İsmail Güzelsoy: İnsanların gözyaşından, acısından keseyi dolduranlar kelepçelenip âdil bir yargının karşısında yerini alıncaya kadar estetik bir değer üretme çabası aynı zamanda bir haysiyet mücadelesi olacaktır
İsmail Güzelsoy, yeni romanı Hatırla ile sekiz yüzyıl önce Artuklu sarayında El-Cezerî isimli mühendisin yaptığı karmaşık robotların can kazandığı büyülü bir masala davet ediyor okurunu. Hikâyenin bir diğer ayağı ise yakın tarihe uzanıyor. Yazar, dün ve gün arasında açılan bu geniş çerçeveyi, derin bir insanlık ve iktidar sorgulamasının yatağı hâline getiriyor. İsmail Güzelsoy’un “Fennî Sihirler” parantezi içine aldığı üçüncü romanı Hatırla. İlki, Değmez’di, ikincisi Gölge. Yazar, birbirinin devamı olmamakla birlikte aynı mayadan doğmuş, aynı mahallenin farklı iki sokağını anlattığı hikâyelerle buluşturuyor okuru “Fennî Sihirler” parantezi içine aldığı romanlarında. Güzelsoy’la yeni romanını, romanının üzerine yükseldiği zemini ve bugünün getirdiklerini konuştuk.
Söyleşiye “Fennî Sihirler” fikrinden konuşarak başlamak isterim. Bu başlık altına aldığın üçüncü kitap, Değmez ve Gölge’den sonra yeni roman Hatırla. Nedir bu “Fennî Sihirler” mantığı? Bu başlık altında yazdığın romanların ortak noktaları ya da aynı başlık altına alınmalarının nedeni ne?
Üç kitabı birbirine bağlayan şey, olay örgüsü ya da karakter bütünlüğü değil. Her romanda tekrarlanan, hatta vurgulanan unsurlar var. Olayların merkezinde bir linç sahnesi yer alıyor ve bunlar gerçek tarihî olaylara mümkün olduğunca sadık kalınarak anlatılıyor. Değmez’de, Tan Baskını esinli bir pasaj var, Gölge’de bu kez Osmanlı tarihindeki maymun cins kırımı ve nihayet Hatırla’daysa 6-7 Eylül pogostu anlatılır. Bu sahnelerin büyükçe bölümü tarihsel tanıklıklar ya da incelemeler esas alınarak yazıldı. İşin “fennî” boyutu biraz bu. Her romanda tekrar eden bir unsur da bu vahşet görüntülerinin tam tersi olan, incelikli yanlarımız... Yine Değmez’de diğerkâmlık, beklentisiz aşk diyebileceğimiz değerler sergilenir, Gölge’de bütünüyle bir Türk icadı olan hareketli mahya kültürü anlatılır, Hatırla’da ise “Evet, 6-7 Eylül vahşetini gerçekleştirenler bizlerdik ama sekiz yüz yıl önce dünyadaki ilk robot teknolojisini de biz gerçekleştirmiştik” denmiş oluyor. Bu anlamda milliyetçi, seperatist bütün önermelere bir cevap olarak düşünülebilir Fennî Sihirler. Hiçbir ulus, topluluk, millet vs. tek bir yönüyle tanımlanamaz, ancak tek bir yönünü daha fazla öne çıkarmak o ulusun, topluluğun gelecek tasarımına dair ipucu verir. Yani El-Cezerî’nin, mahya mühendislerinin yolundan mı gideceğiz yoksa maymunları katleden, diri diri yakan o vahşi atalarımızın yolundan mı? İkisi de aynı zamanlarda yaşayan insanlar değil miydi? Geçmiş yorumu, gizli bir gelecek tasarımıdır bir bakıma.
Bu bağlamda devam romanları değiller ancak bir üçleme olarak değerlendirmek mümkün mü peki?
Hayır, bu romanlar devam edecek. Üç yıl ara vereceğim. Sırada kurgusu tamamlanmış üç roman var, ondan sonra Fennî Sihirler serisine döneceğim. Çok fazla gömülüp heyecanımı kaybetmek istemiyorum. Aynı yöne uzun süre bakınca göz yoruluyor. Yazarken keyif almak çok önemli benim için. Yeniden fen ve sihrin kesişme noktasına döneceğim, elimde daha malzeme var. Gölge’nin devam romanı var mesela. Üç yıl mayalanacak, büyüyüp serpilecek. Şimdilik anaokulunda...
Latin Amerikalıların büyülü gerçeklik fikriyle yakınlığı olduğunu söyleyebiliriz, değil mi bu romanların?
