"Sol siyaset geleneğinden gelenler, ‘hayırseverlik’ (charity/philantrophy) konusuna her zaman eleştirel bakarlar. Bunun nedeni, kuşkusuz ‘hayırsevmezlik’ değildir. Sosyalizmin eşitlikçi toplum ütopyası bir yana, sosyal demokrat siyaset bakış açısına göre de toplumsal adalet açısından izlenmesi gereken yol servetin hakkıyla vergilendirilmesi ve sosyal haklar çerçevesinde yeniden bölüşümüdür. Bir şeyin hak olarak tanınması ile sadaka nev’inden dağıtımı arasında insanlık haysiyeti açısından önemli bir fark vardır."
30 Eylül 2021 19:30
‘Bay Yüzde Beş’ lakabı ile ünlü petrol zengini Kalust Gülbenkyan’ın Jonathan Conlin tarafından kaleme alınan biyografisi yayınlandığında beni çok heyecanlandırmıştı. Financial Times’da yayınlanan kitap tanıtımı boşuna ‘Unutulan Büyük İşadamı’ (The forgotten tycoon) başlığını taşımıyordu: Adı Lizbon’da bir müze ve vakıfla yaşatılıyor olmasına karşın, 1869 doğumlu Gülbenkyan, adı gerçekten de çoktan unutulmuş olan, önemli bir tarihî şahsiyet. Tarihî önemi, 20. yüzyıl başında dünyanın en zengin adamlarından biri olmasından ziyade, Osmanlı Ermenisi olarak doğduktan sonra petrol sektöründe adeta sihirbaz bir işadamı haline gelen ve döneminin kozmopolit bir siması olması. En çok da Irak petrolleri imtiyaz sahibi olarak Ortadoğu tarihinde ve Türkiye’nin Musul petrolleri üzerine hak iddiası vesilesiyle ismi geçen biri.
Doğrusu Conlin’in kitabı, iyi çalışılmış bir biyografi olarak bu konuda önemli bir kaynak niteliği taşıyor, ancak benim kitaba dair beklentilerimi tam anlamıyla karşılamıyor. Conlin’in öne çıkardığı Gülbenkyan’ın iş hayatı serüveni dönemin siyasi tarihinin de bir özeti mahiyetinde; bu açıdan çok bilgilendirici bir çalışma olmuş. Ancak kitap boyunca Gülbenkyan’ın bir Osmanlı Ermenisi olarak portresi gölgede kalıyor. Gülbenkyan’ın İngiltere’de eğitim görmesinin ardından, “parlamak istediğim yer Türkiye değil ve Türkiye ölçütlerine göre değerlendirilmek umrumda değil” (s. 46) şeklinde özetlediği gibi İstanbul’dan kopuk bir hayat seçmesi ve yaşamının çoğunu Batı Avrupa’da geçirmesi, Colin’in Osmanlı geçmişine yeterince yer vermemesinin gerekçesi olarak görülebilir. Benim beklentim aile geçmişine hiç olmazsa biraz daha etraflıca değinilmiş olmasıydı. Zira Kayseri kökenli Gülbenkyan ve Esayan ailesine mensup eşi, 19. yüzyıl İstanbul’unun iki büyük Ermeni ailesine mensuplardı. Kitapta bu geçmişten söz ediliyor, ancak Osmanlı son döneminde öne çıkan gayrimüslim burjuvazi bu kadarla geçiştirilmeyecek kadar önemli ve ilginç bir konu. Conlin’in bu konuya hakkını verecek birikime sahip olmadığı anlaşılıyor. Oysa kitapta Gülbenkyan’ın en sevdiği atasözü olarak geçen ‘it ürür kervan yürür’, dedikodu ve laflama anlamında kullandığı ‘çan çan’ tabiri bile geçmişine gönderme olarak ilginç detaylar.
