Haluk İnanıcı: Geçmişin hesabını hukuk yoluyla sormak için bir toplumun geçmişiyle yüzleşme iradesi, arzusu gerekiyor. Bugün “evrensel hukuk değerlerine” itibar etmeyen iktidarların da hukuka ihtiyacı olacaktır.
30 Kasım 2015 13:10
Haluk İnanıcı’nın alanında önde gelen, uzman hukukçular eşliğinde yayınladığı ve İletişim Yayınları’ndan çıkan Türkiye’de Hukuku Yeniden Düşünmek isimli derleme, Türkiye’deki siyasal ve ekonomik tüm tecrübelerin altında yatan hukuki yapıya dair birçok tema etrafında kapsamlı bir derleme sunuyor. Ekolojiden internet hakkına, ifade özgürlüğünden anayasaya birçok temanın ele alındığı kitabın derleyeni Haluk İnanıcı ile konuştuğumuzda Diyarbakır Barosu Başkanı Tahir Elçi’yi henüz kaybetmemiştik. İnanıcı’nın sonradan eklediği cevabı eşliğinde tarihindeki en kara dönemlerinden birini yaşayan Türkiye hukuku üstüne bir söyleşi çıktı ortaya.
Yurttaşların hukuk ile ilişkisinin yalnızca mağduriyet seviyesine indiği bir dönemde Türkiye ve hukuk üzerine yazan insanları bir araya getirmek iyi olduğu kadar riskli de bir fikir. Zira her şeyin dava konusu olduğu bir dönemdeyiz. Önce buradan başlayalım. Kitap fikrini ortaya çıkaran neydi? Kitapta yer alacak temaları nasıl belirlediniz?
Kitap fikri geçen yılbaşı öncesinde oluştu. Hukukun her gün konuşulduğu, medya mahkemelerinin kurularak kararların yargıç gibi bir iki günde verildiği; yürütme organında görev yapanların, gazetelere, gazetecilere, patronlara doğrudan suçlamada bulunabildiği, savcıların bundan vazife çıkardığı, hâkimlerin evrensel hukuk ilkelerini umursamadığı ülkemizde “hukuk”un her fırsatta ciddi düzeyde tartışılması gerekiyor. Bu aynı zamanda büyük bir ihtiyaç… Aslında “hukuki düzeysizliği” şiar edinmiş, gazeteci unvanını taşıyan bazı kişilerin, yayın organlarının hukuki konularla ilgili bilinçli olarak karışıklık yaratmayı arzu ettiğini de görüyoruz. Bunlar birilerinin algı yöntemi yaptığını ileri sürüp kendileri algı yönetimi yapmaya kalkışanlardır. Bu durumun referans niteliğindeki hukuki kaynakların önemini arttırdığını düşündüm.
Türkiye’nin önemli hukuki konularını belirledim. Doğaldır ki, sorunlu hukuk alanlarının hepsine kitapta yer vermek mümkün olmadı.
Kitapta birçok yazarı bir araya getiriyorsunuz. İş kanunundan güvenlik yasalarına, çevreden internete geniş bir çerçeve oluşturmuşsunuz. Ortaya konan fikirlere baktığımda siyasal ve hukuki bir program çıkarılabilecek bir çerçeve görüyorum. Kitabın böyle bir siyasal rehberlik misyonu var mı?
Siyasal rehberlik misyonu gibi bir amacı yok kitabın. Bu çok iddialı bir hedef olurdu zaten. Ancak siyaset ve hukukla ilgilenenlerin yararlanacağı çok değerli yazılar var… Belirttiğim gibi hacmi arttıracağı endişesiyle yer veremediğimiz öyle çok yakıcı hukuk konusu kaldı ki, geride… Sayıştay, idari yargı, savunma hukuku alanlarına giremedik bile. “Kanun nasıl yapılır” konularına değinemedik.
