Harold Bloom’un ardından: Ihlamur Sokağı’nda soğuk bir gün

Bloom hüzünlüydü ama umutsuz olduğunu sanmıyorum. Edebiyatın geleceğine ilişkin öngörüsünü sorduğumda şu cevabı almıştım: “Hiçbir şeyin hayal gücüne dayalı edebiyatı öldüreceğini düşünmüyorum"

05 Aralık 2019 12:30

Ihlamur Sokağı’ndaki ahşap görünümlü evinde, New England’ın kesif soğuğunu sıcak bir meyve çayının kırdığı ikindi vakti, parmağını kaldırıp yazdığı tek romanı da tavan arasında tuttuğunu söylerken hatırlayacağım Harold Bloom’u.[1] Ekim’in 14’ünde 89 yaşında öldüğünde edebiyat eleştirisini şekillendiren metinleri yazdığı ve Yale’i edebiyat eleştirisinin iki kutbunun bir ucuna yerleştirdiği şehirde New Haven’daydı yine. New York City’deki dairelerine yılın belli dönemlerinde gidip gelseler de, eşi Jeanne Gould ile çoğunlukla New Haven’da yaşıyorlardı. 2002’de geçirdiği açık kalp ameliyatından ve 2008’de düşüp kalçasını kırdığından beri hareketleri yavaşlamıştı. Evin içinde bile bastonla geziyordu. Uzun bir yemek masasının ucunda, birikmiş kitapların arasında ya da sokağa bakan bir köşeye yerleştirilmiş puflu koltuğunda oturuyor, kitaptan kulelerle çevrili yaşıyordu. Evinden çok da uzak olmayan üniversiteye ders vermek için gitmeye devam ediyordu. Bloom neredeyse sonuna kadar okula gitmekte ya da o ünlü “fildişi” kuleye çıkmakta ısrar etti, ölmeden dört gün önce son seminerini verdi, öldükten bir gün sonra yeni bir kitabı çıktı. “Beni bir ceset torbasında çıkaracaklar sınıftan” diyordu. 

O fildişi kule onu entelektüel ve fiziksel anlamda koruyabilmiş miydi? Sanırım gerçek dünyada o kule yıkılalı aslında çok oldu. Bloom kendi kulesini ise şöyle muhafaza ediyordu: Yale’de bölümüyle bağlantısını idari olarak sürdürmüyor, doğrudan dekana hesap veriyor, edebiyat akademisinin, eleştiri dünyasının fiziksel bir parçası olarak hareket etmeyi reddediyor, özerkliğini ilan ediyordu. Edebiyat eleştirisi için alışılmadık bir şekilde çok satan Harold Bloom kırkın üzerinde kitap yazdı ve yüzlerce kitabın da editörüydü. Bu üretkenliği ve çok satması popülist olarak nitelendirilmesine neden olsa da bir kitabın editörlüğünü yapması ya da önsözünü yazması kitabı pazarda yükseltmek için yeterliydi. 

Bloom’la görüşmelerimde çocukluğuna yaptığı vurgu, edebiyata beş yaşından beri bağlı olduğunu ısrarla anlatışı beni hep çok etkiledi. İkinci nesil bir göçmen Yahudi aileden geliyordu ve Bronx’ta geçmişti çocukluğu. Hayatını kaybettiğini öğrendiğimde çocukluğundan bu yana edebî karakterlerle yaşayan ve sıradan bir sohbette bile sözlerinin hatırı sayılır bölümü bu karakterlerden yaptığı alıntılardan oluşan bu “edebiyat ikonunu” ömür boyu ona eşlik etmiş olan karakterler giderken de yalnız bırakmamış olacak diye düşündüm. Bunu söylememin nedeni özellikle son dönemde “karakter” üzerine daha çok kafa yorduğunu görmem. Son kitaplarında Shakespeare karakterlerini inceliyordu, henüz iki yıl önce Lear, Falstaff, Macbeth, Iago, Cleopatra üzerine birer kitap yazdı. Hep şöyle düşündüm: edebi karakterlerin gerçeğe, gerçek bir dünyanın etkileşim içindeki sakinleri olmaya en çok yaklaştıkları yerlerden biri olmalı Harold Bloom’un zihni. Ama şunu da eklemeli: bu dünyada kendisinin tanımladığı “kanon” dışındaki karakterlere yaşam alanı pek yoktu. Ardından Times Literary Supplement’te yazdığı “A Resentnik Writes…” adlı makalede Elaine Showalter bunu bir tür “mutlu cehalet” (happy ignorance) olarak tanımladı. 

