Ahmet Altan'ın onuncu romanı Ölmek Kolaydır Sevmekten, Kılıç Yarası Gibi ve İsyan Günlerinde Aşk romanlarıyla başlayan dörtlemenin üçüncü halkası. Yazarın izniyle romandan kısa bir bölüm sunuyoruz
Bir mektubu değerli kılan nedir, diye soruyordu Osman kendi kendine.
‘’İçindekiler’’ diyemiyordu, çünkü o mektupları aldığı andan itibaren göğüs cebinde taşıyan Ragıp Bey bir kez bile açmamıştı zarfları, içlerinde ne yazdığını bilmiyordu.
‘’Mektubu yazan’’ dese, Ragıp Bey mektupları yazan kadınla bir daha karşılaşmak bile istemediğini söylüyordu.
Ragıp Bey mektupları açmamıştı, mektupları yazan Dilara Hanım’ı bir daha görmek istemiyordu ama Balkan Savaşı sırasında Çatalca tabyalarının biraz ötesindeki köy evi Bulgar topçusunun ateşiyle isabet alıp yanmaya başladığında zor bela canını dışarı atmış, sonra göğüs cebinde mektupların durduğu ceketinin içerde kaldığını fark edince, kendini tutmaya çalışan çavuşu silkeleyip yere yıkarak alevlerin arasına dalmış, ceketiyle mektupları kurtarmıştı.
Ölümle hayat arasındaki incecik çizginin üstünde iki tarafa da değmeden, zamanın kırılgan dalgalarıyla gezinen bulanık zihni, ölülerinden o savaşı çok dinlemiş, savaşın sahnelerini bomboş salonların geniş duvarlarında defalarca görmüş, defalarca seyretmişti.
O tuhaf yağmurun yağdığı gün Ragıp Bey’in siperlerin üstünde nasıl durduğunu ise hiç unutmuyordu.
Huzursuz bir karmaşayla kaynaşıp duran bulutlar, fosforlu eflatunların, turuncuların, morların, yeşillerin ürkütücü ve uğursuz parıltılarıyla yırtılmış, yağmur yeryüzüne, binlerce ölünün ve onların içine gömüldüğü çamur yığınlarının rengini an be an değiştirerek yağmaya başlamıştı.
Damlalardan güçlü bir ışık yayılıyordu.
Siperler, siperlerin önündeki çamur topakları, top arabaları, arabaların yanında duran mermi kovanları, yüzleri çamurla kaybolmuş ölülerin ıslak saçları, yeni bir saldırı bekleyen askerlerin bıyıkları, ellerindeki tüfekler, yağmurun sürekli değişen rengine bürünüyor, bazen eflatun, bazen mor, bazen mavi, bazen sarı oluyordu.
Boz kaputlarının içinde kıvrılmış, kamburlaşmış, duydukları son acıyla bacaklarını karnına çekmiş asker cesetleri, renk değişimleriyle bu harekete katılıyorlar, ovayla birlikte kımıldıyorlardı.
Neferler, gökyüzünü dehşetle seyrediyorlar, hiç görmedikleri renk uğultularının saldırısından korunmak ister gibi siperlerin içine saklanmaya uğraşıyorlardı, gökyüzünü yırtarak fışkıran ışıkların işaret olduğuna inanıyorlar ama bunun bir uğursuzluğun işareti olmasından korkuyorlardı.
Ayakta, tek başına siperlerin üstünde durup gökyüzünü ve ovayı seyreden Ragıp Bey, kendisine çarpan her renkle sanki biraz daha irileşiyor ve uzuyordu, bütün ovada ayakta duran tek insan oydu ve kalpağı, saçları, bıyıkları, üniformasıyla bulutlardan yansıyan alevli renklere boyandığında, yanmakta olan bir meşaleyi andırıyordu. Her an bir mermiyle vurulması ya da bir şarapnelle parçalanması muhtemeldi ama kalpağından süzülen yağmur sularının çizgilerinden aktığı yüzdeki sükunet, onun bir savaş meydanında olduğunu unuttuğunu düşündürüyordu.
Daha sonraları, Osman’a, ‘’aslında ölümü de, hayatı da unutmuştum o zamanlar’’ demişti.
Sevdiği kadının şiddetli bir iştiyakla beklediği mutlak aşkı ona verememesi, Dilara Hanım’ın sevgisinde bir eksiklik olduğuna inanması, hep arzuladığı, hep tuhaf bir mahcubiyetle özlediği, hep hayalini kurduğu ve bir gün mutlaka kavuşacağına inandığı saadet duygusunu ondan koparmış, insanlara da, hayata da güvenini kaybetmişti. İstikbalin ona vaad ettiği hiçbir şey yoktu artık, Osman’a ‘’hayat ve insanlar biraz eksik her zaman’’ demişti, ‘’ne o eksikliği tamamlayacak bir kudretim, ne de hayata ve insanlara, onları o eksiklikleriyle kabul etmeye razı olacak bir düşkünlüğüm vardı.’’
Dilara Hanım ‘’meselesinden’’ sonra Ragıp Bey’in hayatını belirleyen kelime ‘’eksiklik’’ olmuştu, her şeyi sanki bu sözcükle açıklıyor, bu sözcükle anlıyordu. Osman bile o bulanmış zihniyle, bu sözcüğün, hayatın anlamını çözmeye değil, aksine bu saldırgan ruhlu adamın hayatın üstüne kapattığı kalın kapıyı kilitlemeye yarayan bir anahtar olduğunu kavramıştı.
Önceleri, ömrü ölümün kıyısında geçen bir askerin, ölümdeki sonsuz mutlaklığı hayatta da aradığını sanmıştı. O kesinliğin, o karanlık bütünlüğün hayatta da olmasını istediğini düşünmüştü.
Sonra sonra, konuştukça, bu sözcüğün bir çaresizliğin, bir çözümsüzlüğün, derdini anlatamamanın ifadesi olduğunu fark etmişti. Ragıp Bey, sevdiği kadından aynı derecede kuvvetli bir sevgi görmediğine kanaat getirmiş, bütün olanları, doğruluğunu kimsenin bilemediği bir kanaatin ışığında değerlendirmiş ve hayatı da, insanları da eksik bulmaya başlamıştı.