20. yüzyılda feminizm edebiyata ne yaptı, edebiyatla ne yaptı?

Edebiyatın, tarihi nasıl etkilediğinin, bazen ona müdahalelerde de bulunabilme gücüne sahip olduğunun en önemli kanıtı feminist edebiyat tarihi diyebiliriz

06 Ekim 2016 13:50

Edebiyat, tarihi kafa karışıklıklarından kurtarır, sözleri feminizm ve edebiyat ilişkisi söz konusu olduğunda daha geniş bir yaklaşımı hak ediyor. Çünkü feminizm, tarih boyunca edebî eserde yansıma bulmakla kalmıyor aynı zamanda onun dönüştürücüsü de oluyor.

20. yüzyılın başlarına kadar kadınların edebiyattaki yerini şöyle özetlemek mümkündü; ya erkek yazar tarafından belli kalıp yargılara göre yaratılan karakterler oluyorlardı ya da edebiyatın tamamıyla dışında bırakılıyorlardı. Edebiyat, kadınların ve kadınlığın yanlış temsili ve öznesi oldukları konu hakkında kalem oynatamamak dışında kadınlara pek de alan tanımıyordu. Kadın hareketinin yükselişi ile kadınların edebiyat ile ilişkisi de hem okur hem yazar olarak değişecek ve gelişecekti. Eril tahakküm altındaki edebiyata karşı farklı seslerle yükselen eserler aracılığıyla bir kadın yazını yaratmanın imkânları sorgulandı ve zorlandı. Kafa karışıklığını gidermeyi bir düzen emaresi, kafa karışıklığını ise bir kaos olarak alırsak, edebiyatta feminizm önce var olan düzeni tersimleyen bir yerden kaos ile yeniden var etti. Erkek okurun, yazarın, editörün ve hatta protagonistin düzenini bozan kadına yer açan bir kaostu bu. Edebiyata sadece yansıyan değil onun yönünü de değiştiren bir kaos. Tarihin bize verdiği olanakları kullanarak, onu sadece yaşandığı zamana göre değil bugünden bakarak değerlendirdiğimizde, dönemi için bir kaos olan “edebiyatta kadının yeri” tartışmaları bugün düzenin ve kaosun anlamının tek ve kesin bir cevabı olmadığını tekrar gösteriyor.

Kutulara koymadan tanımlar yapmak mümkün mü?

Benim hiçbir zaman feminizmin ne olduğunu bulma şansım olmadı: Tek bildiğim ne zaman kapı paspası ile aramdaki farklılıklara dair görüşlerimi açık etsem bana feminist diyorlar.” (Rebecca West)

Modernizm, sadece edebiyatta değil sanatın her dalında, üretilen her şeyi kutulara koyarak onları yeni ama belli kalıp ve tanımlara sığdırmanın yollarını aradı. Postmodern edebiyat ise bu kutuları ortadan kaldırmayı ve tüm tanımları olduğundan başka bir şeye dönüştürmek istiyordu. Bu da, kadın ve erkek karakterlerin yıllardır değişmeyen özelliklerinin farklılaşması anlamına geliyordu. 20. yüzyılın başlarına kadar erkek yazarın elinden çıkan kadın karakterin belli özellikleri vardı. Kadın ya annedir, kutsaldır, melektir ya da güvenilmezdir, fahişedir, şeytandır. 1960 sonrasında ise kadını mitolojik bir varlık gibi belli davranışları üzerinden kalıplara koymayı seçen bakış açısı kadın yazarlar ile birlikte değişecektir. Tektipleştirilen imgelerin yerini ev dışında bir hayatı, arzuları olan ve bu arzuları yüzünden toplum tarafından herhangi bir kalıba konmayı reddeden kadın karakterler alacaktır.