Hak ve hukuk söyleminin siyasal partiler açısından oy toplama amaçlı bir taktik olarak ele alındığını söylüyorsunuz kitabın giriş metninde. İktidara gelindiğinde ise işlerin değiştiğini söylüyor ve bunu geçmişten bugüne sağ iktidarlar üstünden örnekliyorsunuz. Birbirini izleyen bu iki cümle 2002’deki AKP ve reform rüzgârının nasıl tersine döndüğünü anımsattı bana. Peki, öyle mi? Dünyada hak ve özgürlükler temelinde bir söylemle iktidara gelip bu vaatlerin arkasında duran örnekler yok mu?
İktidar ve hukuk arasındaki ilişki tüm “eşitsiz toplumlar”da benzer mekanizmalar üzerinden kurulmakla birlikte, demokratik toplum düzeyine göre de şekilleniyor ve farklılıklar içerebiliyor. Demokratik hukuk toplumlarında iktidar ve hukuk arasındaki ilişkiyi düzenleyen anayasa/toplumsal mutabakatın rolü o toplumlar için daha önemli bir yer teşkil ediyor. Demokratik hukuk anlayışının gelişmediği ülkelerde ise, “Anayasayı bir kez ihlal etsek ne olur,” “Fiili olarak anayasa değişmiştir,” gibi ifadeleri sıkça duyuyoruz. Bu tür ifadeler aslında “Hukuk bizi fazla ilgilendirmiyor,” anlamına geliyor. Bu tür ifadeler karşısında demokratik refleksimiz yok denecek kadar az. İlginçtir, AKP iktidarının hukukla, yargıyla arası ilk dönemde hiç de iyi değildi. O zaman hukuka ve yargıya, içinde haklılık payı olan ciddi eleştiriler yöneltiliyordu. Zaman zaman ses yükseltiliyordu. 17-25 Aralık olayından sonra yaratılan Paralel Yapı düşmanlığıyla yargı ve hukuk sindirildikçe iktidar eleştirisinin azaldığını görüyoruz. Özetle Türkiye’de “benim yargım,” “benim hukukum” anlayışı geçerlidir. Türkiye’de yargı iktidarın arzularını yerine getiriyorsa, bu arzulardan “vazife çıkartıyorsa” o yargı “bağımsız yargı”dır!
Dünya da tabii ki çok olumlu örnekleri var. Bunların başında Büyük Britanya geliyor. Orada yazılı anayasa bile yok. Ama toplumsal mutabakatlar demokratik hukuk teamülleriyle yani çok yüksek bir bilinç düzeyiyle sürdürülüyor. Ancak bunu belirtirken bile çok temkinli olunmalıdır. IRA döneminde Büyük Britanya’nın uygulamaları, 11 Eylül hadisesi sonrasında ABD’de getirilen Vatandaşlık Kanunu, Sarkozy zamanında çıkan “iletişim sınırlama”ları, son Paris olaylarından sonra getirilen düzenlemelerde görülüyor ki, bu ülkelerde bile “güvenlik/terör” gerekçesiyle seçilen ilk kurban hep “hak ve özgürlükler” oluyor.
AKP döneminde hukukun siyasi meselelerde, özellikle de Özel Yetkili Mahkemeler dönemiyle birlikte bir araç olarak kullanıldığını gördük. KCK, Oda TV, Ergenekon ve Balyoz tipi birçok operasyon başladı, devam etti, sonuçları oldu, ardından bir anda itibarsızlaştırılarak kapatıldı. Bir anda kendilerini içeride bulan insanlar siyasal iklimdeki değişikliklerle kendilerini bu sefer de dışarıda buldular. Bir hukukçu olarak Pardon filmini de andıran bu durumun siyasi itibarla ilişkisine nasıl bakıyorsunuz?
