Alacakaranlıkta Elyordamı

"Alacakaranlıkta Elyordamı, Enis Batur’un güncel denemeleri diyeceğim ama bu sözcük beni bir dakika duraksatıyor. Güncel, hele EB söz konusu olduğunda, sorunlu bir sıfat: onun günceliyle genelin günceli ne kadar örtüşebilir – bu, edebiyat ortamının geneli olsa da..."

30 Eylül 2021 15:11

Şüpheler içinde yaşadım, diyorsun,
öteden beri. Nereden gelirler, neden
çıkagelirler, nasıl olur da geldiklerinde
gitmek bilmezler hiç anlamadım ben,
diyorsun, belli ki bütün ruhunu kemirmişler.
Karşında dilsiz bir ayna, tek kelime daha
çatlamaktan korkuyorum boydan boya –
aramızdaki mesafeyi gölgeler dolduruyor,
ne sen ne ben teşhis edemeyiz hiçbirini,
kimi suflör, berikisi şahit, hangimiz
konuşuyor ve kim dinliyor ayırabilsek
sıkışmış ışık sızacak bulduğu ilk delikten.

(Karanlık Oda Şarkıları: “Alacakaranlıkta”)

Enis Batur, Okuma Lâmbası (2004) kitabına aldığı “Trapez” denemesine şöyle girmişti:

“Bir seferinde, uzun uzadıya, Matisse’in getirip önümüze koyduğu kanırtıcı soruyla didişmiştim: Huzur mu vermeli, sağlamalıdır Sanat, yoksa huzur kaçırıcı boyutu mu ağır basmalıdır? Vardığım sonuç, ikilemi bertaraf etmeye yetmiyordu: Sanat hem huzur aşılayabilir kişiye (Matisse’in yapıtı biraz öyledir örneğin) hem de huzurunu kaçırma işlevini üstlenebilir (Picasso biraz böyledir sözgelimi).

Sanat için olduğu kadar Edebiyat için de geçerli bir soru(n) o. Bir yanıyla hayatımızı yumuşatır, hafifletir yapıtlar, ona ışık saçabilirler. Öteki kutupta bizi ayık, tetikte, karamsar kılacak yapıtlar bekler. İşin en iyi tarafı, ille de tek kutuplu okur olmak zorunda olmayışımız: İki uca birden yönelmemizde, kendi payıma, herhangi bir çelişki görmüyorum ben.”

Yeni yayımlanan Alacakaranlıkta Elyordamı-İçbükeyler: 2017-2020 (Kırmızı Kedi Yayınevi, Haziran 2021) kitabını okurken karamsar yanı ağır basan (alacakaranlık çünkü!) denemeler gördüm. Eleştirisi (yılgınlığı mı yoksa?) yüksek, sesi öfkeli yazılar çok bu kitapta. Haksız mı? Olmadığını görüyoruz: Yaşayarak, maruz kalarak. Bağırıp çağırmayı (hele meydanlarda) iş edinenler cılız bulabilir bu sesi; oysa Enis Batur okurları belki şaşıracaklardır sesin tonu karşısında. Hele Batur’un toplumsal sorunları ‘iplemediğini’ söyleyenler, yani kitaplarını okumayıp ezberden konuşanlar hepten yadırgayacaktır: Hayret, nasıl oldu da ülke sorunları için kalem oynatmaya gönül indirdi? Oysa herhangi bir kitabı dikkatle okunduğunda, bu (ön)yargının çökeceği ortada. (Batur’un yine Okuma Lâmbası’ndaki “Nesir Üzerine” denemelerinin ilkinde Yakup Kadri için dediğini kendisine uyarlayayım: Enis Batur’u sözümona tanıyoruz: Bana öyle geliyor ki, pek çok yazar için geçerli olan onun için de geçerli: Tanıyoruz, öyleyse onu okumuyoruz.)

