Murat Özyaşar’ın okuyucusu, arkadaşları ve onunla bir şekilde temas edenler onun uzun kirpiklerine baktıklarında insanı görmüşlerdir muhakkak. Ben, bunu görmeyenlere anlatabilmeyi isterdim en çok
Sanırım bu yazıya başlamamın en belirgin duygusu da yazı boyunca hissedeceğim en ağır yük de mahcubiyet olacaktır. Evet, mahcubiyetten yazıyorum çünkü yazabiliyorum. Bunu kendimden ummazdım. Mahcubum, çünkü dostum için yapacağım elimden gelen hiçbir şey yok. Hangi sözcüğü zehrinden arındırabilirim bilmiyorum. Bu çok zor. Ve korkunç. Yazmanın bilinen tüm kuralları hükmünü yitiriyor.
Türkçeyi elbette en iyi kullanan öykücülerdendi ve bu cevabıydı. Savunmasıydı da. Yasaklanmış bir dilin isyanı, en çok yasaklayanın dilini daha iyi kullanabilme cesaretiyle gösterilir. Yasaklayanı deli divane etmeye yeter de artar da bu. Türkçeyi bilmemek büyük bir kusur değil ülkemizde bana kalırsa. Yoksullukla, aşağılanmışlıkla cebelleşirken de’yi ‘da’yı ayırmak elbette mesele değil. Ellerinden bu geliyor halklarımızın. Kaldı ki, neyi çok iyi biliyoruz ki? Merdiven altından boyu kısa kalacağı için geçmeyen, akşamları eve uğursuzluk gelir diye tırnaklarını kesmeyen ya da ıslık çalmayan insanlarımıza, okulunu orta ikiden terk etmek zorunda kalıp lokantada bulaşıkçılık yaparak gecekondusuna sadece o kış kömür parasını kazanmak için uğraşan çaresizlere soru eklerini ayırırmısın demek haksızlık değil mi?
Ben Murat’ın öykülerini ve yazılarını bu yoksulluğu çok iyi anladığını gördüğüm için sevdim. Murat’ı da bu sebepten dolayı çok sevdim. Anladım ki dili çok iyi kullanarak derdini, derdimizi anlatmayı da dert edinmişti kendine çünkü.
Ayna Çarpması’nı ilk okuduğumda derin bir nefes çekip, oh nihayet güzel öyküler okuyabildim sonunda diye düşünmüştüm. Büyükada iskelesinde İktibas Kitabevi vardır. Sahibi Mikail amcadır. Genelde ada üzerine kitaplar satar. Kendisiyle akşamları fırsat buldukça sohbet ederdik. İlk yayımcım Alakarga’nın bastığı kitapları fırsat bulduğumda dükkânına getirirdim. Bir akşam vapurdan inip eve yürürken omzuma dokunup beni durdurdu. Bana bir pusula uzattı. Bu yazarın kitabını istiyor müşteri, dedi. Ben kendi kitaplarımı getirmemiştim İktibas’a. Adada hâlâ yazdığımı bilen pek yok. Kâğıda baktığımda kitabımı isteyenin Murat Özyaşar olduğunu gördüm. Ertesi akşam Murat Bey, Bora Bey girizgâhlarıyla buluştuk, bir çay bahçesinde çay içtik. Sonra ben yeniden okudum Ayna Çarpması’nı. Uzun uzun telefonlaştık sonra da Diyarbakır’a döndüğünde.
“Aslında aynı coğrafyayı yazıyoruz Bora. O yüzden beğeniyoruz birbirimizin yazdıklarını,” dedi. “İstanbul’da da yoksul çok.”
Murat’la kurduğumuz bu yazınsal bağ sonrasında çok kapışmalı tavla partileriyle, sabahlara kadar Âşık Mahsuni’den Han Sarhoş Hancı Sarhoş türküsünü dinleyerek- yüzemez yunuslar çaylar içinde, deniz vurgununun yâresi bir hoş- rakı içmelerle güçlendikçe güçlendi. Ama derdim, anı anlatmak değil. Bunun için kuşkusuz daha iyi zamanlar olacaktır.
Murat Özyaşar’ın okuyucusu, arkadaşları ve onunla bir şekilde temas edenler onun uzun kirpiklerine baktıklarında insanı görmüşlerdir muhakkak. Ben, bunu görmeyenlere anlatabilmeyi isterdim en çok. Bu kırgınlığımızı dile getirmeyi.
Onu, aldığı ödüller sonrasında Kürtlüğüyle vurmaya çalışarak ezenlere aslında nasıl kör ve edebî beğenilerinin düşük olduğunu, herhangi bir cümlesinin boylarını fazlasıyla aştığını ispatlamak isterdim. İsterdim ki sağda solda bu saçmasapan belirttikleri “görüşleri” kulağına geldiğinde yüzünde beliren bu şaşkınlığı ve hüznü görebilsinler. Birlikte katıldığımız seçkilerde ya da bir öyküsünü yazarken, bir virgülü, bir noktayı haftalarca düşünerek koyduğunu, iki kitabındaki bütün öykülerini ezbere bildiğini ve takılmadan okuduğunu. “İyi öykücü de işte…” deyip cümlesinin sonunu getiremeyen korkak solcu yazarlardan nasıl da tiksindiğimi yüzlerine söylemeyi de. Şimdi suçladıkları, suçlayacakları her ne karın ağrısıysa Murat’ın uzağından yakınından geçmeyeceğini sabahın beşinde evinden hoyratça alanlara ve aldıranlara kanıtlamak isterdim. Onu hiç mi hiç tanımayıp, sadece barış istediği ve Kürt olduğu için aşırı ağır tepkiler verenlere, herhangi bir tepki vermeyen sağcı öykücülere, kendilerini solcu sanıp bir halkın gördüğü zulme susanlara, öğretmenlerinin, yazarlarının, gazetecilerinin tutuklanmasını sindirebilenlere politik söylemlerle ve sloganlarla değil de daha da kalplerine ve vicdanlarına dokunabilecek cümleler söyleyebilmeyi ve bizi anlamalarını çok isterdim. Umarım bu yazıyı onlar da okuyabilirler.
Bazen, durup durup aklıma bir cümlesi gelirdi Murat’ın. Saçlarını uzattığında bazen. Bu cümleni çok seviyorum, derdim.
“Dedim bir yerlerimi kesmeliyim, bu saçlarım olmamalı.”
Biz biliyoruz, bilmeyenler de anlasın ki barış gelecek. Murat da. Saçlarını kestirerek.