Et Yiyenler Birbirini Öldürsün üzerine

Yeryüzünde, evimizde var oluşumuzun temellerini buluyoruz, doğal bu. Ne ki, yeryüzü ele geçirilmiş, parsellenmiş ve egemen sınıfa mensup insanlar tarafından kendi üzerlerine geçirilmiştir

19 Nisan 2018 14:08

Roman sanatı verili toplumsal ilişkilerden ve bu ilişkilerin ürettiği bilinçlerden bağımsız biçimde iş göremez doğal olarak. Romanın karakterlerinin bilinç biçimlerine, bu bilinç biçimlerinin birbiriyle kurduğu ya da kurmadığı/kuramadığı ilişkilere eğilmek, toplumsal genelliğin ürettiği bilinç biçimleri ve bunların ilişki ve ilişkisizliklerine dair bize veriler sunar. Tam da bu, doğru biçimde işletilirse, roman bize toplumsal ilişkiler hakkında ve bireysel bilinç biçimlerimiz hakkında bilgiler taşıyacak bir imkânlı sanat olabilir.

Bu noktada, sanatçının kurguladığı dünya, onu kurgulama biçimi, okunduğunda tamamlanacağı apaçık olan romanın içerdiği “ideoloji” -ki bu noktada romanın belli politik bağlamlara yerleşerek “dünya görüşü” propagandası yapması gerektiği gibi bir sonuç çıkarmaya çalışmadığımı söylemem gerekir- toplumsalla ve onun oluşturduğu ve onu oluşturan bireylerle nasıl bir ilişkilenme içinde olacağı, alımlandığı anda okurda nasıl bir karşılığı olacağı da önemle üstünde durulması gereken bir meseledir.

Ebru Ojen’in ikinci romanı Et Yiyenler Birbirini Öldürsün’ü, bu eksen etrafında okumaya çalışacağım.

Enver Uçma, evini bir çöp-ev’e çevirmiştir. Bunun içinde yaşıyor ve eyleyebildiği kadarıyla bu çöp-ev içinde eyliyordur hayatını. Fakat bu noktada hemen sorulabilir doğal olarak; neden bir çöp-ev’dir bu ve neden evini çöple doldurmuştur? Öyle ki Uçma, evindeki küçücük bir boşluğu bir şeyler ararken keşfedince, oraya tükürür; tükürerek doldurur boşluğu. Bir alıntıyla durumu görünür kılıp bunu açmaya çalışalım:

“… Garip bir şekilde, kanepenin altında hiçbir şey yoktu. Neden hiçbir şey yoktu acaba? Bomboş kalmış. Evin içinde boş kalan tek yer olduğunun farkındaymış gibi karşımda gururla duruyordu. Tükürdüm o boşluğa. Artık dolu.” (s. 9)

Enver Uçma o boşluğa tükürerek ne yapmaktadır gerçekte? Dünya gezegeninin evimiz olduğu açıktır. Tıpkı Enver Uçma için gezegenin kendi çöp-ev’i olması gibi.

Et Yiyenler Birbirini Öldürsün, Ebru Ojen, Edebi ŞeylerBu noktada, dünya gezegeniyle ilişki kurma tarzımızın bir sorun olarak çağrılması ve bu sorunun apaçık ortaya konması bir gereklilik olarak görünüyor. Mevcut üretim biçimimiz, doğa elemanlarıyla ilişkilenme tarzımız, onlara uyguladığımız kuvvetler bakımından dünya nasıl bir yerdir? Varlığımızı ve çoğalmamızı ve yayılmamamızı sürdürmek için gezegen-ev’imizin bütün imkânlarını nasıl kullanıyoruz? Hayvan ve bitki varlıklarıyla ilişkilerimizi belirleyen temel değer-dürtü-algılama biçimleri nelerdir? Yanıtları açık sorular elbette. Bütün gezegeni acımasızca sömürmekle iştigal ettiğimiz açıktır. Bütün madenleri çıkartıp eriterek dönüştürürüz. Bütün bitkileri kullanılabilir/yenebilir ve zararlı diye genel bir ikilikle tasnif ederiz. Marx’ın, kapitalizm için, gölgesini satamadığı ağacı keser, gibi bir tespiti vardır; bugün elbette o ağacı kesip satmanın yolları bulunmuştur. Doğanın kendi kuvvetleriyle büyük bir “başıboşlukla” ürettiği bazı bitkiler, yenebilir bitkilere zarar verebileceği gerekçesiyle, güneş ve su ve gübre gibi bize ait(!) ya da kendi ürettiğimiz kaynaklara ortak olmasın diye kurutulur.

