Ahmet Altan'la Balkan savaşlarını ve Babıâli baskınını anlattığı son romanı Ölmek Kolaydır Sevmekten'i, tarihle edebiyat arasındaki ilişkiyi, roman kahramanlarını ve otuz üçüncü yılına erişen yazarlığını konuştuk
16 Mart 2015 12:00
1998’de Kılıç Yarası Gibi, 2001’de İsyan Günlerinde Aşk ve 2015’te Ölmek Kolaydır Sevmekten… Araya üç başka roman girdi ama sonuçta bu üç kitap birbiriyle bir bütün ve fakat aradan 14 yıl geçti. Yeniden Osman’ın ve diğerlerinin hayatına girdiğinizde ne hissettiniz, onları yeniden hatırladınız ve hikâye sizde yeniden nasıl harlandı?
Bir yazarın hafızası, her odasında bir romanının kahramanlarının oturduğu büyük bir şato gibidir, zaman zaman o odaları dolaşır, onları hatırlar, bazılarına hiç uğramaz, bazılarına beklenmedik bir anda koridorda rastlayıverir... Bu üç romanın kahramanları, benim kahramanlarımı ağırladığım şatonun en görkemli salonunda oturan, kendilerini hiç unutturmayan, hep hatırlatan misafirler. Bunun bir nedeni de sanırım bu kitaplardaki kahramanların bir kısmının kendi gerçek ailemden esinlenilmiş olması. Onlar sadece roman hafızamda değil, gerçek hafızamda da duruyorlar. Onun için onlar benim en çok karşılaştığım, en fazla ziyaret ettiğim kahramanlarım. Belki bu serinin dördüncüsünü de yazdıktan sonra karşılaşmalarımız biraz seyrekleşir.
Siz onların hayatına girdiniz diye düşünerek sormuştum ama karakterleriniz sizin hayatınıza girmiş öyle anlıyorum... Kahramanlarınızla yazım sürecinde aranızda nasıl bir bağ oluşur?
Sanırım bütün yazarların kahramanlarıyla ilişkileri birbirine benzer. Siz, Altıncı His filminde ölüleri gören küçük çocuk gibi, aslında var olmayan, kimsenin görmediği insanları görür, onları duyar, onların konuşmalarına tanıklık eder, onlar için üzülür ya da sevinirsiniz. Yazdıklarınız bir kitaba dönüşüp başka insanlara ulaşana kadar, kimsenin görmediği insanlarla birlikte yaşarsınız. Bazen onların kaderlerine karar vermek zorunda kaldığınızda, uzun uzun düşünürsünüz. Bunu en iyi anlatan örneğin Balzac’ın bir anekdotu olduğunu düşünüyorum. Daha önce de yazmıştım bunu, Paris’in su sorununun tartışıldığı bir toplantıya Balzac’ı da davet etmişler, konuşması için kürsüye davet edildiğinde ünlü romancı dinleyicilere şöyle bir baktıktan sonra, “siz onu bırakın da Eugenie Grandet kiminle evlenecek” demiş. O sırada kimsenin tanımadığı kahramanı onunla birlikte yaşıyordu çünkü ve onun kaderine karar vermesi gerekiyordu.
Peki, ben yeni romana geçmeden önce merak ettiğim birkaç şeyi sormak istiyorum. Önce biraz eskiye gidelim; ilk roman ve ilk ödül. Nasıl hatırlıyorsunuz o yılları?
Yazarların çoğu ta çocuk yaşlarından itibaren yazar olmanın hayalini kuran insanlardır. Sonra, günü, zamanı gelir yazı yazmak için masaya oturursunuz. Çok güzel, çok heyecanlı bir acemiliktir o. Yazabildiğini, hayalini tek başına bir odada gerçekleştirebildiğini görmenin sevinci eşine az rastlanır bir sevinçtir. Bir yandan da korkarsın. Hayalini kurduğun kadar iyi yazıp yazamayacağını yazarken bilemezsin çünkü. Bazen yazabildiğine, bazen yazamadığına inanırsın. Sonra kitabını bitirirsin. Ve ilk kitabını bitirdiğinde kendine saygı duyarsın. İyiyim dersin, hayalimi gerçekleştirdim. Akıp giden, kaybolan zamanın üstüne ben bir çizik attım. Kimse okumasa, kimse görmese bile o çizik zamanın yüzünde hep kalacak. Kitap çıkınca insanlar ne diyecekler diye de merak edersin. Senin kendine duyduğun saygıyı, onlar da senin yazdıklarına duyacaklar mı? Ödül, bir anlamda o saygının bir göstergesidir. İlk kitabımla Akademi Kitabevi’nin ödülünü kazandığımda o saygıyı gördüğüm için sevinmiştim. Bir gün bir arkadaşım bana Vivaldi’nin Mandolin Konçertosu’nu hediye etmişti, daha evvel dinlememiştim, bana “ne kadar şanslısın, bunu ilk kez dinlemenin hazzını yaşayacaksın” demişti. İlk kitabını yazan genç yazarlar, tek bir kez hissedilen “ilk kitabını bitirme” hazzını yaşayabilecekleri için şanslıdırlar. Yazarlık hayatı boyunca her yazar çeşitli heyecanlardan, maceralardan, imtihanlardan geçer ama bu ilk macera bambaşkadır.