Kendine Ait Bir Oda, Cinsel Politika ve İkinci Cins, The Feminine Mystique kadının gerçek hayattaki ezilişinin, erkek bakış açısı ile nasıl mitolojik bir kavram haline getirildiğini, toplumsal cinsiyetler arasındaki adaletsizliğin ve ayrımcılığın edebî esere nasıl yansıdığını ele alan, feminist teorinin başat eserleri olarak görülebilir. Bu kitapların hepsinin en önemli ortak noktası ise edebiyatta var olan kadına karşı ayrımcılığa dayanıyor ve çıkış noktalarını edebî eserin ta kendisinden alıyor olmalarıydı. İşte bu açıdan baktığımızda edebiyat ile bu kadar yan yana ilerleyen, onun ürettiklerini eleştiren, dönüştüren bir başka felsefe daha bulmak kolay değildir. Büyük kitleleri etkileyen hiçbir hareket –belki buna en yakını queer teori ve LGBTİ+ hareketi olacaktır– edebiyat ile bu kadar kol kola bir ilerleme kaydetmemiştir.

Söz konusu kitapların ve feminist hareketin de teşviki ile 1960'lara gelene kadar iki elin toplamını geçmeyen feminist yazarlar ve eserleri art arda okurla buluşmaya başladı. Bu da bugünden baktığımızda, feminist hareketin gelişimini sadece edebî eserlerdeki kadın karakterin dönüşümünü takip ederek dahi anlamlandırabileceğimiz anlamına geliyor. Kadın protagonistin bugünkü haline gelene kadar, eril tahakküm altındaki edebiyatı nasıl değiştirdiğini, onu konunun öznesi kadın yazarlar ve onların kalemi vasıtasıyla nasıl dönüştürdüğünü görmek için sadece tarihi değil edebiyat tarihini de takip etmek gerekiyor.

Günlük hayatın bastırılmış sesi

İnsanlık erildir ve erkek kadını kendisi için değil, erkeğe göre tanımlar; kadın özerk bir varlık olarak görülmez… Erkek kadına referansla değil, kadın erkeğe referansla tanımlanır ve farklılaştırılır. Kadın rastlantısal olandır, özsel olana karşıt özsel olmayandır. Erkek öznedir (ben), mutlak olandır, kadın ise öteki cinstir. Kadının erkekten daha aşağı olduğunu gösteren tek bir kanıt yoktur. Beden yapısında birtakım ayrılıklar vardır elbette, ama bunların hiçbiri erkeğe ayrıcalık sağlamaz.” (Simone De Beauvoir- İkinci Cins)

Simone De Beauvoir, 1949 yılında yayımlanan İkinci Cins ile edebiyat dünyasını, daha doğrusu bu dünyanın erkeklerini karşısına alır. Birçoğu ondan artık “erkek düşmanı” diye bahsetmeye başlayacaktır. Beauvoir, İkinci Cins’te tam da yola çıktığımız yerden ele alır kadının politik ve ekonomik alanlarda nasıl ezildiğini; edebiyat, tarihi kafa karışıklığından kurtarırken bir taraftan da tarihe yön verecektir. Erkek edebiyat dünyasının kadına bakış açısını Stendhal, D.H. Lawrence, Clodel ve Breton gibi yazarlar üzerinden inceleyen Beauvoir, kadının sadece ezilmediği, aynı zamanda marjinal bir konuma itilerek, itibarsızlaştırılarak ona karşı uygulanan ayrımcılığın meşrulaştırıldığı konusuna da değinir. Yani feminizm öncesi edebiyatta nasıl bir kadın imgesi vardı ki “feminist bir müdahaleye ihtiyaç doğdu” sorusuna cevap verir.

Kadınlar tarafından yazılan ve kadın karakterleri odağına alan kurmaca edebiyat, özellikle 1960’lardan itibaren feminist literatüre bir dayanak oldu. Edebiyat, 20. yüzyılın başlangıcından itibaren kadınların günlük hayattaki bastırılmış ya da sesi duyulmayan deneyimlerinin yansıması oldu. Kadınlara dair, üzerine konuşulmayan, görmezden gelinen ya da ayıplanan ne kadar günlük yaşam deneyimi ve arzu varsa kurmaca aracılığı ile dile getirilmeye başlandı. Örneğin, İngiliz yazar Margaret Drabble, 1965 yılında yayımlanan The Millstone ile bekâr bir annenin hikâyesini anlatıyordu; Beryl Bainbridge Liverpool’da kadın bir sanat öğrencisi olmak üzerine yazıyordu.