Tabii konu “Pardon” diyerek geçiştirilecek bir şey değil. Öncelikle hukuk, özellikle ceza usul hukuku, suçluların adil yargılanmasını sağlamak kadar, suçsuzların da ortaya çıkmasını önemser. Bu nedenle hem filmde hem de konumuz itibariyle “pardon” kelimesinin karşılığı acı bir gülümsemenin ötesinde; bizzatihi acının kendisidir.
Bu çağda hiçbir iktidar ilanihaye sürmeyeceğine göre her iktidar bir gün “iktidardan düşmeyi de tadacak”tır. En azından o dönemde, bugün “evrensel hukuk değerlerine” itibar etmeyen iktidarların da hukuka ihtiyacı olacaktır. Cemaat mensubu savcı ve yargıçlar bu gerçeği halen çok sıcak olarak yaşıyorlar…
Siyasi itibar, gelişmiş demokratik ülkelerde daha önemlidir. Gelişmemiş ülkelerde “gemisini yürüten kaptan”dır. “Benden sonrası tufan”dır. Ayrıca ülkemizde daha kötü bir gelenek var. Siyasi iktidarlar “ilkel sermaye birikiminin”de aracısı oluyorlar. Bu CHP ve AKP açısından çok farklı değil. Aralarındaki fark ikincisinin belki bu konuda hem çok becerikli olması hem de zirveyi zorluyor olmasıdır. Neticeten, Türkiye’de siyasette en ucuz şey “siyasi itibar”dır maalesef.
İtalya’nın hakkında inanılmaz suçlamalar bulunan eski başbakanı Giulio Andreotti öldüğünde arkasından mafyayla bağlantıları gerekçesiyle devlet töreni düzenlenmemişti. İtalya’nın hâlâ Andreotti döneminde de varolan birçok problemle başa çıkmaya çalıştığını biliyoruz. Sizce örneğin Evren’i bile resmi devlet töreniyle uğurlamış Türkiye için geçmişe dönük hukuki soruşturmaların hakkıyla gerçekleştirilmesi mümkün mü? Bunun için önerebileceğiniz bir yol var mı?
Geçmişin hesabını hukuk yoluyla sormak için bir toplumun geçmişiyle yüzleşme iradesi, arzusu gerekiyor. Türk halkı henüz geçmişindeki hiçbir konuyla yüzleşmeyi, hesaplaşmayı başarabilmiş değil. Belki de bu yüzden büyüyemiyor, çocuk kalıyor hep. 12 Eylül’le yüzleşmemiş bir toplum 12 Eylül’ün hesabını sorabilir mi ki? Ayrıca bu konuda fiili bir zorluk da var. Geçmişin tüm kurumlarını miras alarak sürdüren bir iktidar, geçmişten nasıl hesap sorsun. Politik-hukuk dünyamızda artık bir darbımesele dönüşmüş bir ifade var: “Nereye uzanırsa uzansın sonuna kadar gidilecektir…” Sanılır ki bu mesaj toplumadır. Hâlbuki “suçlular”a mesaj verilmektedir. Darbımesel, “Merak etmeyin olayı en kısa sürede kapatacağız ya da çözümsüz hale getireceğiz.” Bu darbımeselin hâkim olduğu bir ortamda hukuk, hele hele geçmişle hesaplaşabilen hukuk nasıl yeşerebilir ki?
Belki AKP ile ilk defa ciddi bir fırsat yaratılmıştı. AKP’nin parti olarak 12 Eylül’le, kirli devlet işleriyle bir suç ortaklığı yoktu; güçlü bir tabanı vardır. Bu konuda ciddi bir arınma süreci başlatabilirdi. En azından bu hedefin önünde hiçbir engel yoktu. Ne var ki, sürekli Anayasa’yı değiştirmekten, demokratikleştirmekten bahseden AKP geçmişin Siyasi Partiler Yasası, Seçim Barajı, YÖK vb. bütün kurumlarını sahiplenmekte, üstelik kendi iktidarını yerleştirmek için kullanmaktadır. Son dönemde ise iktidar doğrudan 12 Eylül söylemini benimseme yolunda ilerlemektedir.