Ya bu romana başlarken… Masaya oturdunuz başlıyorsunuz yahut bitirdiniz kalkıyorsunuz; neydi hissettiğiniz?
Her yazarın yazma alışkanlıkları farklıdır. Ben uzun zaman yazacağım romanın etrafında aylak aylak dolaşırım, çeşitli fikirler, kahramanlar, olaylar kopuk kopuk zihnimde dolaşır, genellikle yazamayacağımdan korkarım. Sonra aniden bir gece yarısı ya da bir sabah vakti, yazmak için önüne geçilmez bir istek duyarım. Bu istek nereden nasıl kaynaklanır bilmem. O arzuyu dayanılmaz bir şiddetle hissettiğimde odama girer, iskemleye otururum. Sonra perdeleri kapalı bir odada, günlerce, haftalarca, aylarca, günde en aşağı on üç on dört saat hiç durmadan çalışırım. Kimseyi görmem, kimseyle görüşmem, konuşmam, o odanın içinde yazdığım insanlarla birlikte yaşarım. Kitabı bitirene kadar. Bu romana da böyle başladım. Böyle yazdım. Bunca yıldan, bunca kitaptan sonra, şunu öğrendim. Edebiyat, bir sandalyeye oturmakla başlar. Ya da Hugo veya Hemingway gibi ayakta yazıyorsanız bir masanın başında durmakla başlar. Edebiyatçı olmak istiyorsanız bir iskemleye oturacaksınız. Yalnız başınıza orada saatlerce oturmaktan zevk alacaksınız... Kitabı bitirdiğimde ise bir şaşkınlık yaşarım. Bu kitapta da öyle oldu. Bir kitabı bitirmek hep şaşırtır beni.
Çok satan bir yazar olduğunuz kadar çok da eleştirilen --hatta gazeteci kimliğinizden dolayı belki romancılığına da saldırılan-- bir yazar oldunuz… Tüm bunlar sizi zaman içerisinde nasıl etkiledi, edebiyatınızda neleri tetikledi?
Saldırılar pek etkilemez beni, hele yazdıklarımı hiç etkilemez. Gençliğimden beri o kadar çok saldırıyla karşılaştım ki... Etkilenseydim sendelerdim. Ama bütün yazarlar eleştiriyle saldırı arasındaki farkı bilir, birisi senin ya da kitabın hakkında yazı yazdığında bunun saf bir edebi kaygıyla mı yoksa kişisel bir hınçla mı yazıldığını anlarsın. Edebi kaygıyla yazıldığına inandığın eleştirileri ciddiye alırsın, yaralarsa o tür yazılardaki olumsuzluklar yaralar yazarı. Diğerlerine pek aldırmaz. Yazarın kendi çevresinde yarattığı bir dokunulmazlık zırhı vardır, o zırhı ancak parlak edebi metinler delebilir ki öylesine çok az rastlanır.
Kılıç Yarası Gibi için 'tarihi yanlış anlatıyor' eleştirileri yapılmıştı. Bu eleştiriler o zaman sizi nasıl etkiledi? Bu kitapta da bekliyor musunuz benzer eleştiriler?
Daha ziyade 31 Mart’ı anlattığım İsyan Günlerinde Aşk’la ilgili böyle kavgalar çıkmıştı. Bizim resmî tarih yalanlarla doludur. O yüzden dürüst tarihçiler çok belalı zamanlar yaşamıştır. Resmî tarihe başka açılardan yaklaşan edebiyatçılara da hücum ederler. 31 Mart büyük bir yalandı ve İsyan Günlerinde Aşk’ta bunu anlatıyordum. O yüzden kavga çıktı. Ölmek Kolaydır Sevmekten’te Balkan savaşlarını ve Babıâli baskınını anlattım. Balkan savaşı konusunda insanlar çok az bilgiye sahiptir çünkü okullarda pek anlatılmaz bu konu. Bu savaşın bir bölümünde Fethi Bey’le Mustafa Kemal’in yaptığı bir hatanın da yer alması belki Balkan Savaşlarını bir tabuya çevirmiştir. Balkan Savaşı, sadece Osmanlı’nın değil dünya askerlik tarihinin en garip savaşlarından biridir. İnsanın inanmakta zorlanacağı türden garip bir savaştır.
Neden garip?
