Birinci tekilde Murakami

"Murakami okurları onun motif ustalığını çok iyi bilirler. Konuları çok benzersiz olduğunda bile yakın motifler kullanır; bu adeta onun yazınsal imzasıdır. Örneğin öykü içinde farklı karakterlerin benzerlikleri ya da öykünün başında anlatılan bir zaman dilimine dönüş gibi teknikleri yazar, temasını daha belirgin kılmak için kullanabilir."

 

Edebiyatla ilgili sohbet ettiğim bir Japon sanatçı bana Haruki Murakami’nin Japonya’da ülkenin en önemli yazarı sayılmadığını söylemişti. Halbuki ülkemizde ve dünyada bir araştırma yapacak olsak, hiç kuşkusuz okurların en yakından tanıdığı ve en çok okuduğu yaşayan Japon romancıdır. Ticari amaçla yazılmış romanlar olmamalarına rağmen, her kitabı heyecanla beklenen ve hemen tüm dünya dillerine çevrilen ender yazarlardan biri Murakami.

Yetmiş üç yaşındaki yazar, erken sayılmayacak bir yaşta yazmaya başladı; ilk romanı Rüzgârın Şarkısını Dinle (1979) yayımlandığında otuz yaşındaydı ve o güne kadar yazmayı denememişti. Üniversite yıllarında tanışıp evlendiği karısı Yoko ile birlikte açtıkları kafede çalışıyor, plak koleksiyonunu genişletiyordu. Müziğe hep çok düşkündü, daha sonra kafeyi caz barına dönüştürdüler, tamamen müzikle iç içe yaşamaya başladı. Romanlarında da müzik çok önemli yer tutar, klasikten popüler müziğe çok göndermeler olur.

Ben-Roman

Haruki Murakami’nin Türkçe yayımlanan son kitabı Birinci Tekil Şahıs aslında yazarın çoğu kurgusunda seçtiği bir anlatı türüdür. Orta yaşlarda, özgür, entelektüel, müziğe düşkün bir erkek anlatıcının ağzından aktarır kurguyu genellikle. Japon edebiyatında, Ben-Roman şeklinde çevirebileceğimiz Shishosetsu geleneğini çağrıştırır. Aynı zamanda itiraf romanı olarak da adlandırılan tür, yazarın kendi yaşamından yola çıkarak iç döktüğü ve kimlik arayışını anlattığı, eskilere dayanan bir edebi türdür. 19. yüzyıl sonlarında yaşanan Meiji dönemi ile Japonya’nın Batı kültürüne açılması, özellikle romanla tanışması, sonraki yüzyılın başlarında etkisini göstermişti. İçe kapalı ve toplumsal yapıya dayanan Doğu edebiyatına yenilik olarak “ben” girmişti ve böylece bireyin ifadesi önem kazandı.

O dönemde Avrupa’dan sadece romanlar değil, siyasi, felsefi kitaplar da Japoncaya çevrilmiş, kültür üzerinde etki yapmıştı. Dünyaya açılmayı hedefleyen devlet politikası sayesinde kültürel bağlar kurulmuş, modern hayat tarzı günlük hayata girmişti. Romanlar da bireyin ruhsal yapısını, duygularını, toplumsal rollerini dile getirdiği için özellikle önemli sayılıyordu.

Murakami de hem kitaptaki bir öyküye hem de kitabın kendisine Birinci Tekil Şahıs başlığı vererek Japon edebiyatı geleneğindeki bu akıma gönderme yapıyor. Aile yapısı dışında kendi benliğini bulan, özgür karakterler yaratıyor. Özellikle bu isimdeki öyküde anlatıcının kimlik bunalımı yaşıyor olması bunu düşündürüyor.