Bloom, “Hınç Okulu”na karşı

Showalter’ın kendini “resentnik” ilan etmesi, Bloom’un çok tartışmalı bir kategorizasyonuna karşılık geliyor. Türkçeye çevrilen iki kitabından biri olan Batı Kanonu’nda (The Western Canon, 1994) hınç okulu (school of resentment) diye adlandırdığı ya da etiketlediği ve Batı kanonunu genişletmeye çalışanlar olarak nitelendirilebilecek, Bloom’un sınıflandırmasıyla “Feministler, Marksistler, Lacancılar, Yeni Tarihselciler, Yapısökümcüler ve Göstergebilimciler”... Showalter eleştiri metninde Bloom’un özellikle feminist eleştiriyi hedef aldığını ancak feminist eleştiri hakkında da “mutlu cehaletini” koruduğunu yazdı. Öte yandan Showalter’ın da alıntıladığı gibi Bloom eleştirisinin kadın düşmanlığından ya da eşit haklara inanmamaktan kaynaklanmadığını vurgularken, sadece feminist eleştiri için değil edebiyat eleştirisi için de şöyle bir kısas koyuyordu: politik olanın eleştiride yeri yoktur. Bloom’a Showalter’dan önce de zaten sıkça yöneltilen bu eleştirilerin temelinde estetik olanın politik olanla zorunlu olarak çelişmediği, her edebi üretimin bir şekilde zaten politik olduğu ve “Batı Kanonu”nun ölçütünün Bloom’un kendi estetik tercihlerine dayandığı vardı. 

Bloom’la hınç okulu ve Amerikan edebiyat akademisi hakkında konuşma fırsatı bulmuş ve eleştirilerini dinlemiştim birkaç yıl önce. Şöyle özetlemişti eleştirisini ya da kaygısını: 

“Edebi eğitim ve eleştiri pratiğine ilişkin eleştirim son elli yıldır estetikten kendini soyutlamış, onun gerekliliğini unutmuş olması. Bir şiir hakkında konuşurken tarihsel faktörleri hatta biyografik faktörleri ulusal eğilimler bağlamında ele almak mesela. Bu, bir şiiri şiir yapan şeyin ne olduğunu, aynı şekilde şairi şair yapanın ne olduğunu anlamaya çalışmanın yerini aldı. Shakespeare’de, Whitman’da, Goethe’de olan o şey neydi, onları herhangi biri değil de şair yapan? Bunu bulmak çok zor işte. Öteki yaklaşımın derin estetik hazla, güzel olanla ilgisi yok. Bu anlayış tahrip edildi, kayboldu. Amerikan üniversitelerinde edebiyata bu şekilde yaklaşan çok az insan kaldı.”

Onları herhangi biri değil de Shakespeare, Goethe, Whitman yapan Bloom’a göre dehaydı (genius), bu dehaya “daemon” ve “ilham perisi” de diyecekti. Ölümünden bir gün sonra çıkan, Amerikan edebiyatında dehanın izini sürdüğü ve bir kanon oluşturmaya çalıştığı son kitabı The American Canon’da ölçütü yine aynıydı. Kitabın alt başlığı da “Literary Genius From Emerson to Pynchon” (Emerson’dan Pynchon’a Edebi Deha) olarak belirlendi. Bloom dehaya olan inancını 2015’te The Daemon Knows (Daemon Bilir) adlı kitabında da yazmıştı. Bloom’un eleştiri külliyatının ışığında belki şu söylenebilir, Bloom kavramlarının peşini hiç bırakmadı aslında, geliştirdi, genişletti, değiştirdi, kendisiyle çelişti ve kendisini aşmaya (surpass/emulate) gayret etti. Zihninde süren bu yolculuk, çarpışan karakterler ve kavramlar bana kalırsa onun yaşam enerjisiydi. 