2013 yılının mayıs ayında yine İçbükeyler (2010-2011) için Şalom gazetesine yazmıştım: Merak Cemiyeti Tutanakları. O yazımdan Enis Batur’un siyasete ve sanata değin tutumunu alıntılamak istiyorum (zaman içinde değişen dil-tutumuma uyup kimi sözcüklerimi değiştirerek):

Enis Batur’un yazılarını okuyanlar bu yazıların büyükçe bölüğünü sanatla edebiyatın oluşturduğunu bilirler. Arada siyasete de değinir ama bu konuda –belki de haklı olarak– karamsardır Batur. Bu sıkıcı ortamdan yine sanata sığınılacaktır [‘Benim gibiler’, kişisel travmalarla, yaşanan dramlarla baş etmenin yolunu genelde üretmekte bulmuşlardır. Bir panzehir türü, bir karşı-kefeye yükleme yaparak denge tutturma, bir göğüsleme iç stratejisi olarak görülebilir o seçim. (s. 79)]; ama bu dediğimden Enis Batur’un sanatla edebiyatı salt‘sığınılacak bir alan’ olarak gördüğü anlaşılmasın; bundan ötedir yeri: Bir yaşama, hatta varoluş biçimidir.

Tarık Buğra, “Hayat Böyledir İşte” öyküsünde “Hüzün tatlı ve dost bir duygudur; ama tren bırakmaz ki... Şu, her akşam bu saatte gelen ve bir dakika durduktan sonra; deli gibi sevilen, fakat sevmeyen bir erkek gibi, vahşi, kaba ve kayıtsız; fakat vahşeti, kabalığı, kayıtsızlığı arttıkça daha çok sevilen, bırakıp gittikçe daha çok bağlayan bir erkek gibi geçip giden tren. Bu tatlı ve dost duyguyu bırakmaz ki...” der. Treni günümüz toplumu, günümüzdeki politik-doğruculuk virüsü diye alıyorum.

Ne kadar toplumdan uzak durmayı seçse de kişi, belki maalesef mi demeli, her ya da bir biçimde toplumun içindedir. Hele kimi dehşet zamanlarında dehşetle görülür ki, içinde olmak da az, toplumun kendidir de: İsterse, reddettiği kimliği olsun bu. Kimilerinin büyük söz söylermiş gibi fırsatını düşürüp yapıştırdıkları “o mâhîler ki deryâ içredir deryâyı bilmezler” parmak sallamasından söz etmiyorum. Derya içre kendi yolunu da çizebilir kişi; “ama tren bırakmaz ki”.

Okuduklarım ve yazdıklarımla Enis Batur’dan daha da toplumdışıyım ben. Buna karşın, Alacakaranlıkta Elyordamı’ndaki kimi yazıları zamanında günlüğüme yazdığımı, kimi yargıları da dillendirdiğimi gördüm. Demek ne kadar adaya çekilsem de ulaşmışlar bana. Hem o kadar da zor değil ‘ulaşılmak’. Yanılıp da başımı şöyle bir çevirsem burun buruna geliyorum. Kim gelmiyor? İşte, birkaç gün fırtınası esen ‘taciz’ olayları. İşte, muhafazakâr yazarların televizyon kanallarındaki edebiyat programları. İşte, medyatik profesörlerin sorulan her şeyi aynı kesinlik ve ‘büyüklükle’ geri çevirmeden yanıtlamaları. İşte, kültürel iktidar olamadık isyanları. İşte, işte, işte...