Hayvan nüfusu bizim için besin maddesi kütleleri olarak değerlenir; bu bakımdan ilgi alanımıza girmeyenlerin tamamı yeryüzünün her yerinde acımasızca katledilir. Yaşama alanlarına doğru sonsuzca bir genişlemeyle el konulur; bizi beslemeyen bütün türler, kullanım alanı bulamadığımız her şey değersizdir; çöptür.

Fakat asıl, bütün arzu biçimlerine el konulmuş insan, üretim bantlarının faaliyetlerine eklemlenerek kendiliği elinden alınmış insan da çöptür, değersizdir. Tam da romanın üstünde durduğu meselelerden birini ele alarak bunu açmayı deneyelim; fakat Uçma’nın zihnine dönmemiz gerekecek.

Uçma, gençliğinde kiracısı olduğu ev sahibinin adını, bilinç düzensizliğinin aksine net biçimde hatırlıyordur: “Oturduğumuz apartmanın adı, tahmin edileceği üzere, Nihat Kara Apartmanı’ydı. Adını herkesin bilmesini isteyen bu adam, elinden gelse kiracılarının alnına da adını yazdırırdı. Bazen alnımda görünmeyen harflerle ‘Nihat Kara’nın Kiracısı’ yazdığını düşünürdüm…” (s. 47)

Yeryüzünde, evimizde var oluşumuzun temellerini buluyoruz, doğal bu. Fakat ne ki, yeryüzü ele geçirilmiş-el konmuş, parçalara ayrılmış/parsellenmiş ve egemen sınıfa mensup insanlar tarafından kendi üzerlerine geçirilmiştir; Enver Uçma gibi mülksüzlerse, yaşamlarını sürdürmek istiyorlarsa, bu yeryüzü parçalarında inşa edilmiş binalarda ikamet etmek için para ödemek zorundadırlar. Elbette bu paranın önceden kazanılmış olması gerekir. Böylece Uçma, hayatını sürdürebilmek için Nihat Kara’ya her ay belli bir ücret ödeyecek ya da sokakta kalacaktır. Sokakta kalmak, bugünkü kentli yaşam için bile epey ölümcüldür. Ya da tersten şöyle de söylenebilirdi: Enver Uçma, Nihat Kara’ya kira ödeyebildiği ölçüde yaşamasına izin verilen biri değildir; Enver Uçma Nihat Kara’ya kira ödemek için yaşamaktadır; çünkü ele geçirilmiş bir yeryüzünde mülksüzlerden olmak demek, acımasız üretim şartlarının çalışanı olarak emek-zaman’ını sömürüye sunmak, ölmüş-öldürülmüş mümkün yaşamlarımızı harcayarak elde ettiğimiz birkaç kuruşla, o yaşamı idame ettirecek bir evin kiracısı olmak, kaçınılmaz yükümlülüktür. Böylece Uçma, Nihat Kara’nın kiracısı olmak gibi bir “ayrıcalık”a sahip olmak için hayatını vakfetmek zorundadır. Bunun dışında bir değeri yoktur Uçma’nın. Değeri olmayan; sokağa düştüğü anda toplumsal açıdan atık: çöp!

İnsan, bir bakıma çöptür dedik ama çöp bile nihai planda insandan, parası olmayan ve bunun için satacak kas kuvveti ve düzenli zihni bulunmayan insan tekinden daha kıymetlidir. Bütün geri dönüşüm sektörü göz önünde tutulursa, mesele basitçe anlaşılacaktır. Enver Uçma’nın evinden çıkan kamyonlar dolusu çöp ne olsa ekonomik bir değerdir; ayrıştırılmak kaydıyla elbette. Nitekim finaldeki büyük temizlik operasyonu sonrası mevcut çöpün ekonomiye kazandırılacağı da öngörülebilir. Ancak Enver Uçma, yeryüzünde bulunan insanlardan biri, öylece sokakta, arkasından kimse seslenmeksizin, onunla kimse ilgilenmeksizin yoklara karışıp gidecektir.

                                     ***                                 

İnsan-oluş’un bir veçhesini anlamak için metne eğilmek gerekecek. Dışkılama ve kusma eylemi, metin boyunca durmaksızın karşımıza çıkar.

