"Kıvanç’ın bu belgeseli Hrant Dink’i toplumsal hafızaya nakşetmek için başlı başına önemli bir hamle; filmdeki arşiv görüntüleri ve sesler, Hrant’ı ‘kolektif hafıza’ ya da ‘kültürel belleğin' bir parçası kılıyor, sonsuza dek."
25 Ocak 2022 10:43
Hrant Dink öldürüleli 15 yıl oldu. Geçen yıllarda, Hrant Dink’in arkadaşları ısrarla ve zarafetle, her yıl 19 Ocak’ı anmaya devam etti ve bu süreçte adalet yerini bulmasa da en azından şu oldu: 19 Ocak’ta geçmişle hesaplaşma ve ‘daha iyi günler’ hayalinde bir araya gelenler bir hafızada ısrar edip, yaşananların unutulmasına izin vermediler. Az bir şey değil. Malumunuz, hafıza mücadelesi son derece etkili bir politik mücadeledir: Toplumlar hatırladıklarıyla olduğu kadar hatırlamadıklarıyla da kuruldukları için, toplumun bünyesini değiştirebilecek bir güce sahiptir.
Ümit Kıvanç’ın Hrant Dink anısına çektiği Hafıza Yetersiz, bu kritik hafıza-mücadelesine bir katman daha ekliyor. Kıvanç çok etkili bir şey yapıyor bu belgeselde: Hrant Dink’in yaptığı yüzlerce konuşmadan bir kolaj sunuyor ve karşımıza kanlı canlı, adeta bizimle ‘konuşan’ bir Hrant Dink çıkarıyor. “Neydi Hrant Dink’in derdi?” sorusuna detaylı, hisli ve coşkulu bir cevap veren bir kolaj. Bir hafıza-kolajı.
İşin iyi yanı şu: Hafıza Yetersiz bu karşı hafızayı bir ‘arşiv’ soğukluğu ve mesafesiyle değil, bir ‘muhabbet’ yakınlığıyla sağlıyor. Hrant bizle, adeta aynı masada konuşuyor gibi. Belgeseli izlediğimde, Hrant’ın daha çok fotoğrafları ve yazılarından bildiğim haline yeni bir hal eklenmiş oldu: Konuşan, anlatan, mimikleri ve jestleriyle yaşayan bir Hrant Dink. Ümit Kıvanç bu belgeseli yapmak istemesinin ardındaki sebeplerden biri olarak sayıyor bunu:
“Hrant konuşan bir adamdı. Hrant’tan kalacak olan yalnız yazılı metinler olamazdı. Onun nasıl konuştuğunu, nasıl anlattığını insanlar bilmeliydi. Tanımamış olanlar onu duymalıydı.” [1]
Evet, onu ‘tanımamış biri’ olarak, belgeseli izlediğimde o müthiş enerjiyi, sahihliği, temas çabasını, ‘şimdi ve burada’ olma halini ve daha da önemlisi, Hrant’ın hayatın her alanına temas eden ve ‘hayata sığmayan’ coşkusunu hissetmiş oldum. Sanki onunla uzun bir gün geçirmiş ya da uzun bir yolculuğa çıkmış gibi… Kıvanç’ın bütün bu konuşma arşivine eklediği görüntüler ve sesler de, Hrant Dink’in o her an, her şeye temas edebilen ve mevzuyu müthiş metaforlarla anlatan halini pekiştiren görsel-işitsel metaforlar sunuyor, filmin ‘affect’ini ve ‘pathos’unu artıran metaforlar.