Doksan bin kişinin bir gecede aniden kaçmasının nedeni bugün bile tam olarak bilinmiyor. Doksan bin Osmanlı askeri ortada büyük çaplı bir taarruz olmadığı halde aniden paniğe kapılıp Kırklareli’ni terk ederek kaçmaya başladı. Karşılarında onları öyle ürkütecek bir düşman yoktu oysa o kaçtıkları gece.
Mario Vargas Llosa “Edebiyat, yazgılarına boyun eğen, yaşadıkları yaşamdan hoşnut olan insanlara hiçbir şey söylemez. Edebiyat, asi ruhu besler uzlaşmazlık yayar; yaşamlarında çok fazla ya da çok az şeyi olanların sığınağıdır” diyor. Ahmet Altan bu sözlere katılır mı ya da onun edebiyatı bir yazar olarak tanımlaması nasıl olur?
Tam bilmiyorum ama Vargas Llosa bu tanımı daha genç bir yazarken yapmış olmalı diye düşünüyorum. Ben, yazdığımı okuyanlara daha başka bir şey söylediğimi düşünüyorum, diyorum ki ben seni bu sayfalarda bambaşka bir hayatın içine sokacağım ve sen orada zamanı ve kendini unutacaksın. Başka biri olacaksın. Ben seni, bir süreliğine senden kurtaracağım, seni başka biri yapacağım, yaşamadığın maceraları yaşayacaksın, acılar ve sevinçler hissedeceksin. Yaşamından hoşnut olsan da olmasan da, seni tek bir yaşamın içine hapsolmaktan kurtaracağım, birçok yaşamın birden olacak. Edebiyat, insanların yaşamlarına yeni yaşamlar ve maceralar ekler. Edebiyatı sığınak olarak görmem. Tam aksine insanların sığındıkları sığınaklardan güvenle çıkabildikleri bir armağan olarak görürüm.
Dönelim, Ölmek Kolaydır Sevmekten’e… Çok kahramanlı ve bir ailenin hikâyesini merkeze alan bir roman bu. Dönem değil “aile romanı” aslında. “Her aile bir tarihtir hatta okumasını bilene destandır” sözünü düşünüyorum. Bu ailenin tarihi üzerinden bir şekilde bir dönem okuması da yapıyoruz diyebilir miyiz?
Bu kitap, çok geniş bir ailenin hikâyesi. Evet, tam da dediğiniz gibi o ailenin hikâyesi bir dönemin de hikâyesi. Çok geniş bir aile olduğu için padişahları da, askerleri de, şeyhleri de, siyasetçileri de, kadınları da o dönemin şartlarında görebiliyoruz. Onların yaşadıkları o dönemde neler olduğunu kahramanları izlerken anlayabiliyoruz.
Stephanne Lausanne sanıyorum o dönem yaşamış Fransız bir gazeteci… O zamanki sansür mekanizmasının nasıl işlediğine dair okurun saptamalar yapmasına olanak sağlıyor. Bu kitapla birlikte tanıştığımız bu heyecanlı muhabiri yaratırken aynı zamanda da gazeteci olan siz, bu adamın tüm olan bitene karşın şaşkınlığını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Lausanne, Balkan Savaşı’nı izlemek için İstanbul’a gelen bir Fransız gazeteci. Onun kitabından çok yararlandım o sırada İstanbul’da olanları öğrenmek için. Çünkü her gün, o gün olayları gazetesine bildiriyor. Ve sürekli olarak sansürle boğuşmak zorunda kalıyor. İstanbul’u ve Osmanlı’yı seviyor. Ama Osmanlı’nın yaşamı, Paris’ten gelen birinin kolay anlayabileceği bir şey değil. Gördüğü birçok olay karşısında şaşırıyor ama gördüklerinin çoğunun bugün bizi bile şaşırtacağı da ayrı bir gerçek. Ben Lausanne’ı ona bir tür teşekkür sunar gibi kahramanlardan biri yaptım.
“Devlet, askerini doyurmayı, savaşmayı, toprağını korumayı becerememiş ama halkını kandırmayı her zaman olduğu gibi becermişti. Gerçekleri yabancı gazeteler yazdı sadece…” Hiç mi değişmeyecek bu memleketin gazetelerinin gerçekle olan imtihanı?
Belki ileride değişir ama bugüne kadar hiç değişmedi. Buradaki gazeteler, insanlara gerçekleri anlatmak için değil, insanlardan gerçekleri saklamak için çıkıyor. O gün de böyleydi, bugün de böyle. Her iktidara gelen, önce gazeteleri denetimine alıyor ve halka kendi istediği olayları gerçek diye anlatıyor. Balkan Savaşı sırasında, hemen hemen hiçbir sıradan Osmanlı vatandaşı ne olduğunu öğrenemedi. Gazeteler hep gerçekleri sakladılar. Bugün de saklıyorlar. Umarım ileride değişir.