Dışkılama eylemi, düzenli beslenmekle oluşan bedensel atığın giderilmesini içerir ki büyüme döneminde hayvanlarla aynı biçimde çalışan bedenlerimize eğitimle öğretilenlerin başında, ilgili kasları yönetmek gerekir. Hayvanların dışkılamayı kontrol etmeleri gerekmez ve bu onlardan beklenmez. Fakat insanlar için bu bir gereklilik olarak ele alınır. Muhtemelen düzenli biçimde dışkılama ihtiyacının yarattığı bir yönetme arzusudur bu, insanın “doğa-durumu”ndan ya da doğal durumundan ayrılmasıyla eşzamanlı tuvalet eğitiminin keşfi, modern yaşamda parayla kullanılabilen tuvaletlere kadar evrimleşir. Enver Uçma da karışık zihniyle kendisi pek fark etmese de aslında tuvalet bekçisidir. Kendisi de bir dışkı statüsündedir, beceremediği işi de budur.

Bir alıntı, bu noktada: “… sen önce benim paramı ver! Haydi! Sıçtığın bokun parasını ver lan!”

Kusma ise, dışkılamanın aksine, beden henüz yiyeceği hazmetmeden tepkiyle dışarı atma eylemidir. Çok daha yönetilemez, tepkisel, kasılmayla, nasıl çalıştığını pek bilmediğimiz mide kaslarımızın mideyi boşaltma refleksiyle işler. Bu, henüz toplumumuzun ele geçirmeyi başaramadığı nadir eylemlerden, aslında bedenimizin dolaysız eylemlerinden birisidir. Kusmanın en önemli niteliği, bedene giren yiyeceği henüz hazmedilme aşaması gerçekleşmeden reddetmesidir, ki bir bakıma, romanda durmadan karşımıza çıkması hasebiyle, insan bedeninin ve fakat ruhunun da “insan-oluş”u dışlayan ve onu çöpe indirgeyen yapısının içe alınmasının reddedilmesinin alegorisidir denebilir.

Roman boyunca hazmetmeye bir direniş eylemi olarak kusmayla karşılaşırız: “Dün gece kustum. Tuvalete kadar gidemediğim için salon kusmuk içinde kaldı.” (s. 130)

Şu da eklenebilir; şehirlerde, yolda yürürken kusmukla karşılaşmak bir ihtimaldir her zaman. Bu eylemi disipline etmek ve yönetmek, henüz hazmedilmemiş besini bedenin dışına atmak, bu eylemin ehlileştirilmemesi üzerinden, belki de kültürün içinde küçük bir direniş balonu gibi okunabilir. Kültürel olarak kodlanmamış çok az şeyden biri olarak; demek ki egemen kültüre, bu bakımdan “insan-oluş”a yönelik canlılığımızın bir direnmesi olarak.

Artık Enver Uçma’nın zihnine bakabiliriz.

“Canım babam, her şeyimi ona borçluyum. Allah’ın cezası. Geberemedin gitti baba. Gebersen de kurtulsam. Öldün mü yoksa? Hadi canım, inanmam buna! Sen ölemezsin baba. Ölmüş olamazsın. Babalar ölmez!”

Metinde, Uçma’nın bilincinin tutarsızlığını takip edebileceğimiz pek çok parçayla karşılaşılabilir. Asıl soru şu olabilir: bunun anlamı nedir? Bu tutarsızlığın üstlendiği mesele nedir?

Bütün toplumsal üretim süreçleri tekdüzeliği ölçeğinde karmaşıktır; çünkü açık ki bu süreçler, kendi mantıkları varmışçasına davranırlar. İnsan için değil, insana karşı ve onun sömürülmesi üzerine inşa edilmiş bir sistemdir bu; tam da insanlar tarafından işletiliyor oluşu işi daha da anlamsız kılar. Üretim süreçlerinin tamamı hep bir önceki ve sonraki aşamaya kapalı biçimde gerçekleşir. Sömürü dediğimiz şey basitçe “emek-zaman”ın ele geçirilmesi, bir çalışanın kendi aleyhine olarak kapitalist sınıfı zenginleştirmesi sorunu değildir. Bu kadarı doğru, fakat ötesinde, bu durum büyük bir içsel soyguna da yol açar: nitelik soygununa, içsellik soygununa. İnsan olma imkân ve potansiyelinin sömürüsüdür söz konusu olan.