Filmi izlemek insana şunu da hissettiriyor: Hrant’ın yaşarken ayak basmadığı hiçbir tartışma zemini kalmamış. Sanki her yere yetişmiş, herkesle konuşmuş: Tam bir ‘parhessia’[2] üstadı olarak, her yerde müthiş bir açıklıkla eşitlik ve hafıza talebini dile getirmiş gibi. Toplumsal şiddet, azınlıklar, tarih, dil, insan hakları, uluslararası hukuk, devlet şiddeti, ifade özgürlüğü, savaş, barış, sınırlar, katliamlar ve diğer bütün majör-minör meselelerde bir sözü varmış ‘konuşan’ Hrant’ın, bunu görüyoruz filmde. Hrant Dink’in bu bütün toplumsal arenayı kat eden hali için ‘topyekûn entelektüel’ lafını kullanmamak elde değil. Sartre’ın kullandığı anlamda, ‘üzerine vazife olmayan’ işlere de angaje olan bir entelektüel olarak Hrant Dink. Bu haliyle, filmde gördüğüm haliyle bana en çok Yaşar Kemal’i ve hayatı müthiş bir coşkuyla merak eden, kucaklayan halini hatırlattı bana Hrant Dink. Bir de benzer bir coşkuyla yaşayan ve yazan William Saroyan’ı.[3]
Kıvanç’ın bu belgeseli Hrant Dink’i toplumsal hafızaya nakşetmek için başlı başına önemli bir hamle; filmdeki arşiv görüntüleri ve sesler, Hrant’ı ‘kolektif hafıza’ ya da ‘kültürel belleğin' bir parçası kılıyor, sonsuza dek. Görüntü ve sesin böyle bir gücü vardır, kabul edelim. Bir döneme ya da bir kişiye dair yapılan bir belgesel, kolektif hafızada daha büyük bir yer bulabiliyor kendine. Hiçbir şey olmasa, kitaplardan ve yazılardan farklı olarak, ‘kolektif’ olarak izlenme şansı sunduğu için, belgeseller güçlü bir kolektif hafıza aracıdır. Ümit Kıvanç benzer bir şeyi Ahmet Kaya için çektiği belgeselde de yapmıştı. Orada da arşiv görüntülerinden bir ‘yaşayan ve konuşan Ahmet Kaya’ portresi çıkarmış, belgeseli Ahmet Kaya’nın kişisel ve toplumsal varlığı için bir sahne olarak kullanmıştı. “Ahmet Kaya kimdi?” diye soran biri olursa, sanki bu soruya Ahmet Kaya’nın kendisi cevap veriyormuş gibi izletebileceğiniz, hem düşünceleri ortaya döken hem de bir duygular ayaklanmasına yol açabilecek bir belgeseldi.[4] Kolektif hafızadaki yerini almıştır o belgesel de.
Hafıza Yetersiz’in Hrant Dink’in ve temsil ettiği bütün değerlerin algılanışına dair yaptığı bir ‘kurtarıcı’ hamle daha var. Belgeselde yüzlerce kez, bütün mimikleriyle Hrant’ın yüzünü görüyoruz. Yüzü böyle yakından ve canlı görmek önemlidir, zira ‘öteki’ne yönelik şiddet mekanizmaları bir anlamda ‘yüzün inkârı’ ya da ‘yüzün silinmesi’ üzerine kuruludur. Öteki ve etik meselesi üzerine çok düşünen Levinas’ın şu sözünü hatırlayalım: “Ötekiyle yüz yüze bir ilişkide olmak, öldürememektir.” Daha önce şiddet ve yas-yasağı üzerine yazdığım bir yazıda bu ‘yüz’ meselesinin politik öneminden biraz bahsetmiştim, izninizle oradan alıntılıyorum: “Öteki diye adlandırdığınız her kimse onu ‘öldürülebilir’ ve ardından da ‘yası tutulmayabilir’ kılmak için onu bir bakıma anonimleştirmeniz, yüzünü silmeniz gerekir.” Şedit iktidarlar ya da Ece Ayhan’ın ifadesiyle ‘kara-kamu’yu kuranlar toplumsal amneziyi bu nedenle desteklerler. Şiddete uğrayanların anıtının dikilmesini ya da mesela arşiv görüntülerinden oluşan bir müze açılmasını da bu yüzden engellemek isterler. Bu bir algı mücadelesidir ve kişinin yüzünün (öznelliğinin, kendine has halinin, vesaire…) görünürleştiği her hamle, yok-kılma hamlesine karşı-bir-hamledir, ontolojik ve politik bir iade-i itibardır. Gösterilmeyenleri gösteren ya da hatırlatan belgeseller de her zaman etkili bir iade-i itibar aracıdır.