Romanın bir yerinde Dilara Hanım, Stephanne Lausanne’e “Şark erkekleri, dünyalarının gerçek olduğunu kendilerine kanıtlayabilmek için kadınları öldürmeye bile hazırdırlar” diyor ve devam ediyor: “Onlar için erkeklik sahip olmaktır… Sahip olamadıklarında ya öldürürler, ya kaçar giderler.” Sanıyorum Dilara Hanım bu çağda Türkiye’de yaşasaydı yine aynı şeyleri söylerdi…
Ne yazık ki bu da yüz yıldır değişmeyen gerçeklerden biri. Bugün de erkeklik sahip olmak demek. Sahip olamadığında ise öldürüyor. Sahip olabilmek, diğer erkeklerle rekabet etmemek için de kadını sürekli olarak evine hapsetmeye çalışıyor.
Hikmet Bey ile Rasim Bey’in arasında İttihatçılar ve İtilafçılar için geçen diyaloglarda “İktidar delirtti onları, paraya tamah ettiler, zorbalığa saptılar” diyor İtilafçıların da aslında onlardan bir farkı olmadığı konuşuluyor. Sonrasında gelen cümle ise şu: “Bu ülke lanetlenmiş… derde, acıya, zorbalığa mahkûm edilmiş… Bu ülkede hırsızlık, zorbalık kolayından bitmez…” Bugünün Türkiyesi için de aynı şeyleri söylemek mümkün… Siz romanı yazarken ne düşündünüz? Bu tarih hep mi tekerrür edecek?
Bu tür romanları yazarken tarihi ve bugünü bir daha keşfediyorsunuz. Yüz yıl önceki İttihatçıların iktidarıyla bugünkü iktidar öylesine birbirine benziyor ki yazarken çok şaşırdım. İttihatçılar zorba bir padişaha karşı çıkıyorlar, özgürlük, adalet, eşitlik istiyorlar. Bugünkü iktidar da zorba bir askeri vesayete karşı çıkmış, eşitlik, özgürlük, adalet istemişti. İttihatçılar devlet hazinesini ele geçirdiklerinde neredeyse çıldırdılar. O güne dek hiç görülmemiş biçimde hırsızlığa ve yolsuzluğa bulaştılar. Sonra, yönetimdeki başarısızlıkları ve hırsızlıklarını saklamak için inanılmaz bir baskı rejimi kurdular. Hırsızlıkları öyle bir boyuta ulaştı ki, Abdülhamit’e karşı İttihatçıları desteklemiş olan Tevfik Fikret, Han-ı Yağma şiirini yazmak zorunda kaldı. İttihatçılar da adamlarını gönderip, “kırılsın seni Tevfik diye alkışlayan eller” diye bağırttılar. Şairi lanetlediler. Bugünkü iktidar da aynı biçimde yolsuzluğa boğazına kadar battı, ülkeyi yönetmekte zorlanmaya başladı ve müthiş bir baskı rejimi kurdu. Yüz yıl öncesini yüz yıl sonra aynen yaşıyoruz. Aynı hırsızlık, aynı baskı. Tarih tekerrür bile etmiyor burada, hep aynı tarih, hep aynı gün yaşanıyor neredeyse.
Dilevser Hanım “Bir roman kahramanı olup, kendi hayatımı, kendi duygularımı bir başkasının kaleminden okumak isterdim” diyor. Romanın en kırılgan değil ama en naif kahramanlarından biri olarak geldi bana… Siz, onu bir roman kahramanı yaptınız, onun bu hayali hakkında ne düşünüyorsunuz?
Bunu hepimiz isteriz diye düşünüyorum. Ama korkarak isteriz. Bizi, bir romancı bize anlattığında kendimizle ilgili görmediğimiz gerçekleri görürüz, kendimizi seyrederiz. Ama bu biraz ürkütücüdür de çünkü görmek istemediğimiz gerçekler de ortaya çıkar. Gene de, bir romancı tarafından anlatılmak heyecan verici olmalı diye düşünüyorum.
Hikmet Bey de yalnız bir adam gibi… “Kendi ülkemde bir ekalliyetim” diyor zaten ve hürriyet kavramında kalıplara karşı olduğunu söylüyor. Yalnızlığı da bu yüzden mi sizce? İki tarafa da ait olmayı reddetmesinde, o kalıplara karşı olmasında?
