Saša Stanišić: "Doğum yeri asla edebi ya da estetik bir kategori olmamalı..."

"İyi edebiyat bir yazarın aidiyeti yüzünden değil, aidiyetine rağmen iyi olan edebiyattır. Sonuçta söz konusu olan bir satıra başka bir satır eklemek. Kitapta yazılandan daha fazlasını okumak, üstüne bir de yazarın kimliğini 'okumak' isteyenler bir dahaki sefere kitap değil, peynir alsınlar, daha iyi olur."

30 Eylül 2021 18:26

Yugoslavya dağılıp sınırlar açıldığında çocuk yaşta olanların duygularıyla ilgili olarak çok sayıda makale yayınlandı, sosyolojik araştırma yapıldı. 12 ya da 14 yaşındaki bir insan, bütün sosyalizasyon deneyimini yaşadığı ülkesini, vatanını bir günde kaybedince neler hissediyor? Siz aslında iki vatan birden kaybettiniz: Bosna ve Yugoslavya. Bu kaybı aşmak nasıl olur, ya da aşılabilecek bir şey mi?

Yugoslavya’yı terk ettiğimizde kaçmanın gerekliliğini anlayabilecek yaştaydım ama yeni ülkeye, yeni dile ve diğer zor koşullara alışmak için de çok küçüktüm. Aslında yaşadığınız şey de “vatan”ı terk etmek olmuyor tam; “vatan” kavramını kavram olarak biliyordum ama benim için bir anlam barındırmıyordu arkasında. Asıl ön planda olan genç olmanın getirdiği pragmatik hallerdi: Arkadaşlık, oyunlar, ilk küçük aşk. Hâlâ bugün vatan kavramını, bir dış “siz”le bir iç “biz”in arasına sınır çizerek belirlenen, “kendisini” zorla kabul ettiren ve “yabancı” olanı çağrıştırdığı için yapısal anlamda gerici, günlük kullanımda çoğunlukla baskıcı ve özgürleşmeye karşı bir şey olarak görüyorum. Vatan bir duygunun illüzyonu ve anılardan ibaret. Belki de bir yerin, reel biçimde algılanan bugün olarak, ideal olarak tasavvurundan ibaret... Kaybolan her şey herhangi bir şekilde ölçülebilir, bunun altında maddi şeyler de yatar, güvence de; bu mutluluğun aldatıcı bir yanı var.

Bu kayıpları aşmak elbette mümkün ama biz insanlar farklı farklıyız, kiminin kaybı diğerlerinden daha büyük, kimi yaşadıkları yüzünden travmalı, bazısı ise “yeni”yle baş edemiyor; dolayısıyla her “vatan” kaybını bireysel görmek gerekiyor. Hepsi bireysel, farklı, derin izler bırakıyor. Şahsen ben bugün geldiğim yerden memnunum. Kaybolanı en azından hikâyelerle tekrardan yaratıyorum.

Kitabınızda “köken’in fetişleştirilmesi” ve “ulusal kimlik yanılsaması”ndan söz ediyorsunuz. Okuyucu bunlara karşı olduğunuzu, içinde bulunduğunuz ilişkilere ait olmaktan yana olduğunuzu anlıyor. Birkaç örnek verebilir misiniz?

Çağımızda ne olduğumuza gereğinden fazla değer biçiliyor. Köken, iyi ya da kötü, katılım ya da dışlanma arasındaki farkların bir kategorisi haline geldi. Birlikte yaşamda, politikada, savaşta ve barışta, hatta günlük yaşamda buna fazla bir anlam yükleniyor. Almanya’da Türk soyadıyla bir ev bulmak birçok yerde Alman ismiyle bulmaktan daha zor. İnsanlar başka ulus ve başka dinden olan insanlara karşı hâlâ sadece bu nedenden savaş açıyor. Budalalık! Aynı şekilde ulusal kimlikten, bir ulusun bir parçası olarak doğmuş olmaktan sık sık sanki bir kazanımmış, başarıymış gibi söz ediliyor. Halbuki bir peynirin milliyeti, o peynir hakkında, bir insanın milliyetinin o insan hakkında verdiği bilgiden daha fazlasını içerir.

Kaçış deneyimleri, köken ve yaşanan diğer travmalar hakkında okulunuzdaki öğretmenlerin çocuklara hiç soru sormadıklarını yazıyorsunuz. Bunun gelişmenize olumlu bir katkısı oldu mu? Öğretmenlerin bu davranışını ilgisizlik olarak da algıladığınız oldu mu?

Öğretmenlerin hepsi o kadar dikkatli ve hassas değildi. Kimisi bilinçli bir şekilde başımızdan geçenler üzerine konuşmak istedi bizimle. Bu durum eğitmenin karakterine ve tutku derecesine göre, tabii biz çocukların haleti ruhiyesine göre de değişiyordu. Savaştan tamamen yılgın, yıpranmış vaziyette gelmiş olanlar geçmişin hatırlatılmasını istemiyorlardı. Bazıları ise hiç sorulmadan anlatıyordu başından geçenleri. Bir kısmının ise anlatacak dili yoktu. Tabii bizim için en ideali anlatmak isteyenlerin deneyimlerini anlatmasının ya da neyi ne kadar paylaşacağının herkesin kendi tercihine kalmasıydı. Şahsen beni ilgisizlik rahatsız etmiyordu. Anlatacaklarımı uzun müddet çok duygu yüklü bulduğum, savaştan söz ederken gözyaşlarımı tutamadığım için geçmiş hakkında konuşmamak benim için bir kurtuluştu. Savaşla ilgili bir şeyler yazmaya başlayınca bu da düzeldi. Yazmak aslında hakkında hiçbir resmin olmaması gereken tüm o vahşet için resimler bulmayı kolaylaştıran iletişim aracıydı bir yerde. O arada, aslında mağdur olmak istemediğimi, bu ülkede hep korku uyandıran ya da kötü gösterilen göçmen olmak istemediğimi keşfettim. Normal olmayan koşullara inat, gayet normal bir genç olmak istiyordum.