Ben-Roman’ların ilk akla gelen özelliği birinci tekil şahısta yazılmış olmalarıdır. İkinci bir özellik ise yazarın hayatına doğrudan gönderme yapmaları ve otobiyografik gerçeklere bağlanmalarıdır – aynı bu öyküde olduğu gibi, anlatıcı yazarın kendisi ya da onu çağrıştırması beklenen bir karakterdir. Gerçekler yazarın içtenliğini gösteren bir olgu sayılır. Ayrıca, Meiji döneminde Avrupa dillerinden çevrilen romanlarda gerçekçilik ve doğalcılık akımları öne çıktığı için, Ben-Romanlarda bunların izini görürüz.

Genelde öykü analizi yaparken ortak temalardan söz ederek başlanır, fakat bu sefer Murakami’nin öykülerinde temalar yerine ortak motiflerden söz etmek istiyorum. Konu çok farklı olduğunda da konuyu işleyiş biçiminde benzerlikler dikkat çekiyor. Kurgu eserlerinde motif dediğimde kastettiğim şey, metnin temalarını işlerken yazarın kullandığı yapısal ve edebi araçlar. Örneğin öykü içinde farklı karakterlerin benzerlikleri ya da öykünün başında anlatılan bir zaman dilimine dönüş gibi teknikleri yazar, temasını daha belirgin kılmak için kullanabilir. Murakami okurları onun motif ustalığını çok iyi bilirler. Konuları çok benzersiz olduğunda bile yakın motifler kullanır; bu adeta onun yazınsal imzasıdır.

Motifler

Kitapta yer alan öykülerde kullandığı ortak motiflere baktığımızda ilk göze çarpan benzer giriş bölümleri. Bunlara labirent girişler diyebiliriz. Örneğin kitaptaki ilk öykü şöyle başlıyor: “Size bir kadından söz edeceğim. Gerçi onun hakkında hiçbir şey bilmiyorum desem yeridir. Çünkü ne adını ne de yüzünü hatırlıyorum.” İkinci öykünün girişinde de benzer bir anlatı görüyoruz: “… tuhaf bir olayı genç bir arkadaşıma anlatıyordum. Bunu ona neden anlattığımı hatırlamıyorum.” Diğer öykülerde de “adı neydi unuttum”, “kim olduğunu hatırlamıyorum”, “ne iş yapıyordu bilmiyorum” gibi ifadeleri sıklıkla kullandığını görüyoruz. İşin ilginç yanı, bu ilk başlarda sözünü ettiği “adını hatırlamadığı” kişiden asla söz etmiyor öykü boyunca ama ilk başta bilmediği, tanımadığı, hatırlamadığı bir şeyi anlatacağını söyleyerek başlıyor olması okuru şaşırtmaya, hatta bir bulmacanın içinde hissetmesine neden oluyor. Gerçi öykünün ilerleyen satırlarında bulmaca kendiliğinden yok oluyor, çünkü onunla ilgili değil zaten öykü. “With the Beatles” adlı öyküde Beatles plağı kapağı taşıyan bir kızı anlatarak başlıyor ama öykü ne o kızla ne de Beatles ile ilgili, sadece o kızı gördüğü dönemde tanıdığı başka bir kızı ve o kızın ağabeyini anlatıyor. Ama bir şekilde zihnimizin bir köşesine Beatles yerleşmiş oluyor, konuyla bir ilgisi olmasa da. “Karnaval” adlı öyküden bir örnek:

“Ona geçici olarak F* diyelim. Adını burada açıklamak pek çok açıdan uygun olmaz çünkü. Bu arada onun adının ne F ile ne de * ile bir ilgisi var.”

Bu türden çağrışımlar kurmak, boş imgeler yaratarak okurun zihnine girmek Murakami’nin sevdiği bir anlatı yöntemi. Bu yöntemi flaş reklamlarla tüketicinin zihnine girip onu yönlendiren imgelere benzetiyorum.