Geçmişle yüzleşmek için, demokratik bir hukuk düzeni için kitabın giriş yazısında ve ikinci yazımda bir öneri var aslında: Hukuk taleple ve tüm tarafların demokratik-çatışması sonunda ortaya çıkacak, gelişebilecek bir ideoloji-yapıdır. O halde tüm toplum kesimlerinin, örgütlerin, vatandaşların hukuk üretimine katılması, hukuk talep etmesi en önemli başlangıçtır. Bu süreç başlatılabildiğinde gerisi mücadele-öğrenme süreci içinde gelecektir.
2015 Mayıs ayı başında yargıçların verdikleri kararlardan dolayı yargılanması meselesine hukukun taban yaptığı bir nokta olarak bakıyorsunuz. Bu tepkinizin hukuki ve siyasi sebepleri neler? İki ayrı kategoride sormamın sebebi işin teknik kısmına ilişkin bir itirazınız olup olmadığını öğrenmek.
Konu zaten hukuken anlaşılabilecek bir konu değil. Siyaseten anlaşılabiliyor. AKP iki yıl önceki ortaklarıyla köprüleri attığı ve büyük bir karşı atak geliştirdiği için, kendine düşmanlık yaptığına inandığı Cemaat’e devletin tüm güç ve imkânlarıyla saldırması kapsamında anlaşılabilecek bir olaydır, iki hâkimin tutuklanması. “Siyaseten yapılan bu işlemler hukuki midir,” sorusuna gelince soru çok nettir. Bu iki hâkime yapılanların hukukla hiçbir ilgisi yoktur. O iki hâkimin önceki dönemde (Cemaat-AKP ortaklığı döneminde) şayet üyesiyseler, üyesi oldukları cemaatin savcı-hâkim-polis yapısıyla icra ettikleri hukuksuzlukları, hukuk kültürüne ektikleri kötülük tohumlarını değerlendirmek başka bir yazının konusudur. Ayrıca belirtmek gerekiyor ki, bugün yaşananlardan da daha önemsiz değildir… Bu ayrı bir makalenin konusudur. Ama buna değinmek, onlara yapılan hukuksuzluğu anlamamıza engel olmamalıdır. Konumuza dönecek olursak, Hidayet Karaca bir gazetecidir. Gazeteciliğinin iyiliği kötülüğü, geçmişte yaptıkları da konumuz değildir. İki hâkimin süreçte bu “tutuklu gazeteci” ve diğerleri için verdikleri kararlar hukuka uygun kararlardır. Anayasamıza göre derhal uygulanması gerekirken, yerlerine atanan hâkim tarafından, hukuksuz olarak tanınmamış, önceki kararlar savcılar tarafından uygulanmamıştır. Bu davranış, Cumhuriyet tarihinin en kötü örnekleri arasındadır. Hele hele en az 15 yıllık kıdemli birinci sınıf iki hâkimin terörist ilan edilmesi ve daha sonra yapılanlar, soruşturma sürecindeki hukuksuzluklar, tutuklanmalarını hukukla açıklamak mümkün değildir. Bu kadarını söylemekle yetinelim.
Türkiye’deki mevcut hukuksal yapıyı göz önüne aldığınızda AKP’nin hukuk alanında bundan sonraki ajandası sizce ne olabilir?
Bugün Can Dündar ve Erdem Gül’ün tutuklanmasıyla; ajandanın, “kayyum hadisesine” ilk sayfa dersen, ikinci sayfası açılmıştır. İlk sayfa “teşebbüs özgürlüğü”ne, ikinci sayfa “ifade özgürlüğü”ne yöneliktir. Ajandanın diğer sayfaları da sırayla açılacaktır. İktidar, kendisini öven, şakşaklayan gazete ve gazeteciler dışında bir basın-iletişim istememektedir. Giderek, kendisine samuray selamı vermeyen bütün işadamları da bu süreçten paylarını alacaklardır. Sadece Cemaat sermayesine kayyum atandığını sanan iş dünyası zamanla yanıldığını anlayacaktır.