Türkiye’de hangi dönemde olursa olsun, demokrasi isteyen insanlar yalnızdır ve azınlıktadır. Bugün de öyledir. Demokrasi isteyenler bu ülkenin adı konmamış azınlığıdır. Çünkü, o gün olduğu gibi bugün de kalabalıklar kendilerine benzemeyeni ezmek ve devlet hazinesinden geçinmek için bir araya geliyor. O kalabalıkları bir araya getiren inanç, fikir, duygu ne olursa olsun, demokrasi istememek konusunda hepsi neticede birbirine benziyor. Siyaset, bir tür çeteleşme gibi burada. Bir reis oluyor, onun etrafında örgütleniyorlar ve devlet hazinesini ele geçirip soymak için diğer çetelerle dövüşüyorlar. Devler hazinesini ele geçirdiklerinde diğerleri buradan pay istemesin diye de büyük bir zorbalıkla kendilerinden olmayanı eziyorlar. Hep birlikte bunun meşru bir oyun olduğunu kabul etmişler. “Herkes eşit ve özgür olmalı” diyenler de bütün gruplarca lanetleniyor, azınlıkta kalıyor. Yalnızlaşıyor. Yüzyıl önce de öyle insanları istemiyorlardı, bugün de istemiyorlar.
Savaş ve mutluluk. Romanda bu iki kelimenin karşılığı ne olsa diye sorsalar bana, Ragıp Bey derdim. Asker olmak varoluşunun temel parçası gibi. Siz onun bu halini, savaşmaktan mutluluk duyan bu adamı yazarı olarak nasıl değerlendiriyorsunuz?
Ragıp Bey’i seviyorum. O benim büyük dedemden esinlendiğim bir kahraman. Benim büyük dedem ihtisasını Alman ordusunda yapmış bir topçu kurmayı. Balkan Savaşları’nda savaşmış, Çanakkale’de dört yıl boyunca Arıburnu cephesi topçu komutanlığı görevinde bulunmuş, sonra da istiklal Savaşı’na katılmış. Nerdeyse on yıl boyunca cephede kalıp dövüşmüş. Ragıp Bey karakteri onun hikâyesinden çıktı. Askerlik benim çok ilgimi çeken bir meslek. Hayatım boyunca barış için uğraştım ama gerçek askerlerin cesareti ve zekâsı da beni hep etkiledi. Savaşın kendi korkunçluğunu bir yana koyup, o savaşın içindeki adama baktığınızda, orada hayatını ortaya koymuş, ölümle koyun koyuna yaşamayı kabul etmiş cesur bir adam görüyorsunuz. Sahte askerlere, darbecilere biraz da bu yüzden, hayatlarını ortaya koymadan silahsız kalabalıkları esir aldıkları için kızıyorum. Askerlik bu değil. Askerlik, suratına patlayan mermiye doğru yürümeyi kabul etmek. Bir satranççı gibi zekice stratejiler ve taktikler oluşturmak. İyi komutanlar, düşman dahi olsalar birbirlerine daima saygı duymuşlardır. Düşmana gösterilen saygı da askerliğin bir parçasıdır. İkinci Dünya savaşı sırasında Kuzey Afrika cephesinde Montgomery ile Rommel’in savaşın ortasında buluşup yemek yedikleri anlatılır.
Atatürk'ün aceleciliği sonucu Bulgarların Osmanlıyı yenmesi ve beş kişiyle yaklaşık 15 dakikada yapılan darbe... Tarih kitaplarında rastlamadığımız bilgiler ve sanırım tartışma yaratacak gerçekler bunlar, değil mi? Siz bu kitaba hazırlanırken epey bir tarih araştırması da yapmışsınız sanıyorum...
Bu tür kitaplarda ciddi bir hazırlık yapmak gerekiyor kaçınılmaz olarak. Bunlar bilinmeyen olaylar değil, sadece anlatılmayan olaylar. Bu konularla ilgili herkes bir şeyler bilir ama pek anlatmazlar. Fethi Bey’le Mustafa Kemal’in kurmaylıklarını yaptıkları Fahri Paşa’nın kolordusu erken harekete geçtiği için binlerce asker öldü ama biz tarih derslerinde bunu okumadık. Eğer cumhuriyeti Mustafa Kemal Paşa değil de Enver Paşa kurmuş olsaydı, sanırım bugün okullarda okutulan tarih kitapları başka türlü olurdu. Tarihi genellikle galip gelenler yazıyor. Bir keresinde bir BBC dizisi seyretmiştim. Komünist Partisinin Londra’daki konferansına katılan Lenin ile Troçki Marks’ın mezarı başında karşılaşıyorlardı o dizide. Troçki “tarih seni suçlayacak” diyordu Lenin’e. Ne kadar doğru ne kadar yanlış bilmiyorum ama o dizide Lenin’in verdiği cevabı hiç unutmadım. “Bu, tarihi kimin yazdığına bağlı” diyordu Lenin.
Tam da bu cümleden devamla, “Tarih, insanın geçmişteki eylemlerinin edebiyat ise insanın duygu ve düşüncelerinin kaydıdır. Her iki kayıtta bir diğeri olmaksızın anlaşılamaz” tezinden yola çıkarak “Tarih ve edebiyat” başlığını açsam ikisi arasındaki ilişkiye dair neler söylersiniz?