Fakat kadınlar aynı zamanda farklı türlerde ve farklı kadınlık halleri ile ilgili de eserler veriyordu. Sadece tek tip bir kadın imgesinin hâkimiyetindeki erkek egemenliğindeki edebiyatın aksine çeşitliliğin hâkim olduğu bu kitaplarda kadınlar artık erkekleri baştan çıkaran dışarıdaki şeytan ya da evdeki melekten daha fazlası olabiliyordu. İskoçyalı yazar Val McDermid, 1987 yılında Report for Murder ile polisiye edebiyata lezbiyen bir dedektif karakteri kazandırıyor, Margaret Atwood distopyanın en güçlü örneklerini feminist bir bakış açısı ile kaleme alıyor, Jeanette Winterson toplumsal cinsiyet rollerini alaşağı ettiği yazını ile feminist ve queer teorinin kurmacadaki ortak meyvelerinin neye benzeyeceğini gösteriyordu.

Edebiyat tarihindeki en önemli kırılma: Feminizm

Abartılı bir ifade gibi görünse de, feminist hareket henüz adı bu değilken bile edebiyat tarihinde en önemli kırılmalara sebep olmuştur. Amerikalı feminist yazar ve eleştirmen Elaine Showalter, "Toward a Feminist Poetics" yazısında kadın edebiyatını üç bölüme ayırır. Bu üç dönem aynı zamanda edebiyat tarihinde kadın müdahalesi ile gerçekleşen kırılmaların bir haritası niteliğindedir:

1840 1880: 19. yüzyılın son yarısında, erkek egemenliğindeki edebiyat ile mecburi bir savaşa girişen kadın yazarlar yaptıklarını feminist olmak adına yapmıyorlardı. Yazmak isteyen kadınlar vardı fakat “kadından yazar olmazdı.” İşte bu çıkmaz kadınları başlangıçta erkeklere özenmeye ya da onların kadınlar hakkındaki kalıp yargılarını bir önkabul ile onlar gibi yazmaya itti. Hatta birçoğu erkek takma isimleri kullanarak yazıyordu. Brontë kız kardeşler, George Eliot ve Elizabeth Gaskell, bu isimlerden sadece birkaçı.

1880 1920: Sokakta güçlenmeye başlayan bir hareketin de etkisi ile kadınlar, erkek takma adlarını bir kenara bırakıp bilinçli bir şekilde erkek edebiyata karşı gelen, onun kalıplarını yıkan bir dil ve anlatı ürettiler. Kadınları stereotipleştiren edebiyata karşı çıktılar ve erkeklerin kadınlar hakkında yarattığı kalıpları kabul etmediler.

1920 … : 1920 sonrası, 90’lara kadar gelen geniş bir dönemde ise her ne kadar türlere göre ciddi farklılıklar gösterse de artık konu erkeklere özenen ya da onlara karşı duran değil, günlük hayat deneyimlerini olduğu gibi yansıtan kadına gelir. Artık taklidi de protestoyu da bırakmış ve kendine özgü bir edebiyat oluşturmaya odaklanmış yazarlar vardır. Bu dönem, kadının günlük deneyimini, ilişkilerini, cinselliğini ve arzusunu keşfettiği ve bunu yazıya döktüğü bir edebiyatın oluşturulması anlamına gelir.

Showalter’ın yazısının 1979 yılında yazıldığını bilmek bu bölümlerin sonuncusu üzerine daha fazla düşünmeyi gerektirir. Female yani kadın başlığı ile ilgili söylenenler 1920- 1980 yılları arasında geçerli olsa da üçüncü dalga feminizm ve 90’ların ortasından itibaren edebiyat üzerindeki etkisini de arttıran queer teori günümüzdeki kadın yazınını bu tanıma sığdırmayı mümkün kılmamaktadır.

Edebiyatın, tarihe tanıklığından öte onu nasıl etkilediğinin ve sadece kafa karışıklığından kurtarmadığının bazen ona müdahalelerde de bulunabilme gücüne sahip olduğunun en önemli kanıtı feminist edebiyat tarihi diyebiliriz. Ataerkil düzende dilin ve dolayısıyla edebiyatın da kadını bir aşağılama aracı olarak kullanıldığının keşfi ile başlayan bu süreç günümüzde dönüşerek ve dönüştürerek varlığını devam ettirmektedir.