2011 Genel Seçimleri’nden sonra herkes yeni bir anayasanın yapılabileceğinden bahsediyordu. Bu seçimlerde iklim değişti, içeride ve dışarıda herkes savaştan bahseder oldu. Önce şunu soralım 2011’de de olsa 2015’te de, Türkiye toplumunun şu anki polarize durumu düşünüldüğünde sizce üstünde uzlaşılmış bir anayasa mümkün mü?
Elbette mutlak bir mutabakatla anayasa yapmak hiçbir zaman mümkün değildir. Ancak anayasa değişiklikleri üzerinde en azından iktidar ve ana muhalefet partilerinin anlaşması anayasanın ömrünü uzatır; adalet-hakkaniyet açısından değerini büyüten bir yöntem olur. Ancak bugün böyle bir uzlaşmanın çok değil, çok çok uzağındayız… Bugün anayasa değişikliği, iktidar açısından kendi arzusunun yasalaşması, bunun için plebisit yapılması anlamına gelmektedir.
Şimdi de soruyu şu şekilde soralım. Türkiye’deki etnik, dini ve sınıfsal bölünmüşlüklere anayasa ile ne kadar müdahale edilebilir. Hak ve özgürlükleri garanti altına alan bir anayasa Türkiye için mevcut siyasi yapı ile koruyucu olabilir mi?
Tabii ki olabilir. Tüm taraflar kendilerinin ve çocuklarının geleceklerini düşünerek “hak ve özgürlükler” söylemini uzlaşma zemini olarak ortaya koyarlarsa geniş katılımlı bir mutabakat anayasası çıkarmak her zaman mümkündür. Böyle bir anayasa, etnik temelleri ortaya çıkartarak değil, onları koruyacak genel söylemler üzerinden mümkündür. Örneğin meşhur Dolmabahçe mutabakat metni bence hiç de küçümsenecek bir metin değildir. Ülkemiz açısından bir ilaveyi söylemek gerekirse, “Kürt Sorunu”nu merkeze koymayan, o tarafı memnun etmeyen hiçbir anayasal çalışma sonuç alıcı olmaz.
Kürt Sorunu’nda 2015 yazı yeni bir durumu ortaya çıkardı. İktidar da muhalefet de özyönetim kavramını tartışmaya açtı. Siz özyönetimin ulusal ve bölgesel olarak hukuk uygulamaları konusunda ne düşünüyorsunuz? Sizce daha adil, hak ve özgürlük temelli bir yönetim, özyönetim etrafında gerçekleşebilir mi?
Bu kavram üzerinde yeterince tartışıldı mı, içi yeterince dolu mudur tam kestiremiyorum. Fazla bilgim yok. Eğer bununla federasyon denilmek isteniyorsa doğru isimle tartışılsın. Yok, yerinden yönetim, yerel yönetimlerin güçlendirilmesi hedefleniyorsa böyle tartışılmalı. Toplumsal uzlaşma, taraflar için aynı anlamı ifade eden kavramlarla tartışılmalı. Toplumsal hafızanın çok güçlü olmadığı ülkemizde özellikle Kürt sorununu tartışırken yeni kavramlar yerine mevcut kavramlarla sorunu çözmeye çalışmak daha sonuç alıcı olabilir. Yanlış anlaşılmamak için bir örnek vereyim. Anayasadaki Türk tabiri yerine Türkiyeli tabirini kullanmanın tartışıldığı bir anda, konuyu yeni bir kavramla tartışmaya kalkmak bence karşılıklı anlaşılmayı zorlaştırıyor.