“Dev makinelerin gürültüsünde çalışmak insanı çıldırtabilir.” “Hep aynı şeyleri yapmak insanı deli eder. Her zaman aynı saatte, aynı yerde, aynı düğmeye basarken bulursun kendini. Ellerin hep aynı şekilde çalışır. Gözlerin hep aynı şeye bakar. Vücudundaki kaslar aynı şekilde hareket eder. Metalin soğuk rengi parmak uçlarından kollarına, oradan bütün vücuduna bulaşır.” (s.105)

 “Onca bidonun nereye gittiğini Allah bilir. Dünyaya bu kadar çelik bidonun atılması ne işe yarar.” (s.106)

Dünya bütünlenemez, işleme biçimi üzerinde hükmolunamaz bir yerdir. Ne metalin nereden temin edildiği bilinir, ne de üretimin gerçekte hangi insanlar tarafından ne amaçla kullanılacağı. Sadece bir makinenin, bir ofis masasının, bir bilgisayarın mekânına tıkılmış hâlde sürdürdüğümüz üretim eylemleri, apaçık bize düşman olmalıdır; metal rengi bedenlerin işlemesi, hesap makinesi kadar çalışması gereken yürüyen zihinler, kendi ilişkilenme noktaları dışında üretimin, bölüşümün üzerinde, gerçek faydaya dayalı tüketimin üzerinde zerre bilgi ve egemenliği bulunmayan içeriksiz otomatlardan tutarlı, bütünlüklü kavrayışlar geliştirmesini beklememek gerekir.

Ebru OjenKendisi çöpten bile değersiz, yeryüzünü doldurmak üzere durmaksızın hemen ıskartaya çıkacak eşya-nesneler üreten; nesne enflasyonunun sonsuz hükmü içinde boğulan. Böyle bakınca, bütün evler çöp-ev’dir ve bütün bilinçler Enver Uçma kadar kavrıyordur hayatı: tutarsız biçimde, bölük pörçük, büyük bir bilinemezlik denizinin içinde. Hem de her şey apaçık ortadayken.

Enver Uçma’nın böcek-oluş’u deneyimlediği sahneler de öğreticidir. Bir kalorifer böceği evde uçarak Uçma’nın alnına çarpar. Daha fenası, böcekler için çiftleşme zamanıdır. Metnin bütün karmaşık matematiğini yansıtmak mümkün görünmüyor. Seçerek ilerlemek gerek.

“Çiftleşen kalorifer böceklerinin kokusu sinmişti üzerine. O kadar sinir bozucu ve çekiciydi ki tahrik oldum… Ona ancak Jüpiter gezegeninde açacağı günü bekleyen bir çiçek tohumuymuş gibi hayretle daldım. O kadar heyecan verici bir cansızdım ki…” (s.65)

“Kendime karşı tarifsiz bir arzu hissediyordum. Sanki ruhumun derinlerinde gizlenmiş bir şey beni kendime tecavüze zorluyordu.” (s.65)

“Elbiselerimi yırttım… Bacaklarımı her iki yana ayırdım. Etlerimin gıcırdadığını duydum. .. Güzel bir ölüydüm, ne yalan söyleyeyim. .. Ne yaptığımı biliyordum… Ölümü sikiyordum.” (s.66)

“Biraz zaman geçince gözlerim yere takıldı ve böceğin yerde kalan minik parçalarını fark ettim. .. Onu çok değerli, kırılgan bir şeymiş gibi yerden topladım. Beyaz küçük bir not kağıdının içine koyup kağıdı dörde katladım ve sevdiğim şeylerin bulunduğu bir kutunun içine koydum.” (s.66)

Bu pasajları anlamak için bir önceki bölüme başvurmak gerekecek.

“Kendime tüm varlığımla acıyordum… İçgüdüsel bir hareketle ansızın ayağa kalktım. Kendime doğru birkaç adım attım. Zavallı ben, nasıl da hayattan istediğini alamamış gibi öylece boşlukta sallanıyordum… Kendimi öyle görünce kendime sarılmak istedim. Bu haldeyken, birisinin bana sarılması şarttı. Nasıl oluyordu da bu ben oluyordum? Demek, kendimden başka kimsem yoktu.” (s.60)

Kendine acımanın yolundan yürüyerek şefkat ihtiyacına çıkıyor Uçma ve oradan da otoerotizme. Kuşkusuz aynı meseleler etrafında dönüyoruz; tehlikeli sayılmasa gerek.