Bu kitapta taciz sorunu için iki denemesi var Batur’un. Birinde artık iltifat etmek bile taciz sayılıyor, diyor ve haklı olarak soruyor: Hoşlandığımız biriyle nasıl tanışacağız? Görücü usulüyle mi görüşeceğiz? Bizde kantarın topuzunu kaçırmak neredeyse ‘milli haslet’ haline geldiğinden, bu aklı başında sorular da ‘kolaylıkla’ yanlış yorumlanabilir: Ama bönlükten, ama kötü niyetten... Beni daha da ilgilendiren, topuzun edebiyata, sanata varasıya her şeyi yıkıp devirmesidir. Bir yazarımız için ‘mütecaviz’ iddiaları ortaya atıldığında iş yazarın kitaplarının ortadan silinmesine kadar vardırılınca şunu yazmıştım sıcağı sıcağına:

Günce’yi (Ataç) okumayı sürdürüyorum. Ataç 11 Şubat 1955’te “Edebiyat Acunu”ndan açıyor sözü. Mösyö (Ataç’ın yazımıyla Monsieur) Arland, Mösyö Jean Paulhan’a mektubunda “Zaten biz edebiyat acunu ile, onun töreleri, çıkarlarıyle mi uğraşıyoruz? Biz edebiyat düşünüyoruz: Büsbütün başkadır o, hatta ötekinin karşıtıdır” demiş. Çok sevmiş bu sözü Ataç. Ben de sevdim ya, acı bir sevme benimkisi. Bugün bile geçerli bizde bu ‘edebiyat anlayışı’ da onun için acı.

Bir iki hafta önce bir yazarımızın kimi kadınları ‘taciz’ ettiği savlandı. İşin bu yanı beni değil, hukuku ilgilendiriyor. Beni ilgilendiren şu: Yazarın okurlarından kimileri, bundan sonra onu okumayacaklarını söylediler. Yayınevi de yazarla ilişiğini kesti sanırım. Verilen ödüller de (tümü mü bilmiyorum) geri alınmış.

Bu konuyu uzatmak istemiyorum. Hiç bulaşmayacaktım ya, Arland anımsattı. Tüm bu olan bitenin (ya da sürenin) edebiyatla ilgisi ne? Ne demek yazarı bundan sonra okumamak? Bir yazarı sevdiğimizde yaşamına da kefil mi oluyoruz? Ne ilgilendirir beni yazarın yaşayışı? İyi ya, bundan sonra okuyacağımız yapıtların yaratıcıları için ‘temiz kâğıdı’ isteyelim yayınevlerinden. Bakalım ahlak anlayışımıza uyuyor mu? Yasaya aykırı işleri var mı? Bu yazar takımına güven mi olur: İçlerinde hırsızı, uğursuzu, ip kaçkını, ‘mütecavizi’, katili, karşı cinse sarkanı, ‘hatta’ kendi cinsine sulananı var diyorlar. Neme lazım öyleleri!.. Yazdıklarını beğenmişim ama? Adam sen de! Nasıl beğendiysem öyle de beğenmeyiveririm, iş mi yani!

Edebiyat başka yerde. O yere (“o belde”ye) varabilecek miyiz?

Alacakaranlıkta Elyordamı’nı okuduğumda, hiç de karamsar olmamama –ya da öyle olduğumu sanmama– karşın, o yere varsak bile benim göremeyeceğimi düşündüm. Bu durumda en iyisi (iyi sözcüğü ne kadar ironik geliyor şimdi) yine toplumdışı olmayı sürdürmek dedim kendime.

Görgüsüzlüklerinden, cehaletlerinden başka neyi muhafaza ettikleri anlaşılmayan ‘muhafazakâr’ yazarların edebiyat programlarına iki yerde gi(ydi)riyor Batur. Ben de bir yazı yazmama karşın Batur’un dedikleri içimi serinletti. Hayır, o yazımı alıntılamayacağım burada. Solun kavramlarının zerre anlaşılmadan sağa (?) yanaştırıldığı, rahmetle ilgisi olup olmadığına bakılmaksızın, ölüp gideli bilmem ne kadar yıl olmuş, eskilerin demesiyle ‘gelmesi yaklaşmış’ kişilere rahmet gönderildiği, tek kitabını olsun baştan sona okumadıkları (çünkü: okuyamadıkları) filozofların yalnızca isimlerini sıralamakla bir şey söylediklerini sandıkları ‘yanaşma edebiyatı’ programları için ne desem boşa gidecek (kara)duygusu kuşatıyor içimi.