Kitapta internet ile ilgili bölümü Fikret İlkiz yazmış olsa da bu söyleşi de bir internet mecrasında yayınlanacağından size bir soru yöneltmek istiyorum. Türkiye’deki internet, statü problemi başta olmak üzere birçok problem gereği her geçen gün devlet müdahalesine daha açık hale geliyor. Sizce bu noktada bir çıkış yolu var mı? İnternet özgürlüğü konusunda, bu işi çözdüler diyebileceğiniz bir örnek var mı?
İnternet alanı dünyadaki bütün iktidarların korkulu rüyası… Çünkü bir gazetecinin deyimiyle “İnternet Sokaktır.” Lakin bu sokak, tüm dünyanın önüne serilmektedir, isteyen içine girebilmektedir. Bu açıdan iktidarları da çok korkutuyor. Örneğin WikiLeaks belgeleri yayınlandığı zaman ABD iktidarının korkması gibi. Kitaptaki yazımda değindiğim gibi internetin de içinde yer aldığı “ifade özgürlüğü” alanı otoriter eğilimlerin arttığı dönemlerde ilk hedef tahtası. İktidar kendisini eleştiren dil istemiyor. Pohpohlanmak istiyor. Bu arada ilkel sermaye birikimi nedeniyle işlenen suçlar ortaya saçılsın istenmiyor. Bir şeyin bilinmesi istenmiyorsa ilk saldırılan alan ifade özgürlüğü alanı oluyor. Bu çerçevede internet özgürlüğü çözülecek bir sorun değil, “bizzatihi mücadele alanının” kendisi. İktidarlar güçlendikçe, şu veya bu nedenle otoriter eğilimlerin arttığı dönemlerde “ifade özgürlüğü/internet” alanında sınırlandırmalara gidileceği bu alanların hedef seçileceğini söyleyebiliriz. Bu konuda tek şansımız, internet bir teknolojik altyapıya dayandığı için bu teknolojik altyapı hemen karşıtını yaratıyor. Tüm yasakları bir anda etkisiz hale getirebilecek yöntemler sunabiliyor. Bunu iktidarların da işinin kolay olmadığını belirtmek amacıyla söyledim. Konuya tersten baktığımızda şunu söyleyebiliriz: Dünyada nerede bir otoriterleşme varsa orada ciddi sömürü, kaynak transferleri, ilkel sermaye birikimi vardır. Otoriterleşmenin –ki buna yeni sağ ideoloji dalgaları eşlik eder- küreselleştiği dönemlerde de küresel soygunlar, kaynak transferleri söz konusudur. İfade özgürlüğü alanına yapılan müdahalelere ve saldırılara bu gözle de bakılabilir.
Cumartesi günü, Türkiye hukuku açısından da Türkiye’deki barış umudu açısından da kara bir gün yaşandı ve Tahir Elçi bir silahlı saldırı sonucu öldürüldü. Bir hukukçu olarak ne düşünüyorsunuz?
Tahir Elçi suikastı insan hakları aktivistlerine, hukukçulara, baro başkanlarına, entelektüel kesime yönelik bir ihtar niteliği taşımaktadır. Mermi çekirdeğinin kafatasından dışarıya çıkması ve olay yeri incelemesi esnasında bu çekirdeğin bulunmamasıyla fail daha şimdiden karanlıklara karışmıştır. Ayrıca enseden öldürülmesi de 90’lı yılların başına bir gönderme hissi uyandırıyor. Daha ilk bakışta profesyonel bir cinayet olduğu görülüyor. Bunu yapanlar, benzer süreçleri uygulamakta tereddüt etmeyeceklerini ifade etmiş oluyorlar. Maalesef yiğit bir Türkiyeliyi kaybettik. Yaptığı “Çocuklara, kadınlara, erkeklere kıymayın efendiler,” diyerek barışa davet etmekten ve düşünceleri için, demokratik bir hukuk devleti için mücadele etmekten ibaret olan bir avukat, bir insan, iki çocuk babası öldürülmüştür. Türk halkı büyük bir sınav vermektedir. Umarız vicdan galip gelir, bu cinayeti işleyenler ortaya çıkartılır…