Evet, bu romanların ana payandası büyülü gerçeklik olarak tanımlanabilir ama bilimkurgu unsurlarından da yararlandığımı söylemeliyim. Yani soy bir bilimkurgu ya da fantastik yapıdan söz edemeyiz, onu yapmak istemem zaten. Benim bilimkurgum biraz parodiktir. Yani, 12’nci yüzyılda robot yapılıyor ama mesela yarı iletken teknoloji yoktur. Bu konuda gerçekçi olmak, derin bir fikir oluşturmak gibi bir derdim olmaz. Çünkü bilimsel veriler işin hem “sihir” kısmına dâhil olur hem de “fennî” kısmına. İkisi iki ayrı durumun bir araya gelmesinden oluşmaz. Bir durumun hem sihirli hem de fennî kısmından pay alarak ortak bir dünya oluşturmak gibi bir sıkıntım var. Ama bunun dışına çıktığım yerler var tabii ki. Örneğin Gölge’deki mahya teknolojisi çok ciddi bir çalışmayla yazıldı. Teknik ayrıntılar üzerine kapsamlı bir araştırma yaptım. Ya da dönemin yeme-içme kültürü, giysi, eğlence, ulaşım imkânları vs. üzerine çok çalıştım. Diğer romanlarda da aynı şekilde. Her ne kadar parodik diyorsam da, tıbbî bir pasaj varsa, ki Değmez’de var, biliyorsunuz, o zaman hekim arkadaşlara bu pasajları okutup görüş alırım. Hatırla’yı yazarken heykel döküm teknolojisinin tarihini öğrendim mesela. Tarih boyunca bronz dökümü nasıl yapılırdı, teknik nasıl gelişti filan... Yani bu tür şeyler değil parodik olan. Bir robotun can kazanması gibi bir önermeyi temellendirmek için çok didinmem. Orası işin “sihir” kısmına girer ve okurla anlık bir kontrat yapıp yürümeyi tercih ederim. İşte, bu da Latin Amerika anlatısının masalsı arka planını oluşturma bakımından çok işlevsel. Biraz okurun muhayyilesine emanet ediyorum bunları. İyi de oluyor çünkü bu tür ayrıntıları anlatırsam roman sıkıcı teknik pasajlarla boğulur, akıcılığını kaybeder.
Yazdıkların için de bu nitelemeyi kullananlar çok: Büyülü Gerçek! Nasıldır ilişkin Latin Amerika edebiyatıyla? Dahası bu ekolün yazarlarıyla... Yazdıklarına nasıl etkileri vardır?
Bence büyülü gerçekliğin ilk izlerini Borges’de görmek mümkün. Ve tabii ki de Marquez’de... Bunlar benim hikâye anlatma yolculuğumun ilk uğraklarıydı. Sözlü edebiyattan çok etkilendim ve yararlandım. Yıllarca meddahlar başta olmak üzere sözlü edebiyat kültürü üzerine çalıştım. Fıkralar üzerine bir romanım var (İyi Yolculuklar) ve tabii ki fıkraların dünyası da büyülü gerçekliğin kurgusal çerçevesine oturabilir. Daha ortaokul yıllarında duyduğum bir fıkra vardı, kartal ile eşeğe ilişkin saçma sapan bir şeydi. İkisi de insan gibi konuşuyor, insan alışkanlıkları var filan. Şimdi bu büyülü gerçeklik kültürünü oluşturan süreçler arasında sayılmaz mı sence? Hâliyle fıkralar, masallar, meddah anlatıları üzerine kafa yorunca yolun böyle bir masalsı dünyaya çıkıyor. Önemli olan bu aşamada neleri ıskartaya çıkarıp neleri kurgu malzemesi olarak yeniden işleyeceğimiz. Eğer önünde Poe, Borges, Marquez, Sâdi-i Şirazi, Hafız, Kafka gibi büyük dehalar varsa, onların esini de sana işleyecektir. Her biri dev bir deniz feneridir bu ustaların. Yol kazasına uğramadan ilerlemek için o ışığı görmek zorundasın.
Hatırla’ya gelirsek... Roman, “Fennî Sihirler” dünyasında ayrı bir yerde duruyor gibi dokunduğu dertler açısından. Günün ve yakın dünün kritik siyasî ve toplumsal simge kırılmalarına dokunuyorsun. Dahası bugün şikâyetçi olduğumuz pek çok kavramın sorgulamasını yapıyorsun. Sorum şu olacak: Bu fantastik diyebileceğimiz unsurlarla inşa edilmiş roman yapısı böylesi dertleri kaleme getirmende sana ne kadar yardımcı oluyor ya da oluyor mu?