Bu ‘yüz’ meselesini, hikâye-anlatma hakkıyla da beraber düşünebiliriz. Biriyle ‘yüz-yüze’ geldiğinizde, yani yüzleştiğinizde onun hikâyesini kendi diliyle anlatmasına ve anlatısı aracılığıyla kendi kimliğini kurmasına da imkân tanımış olursunuz. Tarih ve anlatılar üzerine en kritik metinleri yazanlardan biri olan Hayden White’ın “‘anlatı imkânı’ yoksa anlam da yoktur” gibi bir şey dediğini de hatırlayalım. Anlatmasına ya da ‘yüzünü göstermesine’ izin verilmeyen kişiler, bir anlam-boşluğuna ve de tarihsel bir boşluğa mahkûm edilir. Ve bu boşlukta bütün ihlaller ve kötülükler mümkündür. Hrant Dink yazdıkları ve söyledikleriyle bu tarihsel-boşluğuhatırlatıyor ve kapatmaya çalışıyordu, bu belgesel de Hrant ‘anlatısı’ndaki boşlukları onun sözleriyle dolduruyor… Bir karanfil elden ele.
* * *
Hrant’ın belgeselde çeşitli konuşmalarda tekrar ettiği bir ifade var: “Hakkım yok mu?” Hrant’ın o doğrudan ve dobra üslubuyla sorduğu bu soru çok şey ifade ediyor: Bir Ermeni olarak bu ülkede özgürce yaşamaya hakkım yok mu? Geçmişte yaşananların hesabını sormaya hakkım yok mu? Eşit yurttaş kabul edilmeye hakkım yok mu? Anadilime sahip çıkma hakkım yok mu? ‘Azınlıklar’ düşman ya da bir güvenlik sorunu olarak görülmesin deme hakkım yok mu? İfade özgürlüğüm yok mu? Bütün bunlar Agamben’in ‘çıplak hayat’ dediği bir konumdan soruluyor gibi: Her an şiddete uğrayabilecek bir ‘homo sacer’ ya da ‘üvey evlat’ olmaktan çıkıp, eşit bir politik ve kültürel özne olmaya hakkım yok mu?
Müthiş bir berraklıkla sorulan bu sorular üzerine düşünmenin bir ‘entelektüel sorumluluk’ olmanın dışında, herkese iyi gelecek bir düşünce uğraşı olduğu kanaatindeyim. Hafıza Yetersiz de bu düşünce uğraşı için çok iyi bir vesile. Dahası, bütün meseleyi Hrant Dink’ten dinleyince, insanın içini ince bir hüznün yanı sıra iyimser bir his kaplıyor, kara bulutları dağıtan bir coşkulu his. Hislerin politikası varsa, bu coşkulu ve dirimsel his son derece politiktir. Bu hissi uyandıracak her ses de başlı başına bir politik eylemdir. Dinliyoruz Ahparig, anlat.
•
NOTLAR:
[1] Bkz. Yetvart Danzikyan, “Hrant Dink için bir ‘Neyin kıymetini bilemedik...’ filmi”, Agos
[2] Hatırlayalım: Eski Yunancada ‘her şeyi söylemek’ anlamına gelen ‘parrhesia’yı Foucault entelektüelin işlevini tanımlamak için bir metafor olarak kullanıyordu. Bu konuda iyi bir yazı için bkz. Nazile Kalaycı, “’Doğruyu Söylemek’: Hakikat, Eleştiri ve Toplumsallık”, e-skop.com
[3] Bu vesileyle, Luis Dink’in Saroyan’ın New York’tan Anadolu’ya yaptığı yolculuğun hikâyesini anlattığı belgeseli Saroyan Ülkesi’ni de hatırlamış olalım. O belgesel de bir ‘şahsi-kolektif-hafıza’ filmiydi.
[4] Kıvanç benzer bir şeyi, Hrant Dink’le aynı siyasi kaderini paylaşan Tahir Elçi için de kısa bir filmle de olsa yapmıştı, umarım uzun bir versiyonunu da bir gün çeker.