Dahası, İngiltere’de eğitim görmüş olan torununun (kızının oğlu) İngiliz ordusuna girmesi söz konusu olduğunda dahi, tüm kozmopolit kimliklerine rağmen Ermeniliğin aile içinde, kızı Rita’nın deyimi ile ‘pastırma meselesi’ olarak gündeme gelmesi örneğinde olduğu gibi, Batı dünyasının Ermeniler gibi bir Doğu halkına bakışı gibi konular biyografi boyunca oldukça gölgede kalmış. Bu nedenle ben bu biyografiyi beklediğimden daha az ilginç buldum. Diğer taraftan, Gülbenkyan’ın ‘Ermeni soykırımı’ gibi siyasal konulardan uzak durma çabasına değinilmiş olmasına karşılık, bu konunun da Osmanlı Ermeni burjuvazisinin benzeri konularda sergilediği tavra dair daha genel bir çerçeve içinde değerlendirilmemiş olması bana göre bir eksiklik olmuş. Diğer taraftan, Colin’in biyografisinin odaklandığı konuların daha ziyade iş ilişkileri olması, kısmen Gülbenkyan’ın kendisinin de iş ilişkilerini hayatının merkezine oturtmuş olması ile izah edilebilir. Ayrıca, Birinci ve İkinci dünya savaşlarının, Osmanlı İmparatorluğunun yıkılışı gibi sarsıcı gelişmelere sahne olan fırtınalı bir dönemde bu iş ilişkilerinin izini sürmenin, aynı zamanda ilginç bir siyasal tarih okuması olduğuna dikkat çekmek isterim. Sadece Irak petrolleri konusu bile, Gülbenkyan’ın kurduğu ilişkiler çerçevesinde (mesela Gülbenkyan’ın Nuri Said Paşa ile temasları) Osmanlı sonrası Irak’ta yaşanan gelişmeleri hatırlamak açısından önemli.
Biyografisinin Gülbenkyan’ın iş dünyası odaklı olması vesilesiyle Gülbenkyan Vakfı ve ‘hayırseverlik’ faaliyetleri konusuna geçiş yapmak istiyorum. Gülbenkyan Vakfı, son olarak Türkiye’de bu vakfa bağlı bir komisyonun sosyal bilimlere ilişkin hazırladığı bir bildiri çerçevesinde 1996’da düzenlenen Türkiye’de ‘sosyal bilimleri açın’ başlıklı sempozyumu hatırlamama neden oldu. Ben de bu sempozyuma bir tebliğle katılmıştım. Komisyonun hazırladığı bildiri ve Türkiye’de düzenlenen sempozyum tebliğleri Metis Yayınları tarafından iki kitap olarak yayınlanmıştı (Sosyal Bilimleri Açın, 1996), Sosyal Bilimleri Yeniden Düşünmek-Sempozyum Bildirileri (1998) komisyon raporuna tekrar dönüp baktığımda, zamanı için oldukça iyi rehber niteliği taşıdığını gördüm. Aslında bu çalışmanın vakfın ilk kuruluş yıllarının hedeflediği alanlarla pek de ilgisi yok. Gülbenkyan Vakfı sanat ve bilimi destekleme amacıyla ’90’lı yıllarda sosyal bilimleri kapsamına almış. Gülbenkyan’ın yaşamı boyunca tutkuyla yürüttüğü sanat eserleri koleksiyonculuğu, ölümünden sonra bir müzeyle değerlendirilmiş. Dünyanın en büyük sanat koleksiyonlarından birine sahip olan Gülbenkyan’ın, Paris’te bu eserlere ev sahipliği yapan malikânesinde sadece bir gece kalmış olduğunu, hayatının tümünü lüks otellerde geçirdiğini de biyografisinden öğreniyoruz.
Sağda: Gülbenkyan Mısır'da, Edfu tapınağında, Horus heykelinin önünde, 1928. Solda, Gülbenkyan müzesinin bahçesinde HGülbenkyan heykeli.