Güncele ait dertlerimizi romana nasıl taşıyacağımız bayağı kapsamlı bir tartışmanın konusu. Dünün dünyasında toplumcu gerçekçilik diye bir yaklaşım vardı. O dünyada edebiyata biçilen rol, belli bir gerçeklik algısının sözcüsü olması, diye özetlenebilir. Asli işlevini inkâr edecek kadar buna adanmış bir edebiyat söz konusuydu. Haklı olarak sonraki dönem edebiyatçısı ilk dönemeçte bu misyonu reddetti, dünyayı değiştirmek için değil, estetik bir değer yaratmak için yazmak daha cazipti. Ama bu aşamada da tuhaf bir şey oldu, bir anda edebiyatçı dünyayı estetik bir itirazla değiştirebilme konusundaki iddiasından da vazgeçti. Şunu söylemek istiyorum: Dünya zaten değişiyor, biz bir şey yapsak da, yapmasak da. Roman yazarken hem hikâyemi anlatıp hem de insanların hayatını değiştirmeye çabalayamaz mıyım? Yani insanları değiştirmek etik bir sıkıntı mı teşkil ediyor ki? İyi bir romanda kahramanlar değişir, diye biliyoruz ama bence romancı ve okur da değişir. İyi bir roman somut dünyayı doğrudan değiştirmeyebilir, Trump’ın bir daha seçilmesini engellemeyebilir ama dünyayı bizim gözümüzde değiştirebilir. Bizim kendimizi algılayışımızı, dünyayla girdiğimiz karmaşık ilişkiyi yeniden düzenleyebilir, alışkanlık ve ezber arasında geçen ömrümüze yeni bir nazarla bakma şansı verebilir bize. Dünyayı değiştirmek yalnızca siyasetin işi değil yani. Boş ver, Trump yine seçilsin ama onun karartamayacağı ferahlıklar yaratalım hayatlarımızda. Bakarsın, ona oy verenler de “Biz ne yaptık yahu” diye sorgulamaya başlar. Zor mu? Bence değil. Dünyayı değiştirmek, insanı değiştirmekle mümkün. Ben iyiliğe inanıyorum ve iyi insanların da kötülük yapabildiğine çok tanık oldum. Biz, iyi insanların iyi şeyler yapması için didinebiliriz. Yanlış anlama, romanın misyonu budur demiyorum, estetik bir üretimin bizim hayatımıza katabileceği zenginlikleri dile getirmeye çalışıyorum. İyi bir roman yazabilmek için çok şey gerekiyordur ama bence öncelik cesaretin. Cesurca dile getirilmeyen hiçbir şey yeterince sarsamaz ve bizi sarsmayan şey estetik olamaz.
Romanın gündeme dair dokunduğu dertlerin başına “iktidar” kavramını yerleştirebiliriz rahatlıkla, yanılmıyorum değil mi? Özellikle Vali karakteri, kafandaki “iktidar” kavramının temsili olarak çizilmiş gibi... Birçok yazarla söyleşimde sık yönelttiğimi fark ettim bu soruyu çünkü bir şekilde günün sıkışmış ortamı yazdıklarına yansıyor. Güncel akıştan parçalar kelimelerinin içine sızıyor. İsmail Güzelsoy’u nasıl etkiliyor güncel akış, siyaset, toplumsal olaylar? Yazdıklarına tesiri var mı?
Hiç tesiri yok, ben bir plazada yaşıyorum ve nadiren dışarı çıkıyorum, desem inanacak mısın? Tabii ki etkiliyor ama zaten ben de onu etkilemek için yazıyorum biraz da. Az önce dediğim gibi, dünyayı değiştirmeyi hedeflemek gerek. Bu artık çok büyük bir iddia değil çünkü hayat çok dinamik. İnsanları bir telefon almak yerine güzel bir sohbete ikna etmek dünyayı değiştirmektir. İyi bir roman yazarsın, kahramanın yalnızlığını, akıllı telefonuyla kurduğu ilişki üzerinden öyle sarsıcı bir şekilde anlatırsın ki bir bakarsın binlerce insan cebinde bir iletişim aracı taşıdığı batıl itikadından kurtuluverir. Romanlar, filmler, şiir, müzik bizim hayatımızın gerçekten bize ait olan kısımlarını biçimlendirir, kamusla olanı değil. İşte bu yüzden sanat değerlidir ve bu yüzden her şey tükendiği zaman sanat son kale olarak ayakta kalacak. Dünyayı kurutmaya çalışan, insanları bir üretim vasıtasına dönüştüren ve giderek bütünüyle işlevsizleştirip aciz, işlevsiz kalabalıklara dönüştüren bu sistemin maskesini