Edebiyat tarihten daha kapsayıcıdır kaçınılmaz olarak. Tarih, devletlerle ve liderlerle daha fazla ilgilendiği halde edebiyat sizin de dediğiniz gibi insanlarla ve duygularla daha fazla ilgilenir. Ama devletlerin durumu ve liderler de edebiyatın konusu olabilir. Tarihi kendine fon olarak seçen bir romancının en büyük sorunu ise çok büyük bir hazineyle karşılaşmasıdır. Küçük bir kayıkla, altın dolu bir adaya yanaşmış gibi olursunuz. Eğer açgözlülük yapar da kayığınızı taşıyamayacağı kadar çok altınla doldurursanız kayığınız batar... Batacak diye korkup az altın aldığınızda da zenginliğiniz azalır. Roman yazarken tarihten ne kadarını alacağınız, ancak sezgilerinizle anlayabileceğiniz bir iştir.
Diyelim ki “tarihle yüzleşme” fikrinden yola çıkıyoruz ve önümüzde Ermeni Soykırımı var, Dersim, Maraş ve hatta Roboskî Katliamı var. Resmî tarih denen şeyin yapmadığını edebiyat yapabilir mi, yapmalı mı? Edebiyat resmî tarihe başkaldırabilir mi?
Edebiyatın hiçbir türü için “yapmalı” diye bir kural olduğuna inanmam. Bir zorunluluğu yoktur edebiyatın. Her yazar, anlatmak istediğini özgürce seçip, onu özgürce yazar. Yetenekliyse ortaya iyi bir edebiyat eseri çıkar. Resmî tarihe başkaldırmaya gelince, edebiyat elbette resmî tarihe başkaldırabilir. Resmî tarihin sıkıcılığına hapsolan bir romanı kim okumak ister? Kimse. Resmî tarih, olayları çarpıttığı gibi insanları da iki boyutlu minyatürlere çevirir. Edebiyat ise gerçek kahramanlar ister kendine, yaşayan kahramanlar, çelişkileri olan kahramanlar. Öyle kahramanlar resmî olan hiçbir şeyin içine sığmazlar. Onun için hiçbir iyi yazarın resmî tarihin sığ gerçeklerini tekrarlamaya yanaşacağını sanmam.
Anya ve Nizam… Tuhaf bir aşk onlarınki. Hele Nizam’dan hiç beklenmez ölesiye bir kadına bağlanmak… Anya’da kendinde olduğu gibi bir ait olamama haline mi tutuluyor? Anya’nın romanın diğer kadın kahramanlarından farkı açık, neydi sizi böyle bir karakter yaratmaya iten duygu?
Aşkın, bencil bir erkeğe ne yaptığını görüyoruz Nizam’da. Âşık olduğunda insanlar “hiç beklenmedik” işler yaparlar. Anya’nın hayatı reddetmesinde, aslında kendisi de dahil bütün insanları kapsayan bir küçümseme bulunması, kendini beğenmiş, şımarık ve bencil bir erkeği elbette kaçınılmaz biçimde kışkırtır. Bencilliği, “âşık olmayacağına” dair bir inanç ve güven verdiği için Nizam o kadar fütursuzca, farkında bile olmadan aşkın içine yürüyor. Ve beklenmedik olayların kahramanı haline geliyor.... Anya’yı nasıl yarattığımı, diğer birçok karakteri olduğu gibi, size mantıkla, düşünceyle anlatamam. Onu nasıl bulduğumu bilmiyorum. Bir sabah kalktığımda gelmişti. Oradaydı. Kahramanların birçokları gibi ben onu bulmadım, o beni buldu. Beni bulduğu için gizli bir gurura sahip olduğumu da itiraf edeyim. Anya’yı okuyan hiç kimse bir daha onu unutmayacak. O, bütün hayatı, macerası ile karşılaştığı bütün okurların da hayatına kazınacak ve unutulmayacak bir kadın. Sessizliğin, gerçek reddedişin bütün çekiciliğine sahip. Onunla karşılaşan her erkekte ona sahip olma isteği ve sahip olamayacağı korkusu yaratan bir kadın.
Ve romanın sonlarına doğru tanıştığımız Efronya da var tabii…
Efronya’ya bayılıyorum. Çok neşeli, cilveli, esprili bir kadın. Çektiği acıyla “tanrıya da, insanlara da kefaretini” ödediğine inanan, acısını hiç inkâr etmeden neşeli de olmayı başarabilen biri. Onu yazarken çok eğlendim. Ayrıca onu yazarken bazı anlarda beni çok duygulandırmayı da başardı.
