun durduğu yerde duruyorum, onun baktığı şeylere bakıyorum,’ dersin ama hiçbir şey değişmez, her şey birebir aynı kalır: Yol, üstünde gökyüzü olan bir ev ve uzakta parıldayan deniz.” Ama her seferinde bunu yaşayacağını, yani aslında hiçbir şey yaşamayacağını başından itibaren gayet iyi bildiği halde yine de üşenmeden onca yolu teper. Yolculuğun bu üzerine çok düşünülmüş, çok yazılmış iç çelişkisini (Elizabeth Bishop: “Uzun eve dönüş yolculuğunu düşün/ Evde kalmalı ve burayı düşünmeli miydik?”) çözmekle ilgilenmez Dyer. Filozof değildir: Çelişkiyi, paradoksu çözmekle değil akıllıca gösterip kenara çekilmekle ya da mantıksal ve retorik sınırlarına götürüp orada yol açtığı küçük komik patlamayı bizimle beraber seyretmekle yetinir.
(Ders 3: Evini, geldiğin yeri, sınıfsal kökenini, katettiğin yolu, kimlere ne kadar ne borçlu olduğunu, neyi anandan babandan olduğu gibi devraldığını, neyi kendi gayretinle kendin kazandığını hep aklında tut.)
Filozof değildir, filozof olmadığının gayet farkındadır ve bunun farkında olmadıkları için filozofluk hevesleri yazarlıklarının asıl güçlü tarafını gölgede bırakmış başka bazı yazarları (en başta Albert Camus), üstlerindeki ince, küflü felsefe tabakasını üfledikten sonra okur. En çarpıcı örneği Ryszard Kapuściński olan başka bazı yazarlarıysa, sırf roman yazmadıkları ya da dertlerini “roman formunda ifade etmedikleri” için mahkum edildikleri “ikinci sınıf yazar” kaderinden çekip kurtarmaya çalışır. Kurmaca yazarlığının biraz burjuvaziye, kurmaca- dışı hemen bütün türlerinse az çok proletaryaya tekabül ettiği adaletsiz bir yazı dünyasında, “janr sosyalizmi” denebilecek bir mücadele ruhu içinde, romanın hegemonyasına meydan okur ve ezilenlerin haklarını savunur.
Kendisi de roman yazmadan edemeyen bir yazar olarak yapar bunu. Geoff Dyer’a fazla benzeyen bir karakterin, otobiyografik olduğunu bilmesek de hemen hissettiğimiz bir durumlar- ilişkiler- yerler ağı içinde bol diyaloglu küçük maceralar yaşadığı ilk üç roman (Hafızanın Rengi [The Colour of Memory], Arayış [The Search], Paris’te Kendinden Geçiş [Paris Trance]) hoş, ya da Jack Kerouac’ın F. Scott Fitzgerald’ın romanları için kullandığı (ve bizzat Dyer’dan öğrendiğim) öldürücü ifadeyle “tatlı bir şekilde lüzumsuz”dur. Üçü de Dyer’ın nasıl yazmayacağını anlayana kadar ısrarla yaptığı affedilebilir hatalar gibi görünür. Kitaplarının imrenerek baktığım uzunca listesinde, dikkatle üstünden atlamak gereken birer çukur gibi dururlar. Bir Hışımla’nın güzel hatırına Hafızanın Rengi’ni okumuş ve hemen Dyer’a vereceği kanaat notundan birkaç puan kırmış okuyucunun elini uzattığı üçüncü kitap, olması gerektiği gibi Somme’un Kaybedilişi (The Missing of the Somme) ya da Zona değil de kazara diğer iki romandan biri olursa dördüncü kitaba sabrı kalmayabilir. Nitekim 1998 tarihli Paris’te Kendinden Geçiş’in ardından, Dyer bunu anlamış gibi, yazarlık hayatının en uzun romansız dönemine girer (en güzel kitaplarından biri olan fotoğraf hakkındaki Süregiden An [The Ongoing Moment] bu dönemin ürünüdür).