Öykülerde rastladığımız bir başka ortak motif, edilgenlik. Kendini başkalarının arzusuna bırakan ana karakterler görüyoruz. Başına gelen şeyler konusunda “aslında istemiyordum ama ayıp olmasın diye…” şeklinde açıklama yapıyor anlatıcı. Örneğin kaldığı kaplıca otelinde konuşan bir maymun gelip sırtını keselemek istediğinde:

“Aslında kimsenin sırtımı keselemesini istemiyordum ama onu reddedersem sırtını bir maymunun keselemesini istemiyor diye düşünebilirdi.”

Diğer öykülerde de benzer tutumunu hissediyoruz anlatıcının. İstemediği halde içtiği biralar ve kahveler, sıkıldığı halde söyleyememesi, seviştiği kız bağırırken rahatsız olduğu halde bunu söylemenin ayıp olacağını düşündüğü için sessiz kalması… gibi. Bu davranış biçimini kitaptaki bütün öykülerde görüyoruz: Hep silik, pısırık izlenimi veren erkek kahraman. Öte yandan bu karakteri farklı bir şekilde de düşünebiliriz: Dünyanın gidişatına müdahale etmeyen, kendini başkalarının iradesine bırakan, egosunu öne sürmeyen, Zen felsefesini özümsemiş biri olarak da pekâlâ görebiliriz. Bu karakterin gerçeğini okurun hangi açıdan baktığı belirleyebilir ancak.

Son olarak söz edeceğim ortak motif aslında Murakami’nin romanlarında da çok sık rastladığımız bir şey, madde ile ruhun yer değiştirmesi. Gerçeklikten gerçekdışına geçiş normal bir şey gibi, her an herkesin başına gelebilir gibi doğallıkla anlatılıyor. Hafızası uçan karakterler, ismi çalınan kadınlar, yanlış verilen randevularda paralel zamana geçenler gibi. Aslında olabilecek şeylerdir insanın yaşadığı bazı dönemleri hatırlamaması ya da kendi adını bile unutması. Bunlar hep hafızanın güvenilmezliği ile ilgili sorunlar ve hastalıklar. Murakami anlayabileceğimiz bir noktadan başlattığı konuyu madde dışına sürükleyerek gerçekdışı bir şekle sokuyor. İsimleri çalındığı için hatırlamayan kadınlar aslında diğer her şeyi çok doğru hatırlıyorlar, hafızalarında hiçbir sorun yok, bir tek kendi isimleri çalındığı için onu hatırlamıyorlar. Bir hırsız zihinlerinden belli bir bilgiyi çalmış, aynı çantadan kimlik cüzdanı ya da ehliyetin çalınması gibi. İşte tam burada maddesel bir nesnenin ruhani bir şeye dönüştüğünü görüyoruz.

İsimleri çalınan kadınlar ilk bakışta aslında çok uçuk ve gerçekdışı görünse de, hiç yabancı bir olgu değil. Kadınlar evlendiklerinde isimlerini yitiriyorlar, bu da toplumun kadından çaldığı bir şey. Kadının ismiyle birlikte geçmişinin de yok edilmesi kimlik yitimine neden oluyor. Sanırım bütün gerçekdışı öykülerde asıl bizi etkileyen şey gerçekliklere dokunduğu noktalar oluyor. Bir anda saçma görünen bir şeyin aslında yaşamın bir parçası olarak sunulduğunun farkına varıyoruz.

Murakami’nin son romanlarından keyif almadığımı itiraf ediyorum. Kurguyu boş imgelerle fazla doldurduğunu düşünüyordum ama bu öyküleri büyük bir zevkle okudum. Benzer motifler olsa da daha kapsül halinde, tam da yazarın ruhunu hissettiren, unutulmaz minik cevherler olduklarını söyleyebilirim. Son olarak, elimden geldiğince henüz okumamışlar için öykülerdeki sürprizleri bozmamaya çalıştım ama umarım bu yazıdan önce kitabı okumuşsunuzdur.

•