Kahramanlarınız sizi nasıl duygulandırır? Şaşırtırlar mı, üzerler mi mesela? Mehpare Hanım’ın çocuklarına karşı sevgisizliği, Şeyh Efendi’nin suskun acısı, Nizam’ın deliliği, Dilara Hanım’ın sevdiği erkeğe kendini tam verememesi... Bunlar sizi nasıl etkiliyor?
Kahramanlarım beni şaşırtırlar. Mesela bir sahne hatırlıyorum, ben iki kahramanın konuşmasından sonra aralarında bir dostluk oluşacağını ve hayatlarının öyle devam edeceğini düşünüyordum, böyle düşünerek o bölümü yazmaya başladım ama beklediğimin tam tersine çok gergin, neredeyse düşmanca bir konuşma çıktı ortaya. Orada, romanın karakterleri yönetimi benden almayı başardı. İki insanın konuşmasına neredeyse benim aklım hiç müdahale edemedi. Onlar karşımda konuştular ve ben yalnızca onların konuşmalarını kaydettim… Yazdığım insanların duygularını hissederim ve onlarla birlikte o duyguları duyarım… Tanrıya büyük bir aşkla bağlı olan, Tanrıdan bir şey beklemeyen, vermesi gerekenin kendisi olduğuna inanan ve bütün varlığını Tanrıya vakfetmeye kararlı Şeyh Efendi’nin bir kadına duyduğu tensel aşk yüzünden hissettiği keder, pişmanlık ve çaresizlik, beni de aynı kederi ve aynı pişmanlık dolu özlemi hissetmeye sevkeder… Şeyh’in bir odaya kapanıp, Rabbı’na kendisini bundan kurtarması için yalvarışındaki o teslim oluşu ve buna rağmen duyduğu aşktan kurtulamamasının çaresizliğini ben de hissederim. Onun bütün varlığını “kendisini yaradanı utandırmamaya” adamasındaki samimiyetten etkilenirim, onunla dostluk yapmak, onun tekkenin bahçesinde dolaşmak isterim… Efronya’nın, neşesinin altındaki, o hiç bozulmamış acının ortaya çıkışındaki sahicilik beni gerçekten yaralar. Dilara Hanım’ın “saadeti ile hürriyeti” arasında bir seçim yapmak zorunda kalışındaki çıkmaz beni de aynı çıkmaza sürükler… Onlarla birlikte üzülürüm, kurtulmalarını isterim ama onları kurtarmaya uğraşmam. Onların kaderlerine dokunmamam gerektiğini bilirim.
Bu romanda, serinin ilk iki romanına nazaran dönemin yoksul kesimine bakmıyorsunuz, daha çok elit, korunaklı tabakanın hayatlarına odaklanıyorsunuz… Tabii savaş ve hastalık mağduru bir halkın varlığı hissediliyor ama merkezde değiller. Neden?
O dönemde, zenginlik, aslında şimdi de olduğu gibi, toplumun çizdiği çizgilerin dışına çıkma ve toplumun değer yargılarının esiri olmama lüksünü tanıyor. O dönemde baskı çok fazla olduğu için zenginliğin getirdiği özgürlük de daha fazla. Bu özgürlük yazara daha geniş bir olay ve duygu yelpazesi açma imkânı tanıyor. Para, Dilara Hanım’ın kimliğini ve yaşama biçimini belirleyen en önemli nedenlerden biri mesela. Fakir olsaydı, başka bir Dilara Hanım olurdu sanıyorum. Karakter özellikleri aynı kalsa da yaşadığı olaylar daha dar ve daha farklı olurdu.
Ölmek Kolaydır Sevmekten dörtlemenin üçüncü romanı. Dördüncü romanda okuru nereye, hangi olayların ortasına götürmeyi planlıyorsunuz?
1915’e... Eğer becerebilirsem Çanakkale’ye ve soykırıma.
Peki, bu dörtleme ile neyi hedefliyorsunuz?
Osmanlı’nın en hareketli, en belalı bir dönemini, yok olmaya hazırlanan bir imparatorluğun çalkantısını ve o çalkantının içindeki insanları anlatmayı istedim. Savaşların, darbelerin, cinayetlerin, keskin siyasi çatışmaların olduğu bir dönem bu. Babıâli baskını denip geçilen bir olayın bir de tek tek bireylerin hayatına yansıması var. Edebiyatla tarih farkı burada ortaya çıkıyor. Tarih Babıâli baskını deyip geçiyor ama edebiyat o baskının kurbanlarının ve yakınlarının neler yaşadıklarını, neler hissettiklerini de gösterebiliyor. Daha küçük ama daha keskin ayrıntılara ulaşabiliyorsunuz.
Bir de İstanbul var tabii. Üç romandır İstanbul’u da seyrediyoruz, bu aslında biraz da İstanbul’un hikâyesi yahut İstanbul da karakterlerden biri diyebilir miyiz?