Yeryüzünde kalmayı sürdürmek için durmaksızın kendine karşı bir mücadele içinde bulunmak hepimize ne yapıyorsa, Uçma’ya da onu yapıyordur. Bunun sağlamasını yapmak için tutarsız tutarlılıklarımız epey bilgi barındırır. Mutsuzluğumuzu içselleştirmemiz, başka hayat tahayyülü imkânlarımızın hızla ve kesin biçimde elimizden alınması epey bilgi içerir. Durmaksızın bir şeylere sahip olmaya çalışmamız ve bunu genellikle başkalarının elindekini alarak gerçekleştirmemiz de bilgiler içerir. Ya başka doğayı ya başka insanları, en “iyi” ihtimalde kendimizi sömürerek hayatta kalmayı sürdürme çabamız, keza öyle. Selfie zamanlarında yaşamayı da yararsız otoerotizmimizin nişanesi saymak mümkündür.

Uçma, yeryüzünde bulunma arazlarımızı ya da bir araz olarak yeryüzünde bulunmamızı pekâlâ deneyimlememize vesile oluyordur. Çöp üretmekle iştigal edişimizin belirginleşmesidir. Çöp-evlerde yaşamamızdır ve zihnî melekelerimizin yitirilmişliğidir; evlerinde eğreti bulunmadır, kirası verilemeyen evin dönüşeceği cehennemî sokaktır; sadece para bir ölçüdür, değer odur. Yeryüzündeki her varlıktan daha değerli olan, paradır ve bunu birbirimize ve kendimize büyük bir iştahla yaptığımıza göre, büyük de erotik arzu yatırımlarımız vardır bu alana. Bunu anlamak için uygun bir yer değil burası; doğal olarak fakat, çokluk olarak böceklik, tam da tek tek bireylerin zerre kıymetinin olmadığı, sonsuz bir sürünün parçası olarak varlıkta bulunmanın sözüm ona sürdürülmesi de metinde açık edilmiştir kanımca.

Otoerotizme gelince; öyle anlaşılıyor ki, kendine yönelik cinsel arzu, sahte benlerin meşgul olabileceği tek gerçek erotik biçimdir. Elbette bir kendimiz kalmışsa diye söyleyebiliriz fakat şu da var; “öteki”nin tamama ermiş yıkımıdır söz konusu olan. Başkalarıyla ilişkisini kapitalizmle birlikte nakit ilişkisine indirgemiş bir canlı türünün kendine arzu duymaktan, sanki kuruluşu kendine aitmiş gibi, kültürlenme süreçleri tarafından inşa edilen kendiliğini sonsuzca arzulamaktan başka çıkar yolu kalmamış gibidir. Peki, bunca işgal altındaysa bedenlerimiz ve onun bilinci, arzulamayı nasıl sürdürüyoruz? Asla yok edilemez olan bir tarafı, bir tür özü olduğunu ileri sürmüştü bir romancı, insanın. İnsanda ve her yerde işleyegiden şey, insandan ve her şeyden büyük olan Hayat’tır ve canlılığın sonsuz biçimlerinin aldığı bu form, yeryüzünde doğru yaşamanın yöntemini henüz keşfedememiş görünüyor.

Kitap iki kesimli olduğu için belki değerlendirilmesi de iki kesimli olmalıdır. İkinci kesimde karşılaşacağımız temel karakter Özlem, “normal” ilişkilere el atmak için bize imkân sunar gibi görünüyor.

Enver Uçma’yla karşılaştırılırsa, toplumsal normlara çok daha yakın duruyordur Özlem. İyi kötü sürdürebildiği bir işi, kirasını düzenli ödeyebildiği bir evi, sıradan ilişkilerini yürüttüğü arkadaşlarıyla örülü bir hayat, toplumsal normlara pek uygundur.

Özlem, Uçma’nın şanssız komşusudur ve bu durumdan şikâyetçidir. Uçma, karmaşık zihninin etkisinde evini koku yayan bir çöp-eve dönüştürmüştür ve durmaksızın birileriyle kafasında kavgalar yürütürken etrafa epey ses saçıyordur. Doğal olarak Özlem’in yaşam kalitesini etkiliyordur bu durum ve Özlem, maruz kaldığı bu etkiler karşısında tepkisel ama ölçülüdür.

Fakat ne kadar normaldir sürdürülen bu hayat? Metne başvuralım bu noktada.