Alacakaranlıkta Elyordamı, Enis Batur’un güncel denemeleri diyeceğim ama bu sözcük beni bir dakika duraksatıyor. Güncel, hele EB söz konusu olduğunda, sorunlu bir sıfat: onun günceliyle genelin günceli ne kadar örtüşebilir – bu, edebiyat ortamının geneli olsa da... (İşi daha da çatallaştırmamak için ‘sanat ortamı’ demedim.) Schlöndroff’ün yeni filmi onun gününde-güncelindedir örneğin; ama bunun edebiyat (hadi: sanat) ortamındaki güncelliği, öyle sanıyorum ki ‘azınlığın azınlığının’ konusu/sorunudur. Buna karşın, kitabı açan ‘taciz’ (#MeToo) sorunu, işi edebiyat olmayanın da –kıpkısa da olsa– gündeminde oldu, oluyor.

Bu yazıların iki kapak arasında kalmamasını, konuşulmasını umuyorum. Bu denemelerdeki sorunlar kolayından savuşacak değil. Örneğin televizyon ve internet kanallarında edebiyatın ve sanatın aldığı biçim, edebiyat ve sanata hevesli genç kuşakların kılavuzu oluyor. Birbirinin ayna-yansıması rüküş edebiyat (?) dergilerinin doğuracağı (doğurduğu?) edebiyat tarihinin alaca-bulacalığından göz gözü görmeyecektir.

EB’yle biraz (biraz: 424 sayfa!) kaynatırız diye açtım kitabı, kaynayıp köpürdüm. Olsun, sövmek de çıkış’tır yerinde.

Batur’un kitabında ışığa değin bir şeyler yok mu? Alacakaranlık olduğuna göre var; ama belki de ilk kez EB okurken simsiyah karanlık bastı beni. Gerçekçiliğin bu kadarını, kara-gerçeğin tam ortasındayken görmek ağır geldi sanırım.

Yine de ışığı gördüm: absürd! Doğrusu, bulup çıkardım diyeyim. Divan şiirinin en delişmen, kanı kaynayan şairi Nedim’in Bezm-i şarābdan geçemem doğrusu Nedîm/İşret tabî’atımca tarab meşrebimcedir beytine gönderme yaparsam, absürd meşrebimce olduğundan... EB’ye katılıyor, ışığı(mı) burada görüyorum:

Absürd ... en huzur verici ortam. Saçmasapanlığa giderek bayılıyor, odamda birbaşımaysam sık sık taşak geçme seansları yapıyor, bazan kâğıt kalem, basbayağı edepsizlik yapma dürtüsüyle dolu oluyor, kendime tabiî izin veriyorum: Gün gelir, gün olur insan içine çıkabilirler de.” (s.404)

Alacakaranlıkta Elyordamı, Enis Batur’dan simsiyah bir kitap. Alacası içinde.

 

NOT:


Batur, M. Kayahan Özgül’ün Sekmeler dizisi için yazısında “(Buna karşılık, ‘kırmadan, ürkütmeden...’ başlıklı bölümü hem I. kitapta hem IV.’de görmek şaşırtıcı ve üzücü – tekrar gerekli bulunduysa, gerekçesi de vurgulanmalı)” diyor. (s. 77) Alacakaranlıkta Elyordamı’nda ben de tanıdık yazılarla karşılaştım. Görebildiğim kadarıyla daha önce Düş Kırpıntıları’nda çıkan iki önsöz (“HAR” ve “ÖN-SÖZ”), Alacakaranlıkta Elyordamı’na da girmiş. “Tekrar gerekli bulunmuşsa, gerekçesi vurgulanmalı.”