İstanbul sırlarla dolu muhteşem bir şehir. Her zaman böyleydi. İçinde yaşattığı insanlar kadar, belki de daha fazla çelişkiye sahip. Güzelliğin ve çirkinliğin her rengini gösterebiliyor. Kat kat bir şehir, her katında başka bir hayat yaşanıyor ve özellikle o çağda o katlarda yaşananlar gizli. Bundan daha çekici bir kahraman zor bulunur.
Osman… Onu ölmüş büyüklerinin sırlarına bağlayan, o eve, tarihe bağlayan yahut aslında yaşadığı çağa bağlamayan nedir? Onun sizin kafanızdaki önemi nedir?
Geleceğin belirsizliğinden ve kaderin insafsızlığından korkarak, geçmişe, bütün yaşananların artık bilindiği, sürprizi ve korkusu olmayan bir zamana sığınması. Bugünü yaşamaktan korkuyor. Çünkü yarın var ve yarının ne getireceğini hiç kimse bilmiyor. Yarın bir karanlık hepimiz için. O belirsizlik ve karanlık onu korkutuyor. Geçmiş ise her şeyin yaşandığı, bilindiği, berrak bir zaman parçası. O berraklığa sığınıyor ve geçmişi yaşıyor. Tarih, onun bütün hayatı.
Geçmişi anlatan bu üç romanın ister istemez döneme de uygun, kendine has çok özel bir dili var. Bugüne bakan bir önceki Son Oyun romanınızla ya da mesela ondan önceki En Uzun Gece ile kıyaslarsak, Ahmet Altan’ın dili, üslubu bu kitaplar arasında nasıl değişti sizce? Neyi anlatırsa anlatsın hep aynı Ahmet Altan’ı mı okuyoruz yoksa sizin içinizde birçok Ahmet Altan mı var?
Her kitabın kendi dili ve kendi sesi vardır… Belki de en zoru, kitabın kendine ait sesini bulmaktır. Ben bir kitabı yazmak için sanırım en fazla o sesi bulmak için beklerim. Son Oyun’la Ölmek Kolaydır Sevmek’ten arasında, neredeyse iki ayrı yazar tarafından yazılmışçasına fark vardır, iki farklı dil ve iki farklı ses vardır. Yazının sesi, anlatılan hikâyenin sesine denk gelmek zorundadır. O sesler arasında bir armoni olmazsa o roman nefessiz kalıp ölür. Bütün bu farklılığa rağmen, elbette bir de yazarın kişiliğine ve üslubuna bağlı olan değişmez özellikler bulunur. Kendine has olan özelliğini, romanların farklı özellikleriyle denk getirmen gerekir. Bunu da düşünerek bulamazsın. Yazarın, “müzik kulağı” gibi özel bir “yazı kulağı” olması, yazının melodisini sezmesi, romanın kimliğini belirlemekteki en önemli enstrümanlardan biridir yazar için. Kelime seçimlerindeki sezgi dozu, yazının zenginliğini ve sahiciliğini de belirleyen en önemli özelliklerden biridir bence. Anlattığın her karakterin ve olayın, kendi doğasına uyan kelimeleri düşünerek bulamazsın, bunun için aklına güvenemezsin, burada güvenebileceğin tek şey sezgilerindir. Bu sezgiye doğuştan sahip olman gerektiği gibi, daha çocukluğundan itibaren iyi yazarları okuyarak bu sezgiyi bilemen de gereklidir bence.
Bu sizin onuncu romanınız. Deneme kitaplarınız da var ama 33 yılda on roman yazdınız. 1982’de Dört Mevsim Sonbahar’ı çıkaran 32 yaşındaki Ahmet Altan bu 33 yılda ve on romanda nasıl değişti?
Edebiyat anlayışım hemen hemen hiç değişmedi. Ben hep insanları anlatan romanları sevdim ve hep insanları anlatmaya çalıştım. Bu arada belki kendime olan güven, yaşanan tecrübelerle birlikte biraz daha artmıştır.
Siyaset ve gazetecilik sizi hep takip eder gibi görünürken geleceğe baktığınızda ülkenin gündeminden ayrı durup sadece roman yazacağım diyebiliyor musunuz?
Bunu kesinlikle söylüyorum. Artık yaşlandım ve sadece sevdiğim işi yapmak istiyorum. Gazetecilikte yeterince vakit kaybettiğimi düşünüyorum. Bence daha fazlasına gerek yok.
Ve romandan şu alıntıya sizden gelecek son sözle bitirelim. “Bunu söylediğim için bağışlayın ama burası deliler ülkesi…”
Bunu söylediğim için beni bağışlayın ama burası hâlâ deliler ülkesi. Neler yaşandığına bakarak bunun tersini söyleyebilecek biri var mı, bilmiyorum.
Romandan tadımlık bir bölüm okumak için tıklayın.