“Zor da olsa ayağa kalkmayı becerdim, kendimi barın pislik içindeki ahşap tezgahına kadar sürükledim… Dirseğimi masanın kıyısına sertçe çarptım. Çok canım yandı. Tüm vücudum kolumdan başlayarak elektriğe tutuldu sanki. O an düşük voltajlı elektrikle çalışan bir makine olduğumu düşündüm. Bunu düşünmek beni rahatlattı. Duygularımdan arındım. Gıcır gıcır yeni bir makineydim. Gülümsüyordum. İçten bir makine kahkahası atıyordum her şeye. Dünya etrafımda, bir makinenin etrafında döner gibi dönüyordu… Evden içeri girdim… bir şişe soğuk votka buzdolabının boşluğunda kuğu gibi süzülüyordu… Votkanın, bir makinenin paslanmış dişlilerine iyi gelebileceğini düşünüyordum… Kafamda bir ses dolaşıyordu: ‘İçki makinelerin ilacıdır!’ … Kusuyordum. Bir makine gibi sağlam kusuyordum. Kusmuklar vidalarımı yumuşatıyor, yaylarımı gevşetiyordu. Kusmukların makine saçlarıma, makine boynuma, makine ellerime bulaşıyordu. Her şey düşüncesizlikle mükemmelleşiyordu.” (s.189-190)

Toplumsal normal için iyi bir örnek oluşturan bu parçayı takip edelim; Özlem toplumsal vasatın aslında nasıl ve ne pahasına mümkün olduğunun iyi bir açıklaması olarak okunabilir. Bir makineye dönüşmek, bu toplumun bireyleri için büyük başarı olmalıdır. İnsanî kapasitelerini kullanması için gereken, başka insanların insanî kapasitelerini ortaya koyması ve bu ilişkilenmelerin bütününden ortaya çıkacak ortam, mümkün değildir. Herkesin yaptığı işle tanımlandığı, daha da ötesinde kazanabildiği para ölçeğiyle yüksek ya da alçak statüleri işgal ettiği bir toplum durumu, kaçınılmazca bizi içsizliğe, hissizliğe, başkalarıyla ilişkilerimizi de dokunmasızlığa mahkûm eder. Başka bir insan olma tarzı mümkün kılınmamıştır; birbirimize yaptığımızın bir özet görünümü bu olabilir. Yaşam, sürdürülüyordur ancak bu, içselliğimiz pahasınadır.

Şu da aydınlatıcı bir örnek teşkil eder nitelikte bir parçadır: “Duygularım kayboldu. Yaptığım işe saygı duymuyorum. Beni tiksindiriyor. Eskisi gibi acı da çekmiyorum… umurumda değil hiçbiri.” (s.165)

Özlem, bulunduğu roman konumu açısından Uçma’nın komşusudur, demiştik. Bu komşuluk hukuku, Uçma tarafından koku ve gürültü gibi menzili yüksek etkenlerle durmaksızın ihlal ediliyordur ve görünen odur ki, ihlal edilmeye devam edecektir. Modern orta sınıfın sıradan üyelerince işgal edilen apartman dairelerinde yerleşik bulunanlar, Bay Uçma’dan kurtulmanın yollarının arayışı içindedir. Elbette bu gibi durumların çözüme kavuşturulduğu apartman toplantılarından biri, meseleye nokta koymak için devreye giren medeni çözümdür. Özlem’in bilincinden takip edelim: “Toplantıya herkesin katılacağına eminim. Demokratik ve adil bir çözüm olsun istiyorum. Böyle bir şeyi tek başıma yüklenecek değilim elbette.” (s.165)

Elbette söz konusu olan içimizden birinin yok edilmesi, ondan kurtulmamızsa, bunu demokratik ve âdil biçimde yaptığımızdan emin olmak isteriz. Böylelikle ahlakî ve vicdanî sorumluluk bölüştürülmüş, aslında hiç kimse tarafından üstlenilmemiş olur. Kimsenin sorumluluk almamasını, sorumluluk alıyormuş gibi yaparak zekice gizlemenin adına demokratik ve âdil çözüm demek, genel kabul görmüş bir kalkanı birlikte ustaca kullanmaktan başka anlama çıkmaz. Bu arada kan sıçrayacaksa etrafa, ki sıçraması kaçınılmazdır çünkü canlılar kanla doludur, bunun üzerimize gelmemesi için bu kalkan yöntemi çok işe yarar; nitekim, durmaksızın deneyerek öğrenilmiş bir bilgidir bu, ortalama toplumsal ilişkileri sürdüren bireyler açısından.