Shakespeare: Döngüsel Bir Figür

Bloom’un saf estetik ölçütlere dayalı eleştiri anlayışına göre Shakespeare edebiyatın tanrısı, öncüsü, kaynağıydı. Ardından Chaucer ve Kafka gibi Batılı yazarları sıralıyordu. Bu sıralamanın ve Batı Kanonu’nun sonunda verdiği listenin çoğunlukla Batılı beyaz erkeklerden oluşması eleştirildi. 1990’da yayımladığı Shakespeare: An Invention of the Human (Shakespeare: İnsanın İcadı) bu savını temellendirmek için yazıldı. Shakespeare üzerine konuştuğumuzda Bloom onu şöyle tanımlamıştı: “edebiyatın sınırlarının ötesine geçen döngüsel bir figür”. Bloom Batı kültürü özelinde sadece bir yazar ya da eleştirmenin değil, sıradan bir insanın da zihnini Shakespeare’in şekillendirdiğini söylüyordu. Endişe de ona göre tam da buradan, Shakespeare’den başladı. 

Saatte dört yüz sayfa okuyabildiğini söyleyen Bloom’un en önemli özelliklerinden biri fotografik hafızası sayesinde yapılan bir alıntının devamını ezberden okumaya devam edebilmesiydi. Elbette daha çok kanonun tepesindeki kitaplardan alıntıları… Yine de bu özelliğinin tartışmalı “etkilenme endişesi” kavramının kaynaklarından olduğunu düşünüyorum. Kitaplar arasındaki bağlantıları, metinlerarasılığı bu sayede çok daha kolay fark/tespit edebilen Bloom, 1973 yılında The Anxiety of Influence’ı (Etkilenme Endişesi) yazdı. Kitap kırkın üzerinde dile çevrilerek edebiyat eleştirisini en çok etkileyen kavramlardan birini dünyaya yaydı. “Etkilenme endişesi”nin kaynağını sorduğumda “endişe tanımını Kierkegaard’ın korku ve Freud’un angst kavramlarının birleşmesiyle elde ettiğini” söylemişti.

 Bloom’un yazdıklarını ve bir karakter olarak kendi serüvenini gözlemlerken fark ettiğim şey kavramlarını geliştirirken kendini alaycı bir üslupla eleştirebilmesiydi. Bloom 2013’te Etkilenme Endişesi’nin devamı sayılabilecek The Anatomy of Influence’ı (Etkilenmenin Anatomisi) yazmıştı. “Etkilenme Endişesi okunması güç bir kitaptı, hatta eleştirel bir tartışmadan çok bir tür düzyazı-şiir bile denilebilir. Bu kitap öyle değil” dedi iki kitabın farkını sorduğumda. “Etkilenme endişesi” kavramına yöneltilen eleştirilerden biri kadın yazarların perspektifini dışlamasıydı. Showalter’a göre bu kavram kadın yazınıyla çelişiyordu çünkü kadın yazarların kendilerinden önce yazan kadın yazarlardan etkilenmesi rekabetten çok bağ (connection) üzerine kuruluydu. 

Bloom’u savunanlara göre ise bu ve bunun gibi eleştiriler iyi niyetli değildi, dogmatik ve indirgemeciydi. Üstelik kolaydı Bloom’a saldırmak, kategorik kavramları güvenli bir saldırı haklılığı oluşturuyordu. Öte yandan Bloom da boş durmuyordu, polemik içinde olmaktan hoşlanan bir havası da vardı bana kalırsa. Ancak bunu tam olarak kibirle açıklayamıyorum. Tam tersine onunla edebiyat sevgisini paylaşan herkese saygı duyuyordu Bloom, edebiyattan konuşmaktan haz alıyordu, gözlerinin içi çocukça gülüyordu, yine de hüzün duyduğu belliydi bir yandan, edebiyatın hazzı, coşkusu, dehanın görkemi nereye gidiyordu... O da biliyordu ki, fildişi kule de, eskiden gür, şimdi tiz çıkan sesiyle ölesiye koruduğu kanonu da deliniyor, başka bir okumak, başka bir yazmak, belki de başka bir tür haz almak geliyordu yerine. 