Gülbenkyan’ın vakıf ve müzesi için Portekiz’i seçmiş olması ise ilginç olmanın ötesinde önemli. Aslında İngiltere vatandaşı olmasına, evinin Fransa’da olmasına karşın, Gülbenkyan uzun muhasebelerden sonra yüksek vergilerden kaçmak için Portekiz’i seçmiş. Çocuklarından bile sakınmaya çalıştığı servetinin en iyi şekilde otoriter Salazar yönetimi altında yaşayan Portekiz’de korunacağına karar vermiş. Conlin’in deyimiyle “başında bir diktatörün bulunduğu, hukuki çerçevenin belirsiz olduğu, izcilik dahil tüm uluslararası kuruluşlara düşmanca bakan” bir ülkede uluslararası bir vakıf kurmuş. Colin, Gülbenkyan’ı, aralarında D. Rockefeller ve Henry Ford’un da bulunduğu ve Andrew Carnegie’nin başını çektiği, “güçlerini daha fazla güç edinmek, toplumsal ve siyasi etkilerini genişletmek amacı güden” yeni “girişimci hayırseverlik”in temsilcilerinden biri olarak tanımlamış. Gülbenkyan’ın büyük sanat koleksiyonunu oğluna ve kızına miras bırakmaktansa vakfına bağışlamasının arka planında, ilk bakışta yüce gönüllülük gibi görünse de, benzeri örneklerde olduğu gibi, büyük servet sahiplerinde sıkça rastlanan maddi zenginliğin ötesinde, isimlerine ölümsüzlük kazandırma hırsının olduğunu hesaba katmak aşırı kuşkuculuk olmaz. Zira bu servet sahiplerini harekete geçiren toplumsal fayda olsa, zenginliklerini vergilerden kaçırmak için bunca çaba göstermeleri anlamsız olurdu. Bilindiği gibi, büyük işadamlarının vakıf ve hayırseverlik hevesleri aslında öteden beri hiç sevmedikleri vergilerden kaçmanın en iyi yolu olmuştur. Nitekim Conlin, Gülbenkyan’ın vergilerden hiç hoşlanmadığını ve bunlardan kaçınmak için gösterdiği çabaları uzun uzun anlatıyor.
Hazır yeri gelmişken, bu vesileyle Gülbenkyan biyografisinin dışına taşarak, dikkatinizi kapitalizm tarihi için yeni olmayan ve fakat özellikle ’90’lı yıllardan sonra yeniden gündeme gelen ‘hayırseverlik/insancıllık’ faaliyetleri konusuna çekmek isterim. Malum, sol siyaset geleneğinden gelenler, ‘hayırseverlik’ (charity/philantrophy) konusuna her zaman eleştirel bakarlar. Bunun nedeni, kuşkusuz ‘hayırsevmezlik’ değildir. Sosyalizmin eşitlikçi toplum ütopyası bir yana, sosyal demokrat siyaset bakış açısına göre de toplumsal adalet açısından izlenmesi gereken yol servetin hakkıyla vergilendirilmesi ve sosyal haklar çerçevesinde yeniden bölüşümüdür. Bir şeyin hak olarak tanınması ile sadaka nev’inden dağıtımı arasında insanlık haysiyeti açısından önemli bir fark vardır. O nedenle, mesela servet sahiplerinin burs vermesiyle parasız eğitim hakkı aynı şey olamaz. Klasik liberalizmin buna itirazı, sosyal haklar adına konan yüksek vergilerin, insanların servetlerini nasıl kullanmak istiyorlarsa kullanması özgürlüğüne müdahale olduğu, yani özgürlükleri kısıtladığı şeklindedir.