Özlem’in iç dünyasına (sıradan insan oluş tarzımıza) bir de erotik açıdan bakmakta yarar olabilir. Apartman yöneticisi Özlem’de karşı koyamadığı bir yeme arzusu uyandırıyordur. Doğal olarak bunu sapkınlık olarak okumak akla yakın görünüyor. Ancak kanımca, durum tam aksi; bu, Özlem’in belki saptırılmış erotik arzusudur fakat saptırılmış olup olmaması bir yana, “erotik-oluş”u yeterince açıklayıcı sayılmalıdır ve yönelimi, kitap kahramanları kadrosunun en yetkili karakterine yönelmiştir; apartman yöneticisine ki bu, yabana atılır bir ayrıntı olmasa gerek.

“Şu yöneticinin şekerli kokusu, bu sabah yine burnuma geldi. Adam, iştahımı kabartıyor. Onu yemek istiyorum.” (s.238)

“Bu adamın benim üzerimde bıraktığı cinsellikten uzak yeme arzusunun neden olduğunu henüz çözebilmiş değildim. Konuşurken yeni doğmuş bir domuz yavrusu gibi pespembe kesilmesine bayılıyorum. Tombiş ellerinin orasından burasından fırlayan pudra renkli parmaklarını ağzımda eritmek, onları bir çırpıda yok etmek istiyorum. İdrar torbam dolmaya başlıyordu.” (s.306)

Artık kusma söz konusu edilmez. Burada içselleştirme, besinin özünü bedene alma arzusu egemendir. Besin, elbette yöneticinin yumuşak bedeni değildir; yöneticilikte somutlanan erkin içselleştirilme arzusudur. Nihayet Özlem, bunun cinsel bir arzu olmadığını ileri sürse bile, verdiği tepki bedenseldir, idrar torbasını hisseder. Basit erotik arzu olmasa bile, daha geniş ve yayılımlı bir erotik arzu söz konusu edilebilir. Hem bütünüyle dirimsel, tam da bu yüzden bütünüyle içseldir cinsellik. Arzu içimizin sonsuz topraklarında sonsuz çeşitliliğiyle boy gösterir. Dinamik bir kuvvet olarak bedene taşar ve onun bütün yüzeylerinde gezinir. Ve bir bakıma cinsellik dışsaldır; güneş ısısı ya da akarsu hâlinde ortaya çıkabilir ya da gölgede dinlenmek olarak ya da ölüm arzusu olarak; o, bütün topografyalarda çalışan büyük başlatıcı ve canlı tutucu olarak iş görür. Dolayısıyla onun bulunmadığı bir yeri tasarlamak mümkün olmaz.

Yöneticiyi yeme fantezisi kurarken Özlem’in uğradığı uğraklardan birine bakmak biraz daha aydınlatabilir bizi: “… onları da mideye indirdim. Ah, o gözleri, kendimi sunduğum şeyin bana geri dönüşünü hissettiren bir kuvvet! Olsa olsa bir Tanrı olmalıydım.” (s.269)

Güçle dolmayı başka türlü nasıl anlamak gerekir? Mesele apaçıktır. Öte yandan, kendini sunduğu şey adamın gözleridir ve onları yerinden çıkararak yeme fantezisi kurmak onu bütünüyle ayaklandırır; tanrısaldır. Fakat gövdeye indirdiği, bu yolla içine aldığı, bütünüyle bütünleştiği, özünü emdiği şey sadece kendini başkasına sunuşumuzla güç yitirmemiz değil, aynı zamanda başkalarında biriken gücün yeniden ele geçirilmesi, kazanılmasıdır. Tükenmez büyük bir yakıt olarak güç, durmaksızın başkalarında, burada bir “erkek-yönetici”de birikir. Özlem’in erotik arzusu bütünüyle boşa çalışıyor değildir elbette ki; erotik arzu, işin aslı, en sapkın durumlarda bile asla boşa çalışmamayı bilecek denli yetkindir.

Bu sahne, yandaki bunak ihtiyar Enver Uçma’nın kendini kaybetmiş sesiyle bozulunca, bu büyük büyülenme ve arzuyla dolma ve tatmine giden erki içselleştirme ve bu yoldan, erkin boşalttığı içini ondan geri alma fantezisi, kusmayla sonuçlanacaktır. Uçma, büyük çöp-adam olarak, buradaki işleyişin bütününü bozacak biçimde devreye girecek ve gerçek yaşamı, orada gerçekte işleyen kuvvetleri hatırlatarak fanteziyi bozacaktır.