Harold Bloom hüzünlüydü ama edebiyat için tam olarak umutsuz olduğunu sanmıyorum. Daha çok hızdan şikayetçiydi, mesafeden ve yüzeysellikten. Edebiyatın geleceğine ilişkin öngörüsünü sorduğumda şu cevabı almıştım:

“Hiçbir şeyin hayal gücüne dayalı edebiyatı öldüreceğini düşünmüyorum, sorun her şeyin iletilme hızındaki aşırılık… Örneğin, şiir edebiyatın en nitelikli türüdür ve mümkünse ezberlenmeyi ister. Yani bir şekilde mümkün olan en derin anlamda bir sahiplenmeyi gerektirir. Bunun için de yavaşlamaya ihtiyaç vardır, sadece anlamak değil art arda okumak, onunla yaşamak, yıllar içinde tekrar tekrar okumak… Bugünkü bilgi hızı içinde bunu yapmak mümkün görünmüyor.”

Yaratıcı eleştiri ve orijinallik 

Çok fazla, bazen kontrolsüzce yazan Bloom’un edebiyat eleştirisindeki yaratıcılığın da temsilcilerinden olduğunu ve bugün yerleşmiş şekilde kullandığımız, eleştiri bilgimizi şekillendirmiş, öne sürdüğü birçok kavramın “orijinal” olduğunu teslim etmek gerekiyor. Ne olursa olsun Bloom’un kavramlarının ne anlama geldiğini biliyoruz ve okurken, yazarken, düşünürken bu kavramlara katılsak da katılmasak da onlar edebiyat nehrinde üzerine basarak ilerlediğimiz taşlardan. İçinde kaybolmanın işten olmadığı edebi dünyayı anlamak için bu taşları yolumuza döşeyen Harold Bloom’a tüm eleştirilerimize rağmen çok şey borçluyuz. James Wood da The New Yorker’da yazdığı “Misreading Harold Bloom” (Harold Bloom’u Yanlış Okumak) adlı anma yazısında buna işaret ediyordu. 

Masama dönüp kendi deneyimime baktığımda gördüğüm de bu. Örneğin okumakta olduğum üç kitap üzerine düşünürken Bloom’dan pek de kaçış olmadığını fark ediyorum. Umberto Eco’nun On The Shoulders of Giants’ını (Devlerin Omuzlarında) okuyor ve etkilenme üzerine onunla birlikte kafa yoruyorum ama bu Bloom olmadan pek de mümkün değil. Josef Czapski’nin bir Sovyet hapishanesinde Proust’un Kayıp Zamanın İzinde’si hakkında, kitap elinde olmadan yaptığı konuşmaları içeren Lost Time’ını okurken ise “Czapski’nin hafızasında koruyabildiği neden başka bir yazar değil de Proust’tu?” diyorum ve edebi deha fikriyle, Bloom’la meşgul oluyor düşüncem ister istemez. Üstelik son kitaplarından Possessed by Memory’nin (Hafızanın Esiri) son bölümünde, Bloom da Proust’a dönmüyor muydu nihayet? Giorgio Basani’nin The Novel of Ferrara’sını (Ferrara’nın Romanı) karıştırırken zihnim başka bir İtalyan yazara Elena Ferrante’ye kayıyor. Tanıdık gelen bir anlatım biçimi ve imajlar seziyorum, yeniden Bloom geliyor aklıma ve etkilenmenin izlerinin peşine düşmek için geçen yıllarda okuduğum Neapolitan romanlarını indiriyorum raftan. Minnetle... 

 

Notlar:

[1] Bloom’un romanı The Flight of Lucifer yazarı tarafından reddedildi. Yayımlandıktan sonra olumsuz eleştiriler almış hatta Star Wars’a benzetilmişti. 1979’da yazdığı romandan sonra Bloom bir daha kurmaca yayımlamadı. Kurmaca yazmayı sürdürdü mü bilmiyoruz, böyle bir bilgiyi kimseyle paylaşmadı.