Ama üç güzel kurmaca- dışı kitaptan sonra, 2009’da, ellili yaşlarından medet umar gibi kendini tutamayıp yazdığı dördüncü romanını çıkarır. Kitabın birbirinin ayna imgesi gibi tasarlanmış hemen hemen aynı uzunluktaki iki bölümünün Venedik’te geçen ilkinde ismiyle, Varanasi’de geçen ikincisinde manidar bir şekilde sadece “o” diye anılan kahramanı Jeff’in (Sel Yayınları’nın orijinale anlaşılabilir bir sadakatsizlikle kitabın isminden düşürüp yerine “aşk” koyduğu “Jeff”in), kendi kurmaca dublörü olduğunu saklamaya çalışmaz Dyer. Ama kahramanını ilk bölümün Venedik’inde ve bienalinde kurmaca- dışı kitaplarının ya da yazılarının birinde (mesela arazi sanatının iki kâbesine, Walter De Maria’nın New Mexico’daki “The Lightning Field”ıyla Robert Smithson’ın Utah’taki “Spiral Jetty”sine yaptığı ziyaretler hakkındaki uzun, yoğun, güzel New Yorker yazısında) kendisinin gezdiği gibi gezdirmenin anlamını ya da anlamsızlığını her nedense, her nasılsa kafaya takmaz.
(Ders 4: Hayranlığını, beğenini, takdirini ifade etmekten çekinme! Düşman kazanmaktan korkma! Klişeyi, dilde savrukluğu, olay örgüsünde rastlantıyı bir saniye bile hoşgörme! “İçinden geldiği gibi” yazan “samimi” yazarları okumakla da, öyle bir yazar olmaya çalışmakla da vakit kaybetme!)
Hâlbuki çok acımasız da olabildiği kitap eleştirisi yazılarında (aklıma Jay McInerney hakkındaki nefis, ağır yazısı geliyor) başkalarının romanlarını tabi tuttuğu ve kurmaca- dışı kitaplarında çeşitli vesilelerle hep baştan formüle etmeye, billurlaştırmaya, neon harflerle bir bina duvarına asılabilecek veciz bir yazarlık düsturu haline getirmeye çalıştığı temel kriter budur. Okuduğu her romana, ne kadar büyük bir hayranı olduğunu bir sürü vesileyle ifade ettiği Don DeLillo’nun hayal kırıklığı içinde okuduğu bir romanı (Point Omega) hakkındaki yazısında sorduğu çok doğru soruyu sorar: “[Bu kitabın konusu] bir deneme değil de bir roman formunda ifade edilmiş olmanın ne gibi bir faydasını görüyor?” Venedik’te Aşk, Varanasi’de Ölüm’ün, tek bir kelimesi değiştirilmese, sadece anlatıcısının adı Jeff’ten Geoff’e çevrilse bile bu soruyla terlemekten kurtulacağını, sihirli değnek değmiş gibi bir anda, roman olmayan çok daha güzel bir kitaba dönüşeceğini düşünüyorum.
T. S. Eliot, yirmili yaşlarında keşfedip bütün yazdıklarını yutar gibi okuduğu Fransız şairi Jules Laforgue’dan öğrendiği şeylerden bahsettiği bir yazısında, “Bana yaşattığı da, muhtemelen daha önceleri ve daha sonraları kendisini okuyan başkalarına yaşatmış olduğu şu aydınlanmaydı,” der: “Şiir aslında kendi yaşadığımız zamanın fikir ve duygularını, kendi zamanımızda hâkim olan fikirlerin duygusal boyutlarını zannettiğimizden çok daha fazla konu edinebilir.” Sanatçının geçmişi eşelerken de gelecekle ilgili hayallere dalarken de asıl meşguliyetinin bütün doluluğu ve canlılığıyla kendi “şimdi”si olması gerektiğini hatırlatan bir ders olarak okuyorum bu cümleleri. Dyer’ın bana yaşattığı da, muhtemelen daha önceleri ve daha sonraları kendisini okuyan başkalarına yaşatmış olduğu şu aydınlanmaydı: Yazdıklarımız kendi yaşadığımız zamanın fikir ve duygularını, kendi zamanımızda hâkim olan fikirlerin duygusal boyutlarını, kimsenin beklemediği, kimsenin hazırlıklı olmadığı, kimsenin daha önce benzeriyle karşılaşmadığı, o yüzden de herkesin başta biraz yadırgayacağı, ama okudukça, er geç, herkesin olmasa da bazı okuyucuların çok ama çok seveceği yollarla konu edinebilir.
(Ders 5: Goncourt Biraderler’in 15 Nisan 1867 günü günlüklerine yazdıkları şeyi aklından çıkarmayan yazarlardan ol: “Her şey eşsizdir, hayatta her şey sadece bir kere olur. Bir kadının sana günlerden bir gün verdiği fiziksel haz, günlerden bir gün yediğin nefis yemek –ikisiyle de bir daha karşılaşmayacaksın. Hiçbir şey tekrar etmeyecek, her şey bir kerelik ve benzersiz.)