Almanya’nın kendisini uzun yıllar önce “göçmen ülkesi” ilan etmesine, halkın gittikçe çokuluslu hale gelmesine rağmen kimliğin durağan bir özellik olarak görülüp göçmenlerin de mağdurluk bakış açısına daha fazla yapışması sizce bir çelişki değil mi?

Almanya’daki Almanların hatırı sayılır bir bölümü, ama genelde Batı Avrupalılar ülkeleri için bir nevi modern Ortaçağ arzuluyorlar; hiyerarşik, kendi ulus ve dinleri tarafından yönetilen, mümkün olduğu oranda ulusun ve dinin baskın olduğu, bir dizi küçük ayrımlaşmaların (erkek kadından önemlidir, Alman’ın Alman olmayandan daha fazla söz hakkı vardır, varlıklılar yoksullardan daha fazla hakka sahiptir) egemen olduğu bir toplum. Bunu açıkça dile getiren insanların sayısı oldukça az. Gerçekte eşitsizlikler, gündelik ırkçılık ve azınlıkların dezavantajlı hali hep gündemde, birçok toplumsal alanda mevcut ve net bir şekilde görülebiliyor.

Bu baskın kültürün çatlaklar gösterdiği yerler var; çoğunluğun deri renginden farklı bir deri rengine sahip insanlar eşit muamele ve eşit mutluluk için hak iddia etmeleri, yoksul ailelerin çocuklarının (ne kadar istisnai bir durum da olsa) eğitim ve öğrenimde, meslek yaşamlarında başarılı olmaları, yani hiç de beklenmedikleri yerlere gelmeleri güvensizlik yaratıyor. Almanya’nın “göçmen ülkesi” olduğunu iddia etmek kolay.

Yani burasının bir “göçmen toplumu” olduğundan söz etmek kolay değil. Bunun sahiden doğru olması için herkese kökeninin ve doğum yerinin tesadüfiliğinden bağımsız olarak eşit fırsat tanınması lazım ki, Almanların baskın olduğu toplum birçok alanda bundan daha epey uzak bulunuyor.

Daha yakın bir zamanda Suriyeli bir mülteci, siyasi bir mevki için koyduğu adaylığını karşılaştığı düşmanca tutumlar yüzünden geri çekmek zorunda kaldı. Kimlik, kendi kimlikleri söz konusu olduğu sürece Almanlar için çok değerli. Diğerleri için geçerli olansa şu: Azıcık daha çaba gösterin, belki günün birinde buraya ait olursunuz (ama hepiniz değil).

Edebiyat eleştirmeni Ijoma Mangold, Köken’i ele aldığı yazısında sizi günümüzün göç geçmişine sahip edebiyatının liberosu olarak nitelemişti. Siz göç geçmişli güncel edebiyatı nasıl buluyorsunuz? Köken’in buna ne gibi bir katkısı oldu? Bu katkı bir dönüm noktası olarak görülebilir mi?

Göç geçmişi olan yazarların edebiyat tarihi ’60’lı ve ’70’li yıllarda misafir işçi olarak Almanya’ya gelen göçmenlerle başlıyor. O zamandan bu yana da sürekli ve kalıcı olarak gelişti, üslup açısından zenginleşti, temalarının çeşitliliği arttı; özgüvenleri, özgeçmişlerine bağlı bir kategorizasyona tabi olmayacak kadar gelişti.

Mesele şu: Doğum yeri hiçbir şekilde edebi ya da estetik bir kategori olmamalı, bir esere bu açıdan bakılamaz. Nasıl ki mesela bir hamster faresine sahip olmak da bir kategori olamazsa... Ancak burada da geçerli olan, Almanların Alman olmayanı muhakkak tanımlamak istemeleri. Hem de hemen çabucak anlaşılacak şekilde: “İşte, Alman olmayan bir şeyle karşı karşıyayız. O yüzden ‘göçmen edebiyatı’ diyelim.” Yazılanları “Alman edebiyatı”ndan ayırma çabası bu. “Hakiki” bir göçmen toplumunda böyle bir kavram zaten baştan ortaya çıkmaz. En fazla temaya göre ayırıp, en fazla, “bir göçmenin yaşamını konu eden bir kitap, tesadüfen yazarı da bir göçmen” denir.

İyi edebiyat bir yazarın aidiyeti yüzünden değil, aidiyetine rağmen iyi olan edebiyattır. Sonuçta söz konusu olan bir satıra başka bir satır eklemek. Kitapta yazılandan daha fazlasını okumak, üstüne bir de yazarın kimliğini “okumak” isteyenler bir dahaki sefere kitap değil, peynir alsınlar, daha iyi olur.