Özlem’in politik kimliğine de bakmakta yarar var. Etkin bir sol muhalif olmasa bile zaman zaman bazı protesto gösterilerine katılır, öyle ki bir gösteride polis tarafından gözaltına alınır, tartaklanır, nihayet serbest bırakılır. Fakat Enver Uçma meselesi çözüme kavuşmamaya devam etmektedir. Bunun için belediyenin ilgili birimine yapılan başvurularından sonuç alamayan Özlem, Uçma’yı evinden attırmak için kendisinin de gözlem altında tutulduğu polis merkezine bizzat giderek Uçma’dan şikâyetçi olmaktan kaçınmayacaktır: “Ama bir an önce işi bitirmek için elimi çabuk tutmalıydım. Emniyetteki polislere şikayetimi bütün ayrıntılarıyla anlattım.” (s.348) Önceki gelişindeki gibi karşılanmaz elbette. Kendisine nazik davranılır. Büyük toplumsal uzlaşmadan sapan bu sapkın çöp toplayıcı için muhalif Özlem, apartman sakinleri, belediyenin ilgili birimleri ve emniyet güçleri birlik olmakta gecikmeyeceklerdir. Çünkü söz konusu olan, toplumsal normlara uygun olmayan bir yaşantının göze sokulmasıdır. Bu, toplumun uzlaştığı asgari müştereği sonuna kadar tehdit eder; bir uyarıcı olarak da diye eklemek gerek belki.

Finalde bütün meselelerin açıklığa kavuştuğu, toplumsal uzlaşının bütün elemanlarının birlik içinde yaşlı Uçma’yı ait olduğu yere, yokluğa yolladıkları sahne de epey fikir verici.

Fakat buna geçmeden önce değinilmesi gerekecek bir konu daha var: intihar. Özlem’in bir tanıdığı arada kontrollü intihar girişimlerinde bulunuyordur. “Bir adam tanıyordum, düzenli olarak ölmeyeceği şekilde intihar ederdi. ‘Beni sarsıyor, kendime geliyorum’ derdi.” (s.191) Bütün içeriklerinden arındırılmış hayatlarını sürdürebilmek için, son noktada ölüm sınırına kadar gidip geri dönmek, bu yoldan tekrar yaşamaya razı olmak, sanırım bugün katlandığımız toplumsal ortamın bize dayattıkları hakkında bir sınır bilgi verecektir. Yaşamanın neredeyse imkânsız olduğu, elimizden bütünüyle alındığı, sadece ölmemek için, bu büyük sona razı gelmemek için hayatta kalmayı sürdürmek, intiharı deneyerek yaşamaya geri dönmek.

Son olarak, final: “Dozer son çöpleri de almak için kepçesini eve soktuğunda hepimiz kepçenin içinde yaşlı bunağın olduğunu fark ettik. Çöplerinden ayrılmamak için onlarla birlikte kepçenin ağzına girmişti… Yaşlı bunağın kolları, bacakları ve tüm gövdesi çöpe dönüşüyordu…” Enver Uçma’nın evinin arındırılması ve toplum normuna geri dönüş için biriken hanelerdeki sakinler, belediye görevlileri ve güvenlik kadrolarının katıldığı büyük bir kusma partisi gibidir final. Uçma’nın bedeni çöpe/aslına dönüşmüş, çift cinsiyet taşıyan organlar içermektedir ki buradan, meselenin yine ne kadar erotik bir zeminde işlediğine dair bir fikirle çıkabiliriz.

“Bunak, sakat bir peygamber gibi ayakta duruyordu… Gördüğüm son şey, bunağın sokağın sonuna ilerleyişiydi. Naylon poşetlerin ateşte erimesi gibi yavaş yavaş gözden kayboldu.” (s.364)

Bu gidişin bir değer olarak çöpten değer içermeyen ölüme doğru olduğunu kestirebiliriz. Enver Uçma’nın tasfiyesini tamamlamıştır toplumsal normal. Artık çöpten ibaret yaşantısını “huzur” içinde sürdürebilecektir.

 

 

Fırat Demir'in Et Yiyenler Birbirini Öldürsün üzerine Ebru Ojen'le yaptığı söyleşiyi okumak için tıklayın