Bu eski tartışma, ’80’li yıllarda Batı Avrupa’da sosyal devletlerin çöküşü ve neo-liberalizmin yükselişiyle geride kalmış sayıldı. O kadarla da kalmadı, ’90’lı yıllardan itibaren sosyal haklar ve sosyal devlet kavramları geriledi ve zaman içinde, “dünyayı kurtaracak” bir çözüm olarak “filantro-kapitalizm” (‘philanthro-capitalism’) adı verilen bir tür hayırsever kapitalizm fikri popüler hale geldi. İngiltere’de Blair dönemi İşçi Partisi “üçüncü yol” ve ABD’de Demokrat Partili liberaller “iş dünyasının toplumsal sorumlulukları” gibi kavramlar çerçevesinde, toplumsal sorumluluk ve piyasa ekonomisinin illa uzlaşmaz olmadığı fikrini popüler hale getirdiler. Bu açıdan, Matthew Bishop ve Michael Green imzalı Yardım Nasıl Dünyayı Değiştirebilir, Filantro-kapitalizm (How Giving can Save the World, Philanthro-capitalism, A&C Black, London, 2008) kitabının önsözünü Bill Clinton’un yazmış olması şaşırtıcı değil. Zira Bill ve Hillary Clinton da kendi vakıfları üzerinden servetlerini ve siyasi etkinliklerini sürdürmek ve artırmak çabasında (Hillary Clinton’ı başkan seçtirmeye yetmese de) oldukça başarılı oldular.
Bishop ve Green, iki binli yıllarda küresel çapta muazzam bir ölçek kazanan servet artışının, servet sahiplerinin toplumsal sorumluluk almaları gerektiği fikrinin de küresel çapta kabul görmesiyle sonuçlandığını iddia ediyorlar. Daha önce ABD’ye özgü olan ‘hayırseverlik’ (philanthropy - aslında insanseverlik olarak çevirmek daha doğru olur, ancak Türkçe kullanım açısından daha az anlaşılır bir karşılık olur) çabalarının diğer ülkelerin zenginleri tarafından benimsenmesinin örneklerini veriyorlar. Dahası, bu yeni filantropi türünün, “bir nevi halkla ilişkiler aracı” olan “eski moda kurumsal sorumluluk”tan (corporate responsibility) farklı bir boyut kazandığını iddia ediyorlar. Aslında, “eski moda” dedikleri, “büyük şirketlerin kurumsal sorumluluğu” (corporate responsibility) kavramının dolaşıma girmesinin geçmişi de, bu kitabın yazılışından bilemediniz on-on beş sene önceye gidiyor. İki binli yıllarda yaşanan en büyük değişiklik, sorgulanmak şöyle dursun, büyük servetlere/servet sahiplerine minnettar kalınması gerektiği fikrinin yayılması ve servet edinmeyi başarmış kişilerin bir kutsallık halesi içinde görülmeye başlanması.
Son olarak, iş dünyasının kutsanmasına, zenginlik üretmeyi başaranların filantropik faaliyetlerin ötesinde toplumsal sorunları çözmek konusunda da en ehil kişiler/kurumlar (şirketler) olduğuna dair fikirler, yeni bir anlatı çerçevesinde tekrar dolaşıma girdi. Harvard Üniversitesi profesörlerinden Rebecca Henderson’un Kapitalizmi Yeniden Tahayyül Etmek-İş Dünyası Nasıl Dünyayı Kurtarabilir (Reimagining Capitalism-How Business Can Save the World, Penguin Random House, 2020) başlıklı kitabı bu açıdan bir ‘başyapıt’ sayılabilir. Doğrusu bu konu kendi başına bir başka yazıyı hak ediyor, o nedenle uzatmadan bir hatırlatma olarak bırakayım. Ama bitirmeden şunu kaydetmiş olalım: 2021 ABD başkanlık seçimlerinden sonra, başta yine büyük bir filantropist, Bill Gates olmak üzere büyük teknoloji devlerinin ekonomik ve siyasal gücünün ulaştığı düzeyin sadece başından beri bu konulara eleştirel bakanları değil, düne kadar ‘filantro-kapitalizm’ çerçevesinde bu servet sahiplerini göklere çıkaran çevreleri de rahatsız etmeye başlamasıyla, bu ‘paradigmanın iflası’ da görünüyor ufukta.
•
GİRİŞ RESMİ:
Gülbenkyan'ların aile portresi, 1952. Oturanlar Kalust Gülbenkyan ve eşi Nevarte. Ayaktakiler: Soldan sağa, Kevork ve Rita Essayan (Gülbenkyan'ın kızı ve damadı), Robert Gülbenkyan (yeğeni) Mikhael Gülbenkyan (tek torunu) ve Nubar Gülbenkyan ile eşi.