düşürecek güç, sanatın cephanesinde. Artık paradigma değişti. İnsanlar üretici güç filan değil, sadece üretilen malları şuursuzca tüketmesi beklenen, önüne gelenler arasındaki en güçlüye, en sinsiye, en hilebaza oy vermekle yükümlü, değersizleştirilmiş bir kitle. Kent dediğiniz şey bir yaşam alanı filan değil, bildiğin insan çiftliği ve giderek bunun daha vahim bir yere gittiği görülüyor. Bizim dünyaya etki edebileceğimiz bütün imkânlar elimizden alınıyor ve sadece önümüze konanı yaşayacak, seçecek, vergimizi ödeyip ölüp gideceğimiz bir sefillik sunuluyor bize. İşte, bu iktidarın kanlı kalemiyle yazılmış kaderi reddedecek en güçlü donanım, estetiğin kalesinde saklanıyor. Müstakbel yıkımları durduracak tek güç, güzelliğe olan inançtır. Ne bir din, ne bir ideoloji ne de bir sendika; gezegenimiz, bu hayatı daha zarif yaşamak isteyenlerin sayesinde güzel bir yere dönüşecek ya da hep beraber kaybedeceğiz. Bizim kaybettiğimiz yerde başkası da kazanamayacak, işin acı yanı bu. İktidar bir özyıkım projesidir. Bundan önceki iktidarlar hayatlarımızı yönetmek, bizi gütmek için uğraşırdı; şimdiki iktidarlar bizi yok etmek, varlık alanından kovmak için uğraşıyor. Lenin, devrimi şöyle tarif eder: “Yönetilenler eskisi gibi yönetilmek istemez, yönetenler de eskisi gibi yönetemez...” Şimdi bütün dünya bu tanımın çok ötesinde bir yere sürükleniyor. Ya kudret vampiri bu efendiler, ya biz... Çünkü bunların yönetmek, hatta kötü yönetmek gibi bir derdi bile yok. Tek sıkıntıları dünyayı yağmalamak. Sanki başka bir gezegen adına burayı sömürgeleştirmeye gelmiş alçaklar sürüsüyle karşı karşıyayız.
Düşün şimdi, geçen yıl, 85 kişi, dünya nüfusunun yarısının kazancına denk bir para indirdi cebe. Zehir zıkkım olsun. Hiçbir çaba, hiçbir akıl, hiçbir üstünlük iddiası üç buçuk milyar insanın alın terinin 85 alçak tarafından iç edilmesini anlatamaz bana. Dinlemem zaten. İnsanların gözyaşından, acısından keseyi dolduranlar kelepçelenip âdil bir yargının karşısında yerini alıncaya kadar estetik bir değer üretme çabası aynı zamanda bir haysiyet mücadelesi olacaktır. Ta ki insanlığın gerçek tarihi başlayıncaya kadar. Biz güzellik üretmeye namzet canlar artık bir şeyi çok iyi bilmeliyiz: Ya bu onursuz, yağmacı muktedirlere hizmetkâr olacağız ya da geri kalanlara dokunacağız. İkisi birden olmaz. Tırla günahsız insanları biçenlerle, 12 yaşında çocuğun kafasını kesenlerle aynı yerde durmuş olursun. Kalemini iktidara satanlar güzellik üretemez. Kendisi çirkinleşen birinin güzellikle ne alakası olabilir ki? Önyargıysa önyargı. İktidar sanatı evcilleştirip kişisel eğlencesine dönüştürmek istiyor. Dünya tarihinde, “Çok şükür” deyip çekilen bir iktidar bulamazsın. Onun midesine taş doldurmak elbette ki yazarların, şairlerin, yönetmenlerin, balerinlerin işi olacak. Olacak ve iyi de olacak. Ne diyordu İsa, “Ben bu dünyayı ateşe vermeye geldim.” Hiç sevmem bu lafı ama şimdi tam zamanı: Aynen!
Günün problemleri bir yanda akıp giderken hikâye bir şekilde 12’nci yüzyıl Artuklu saraylarına uzanıyor. Sekiz yüz yıllık zaman dilimini birbirine bağlayan unsur olarak da karşımıza otomaton denilen “varlık”lar çıkıyor romanda. 12’nci yüzyılda bugün bile ulaşılamamış bir teknolojiyi yaratmak, anlatmaya çalışmak nasıl bir tecrübeydi? Yoksa Einstein’ın, romanın üçüncü bölümüne aldığın cümlesine katılıyor musun: “Bizim bilemediğimiz bazı sırlara eskilerin vâkıf olduklarını kabul etmek zorundayız.”
Yazdığım romanlardaki bütün teknik meseleleri kafamda çözünceye kadar yazmaya girişmem. Robot nedir, ne işe yarar, otomaton ile robot arasındaki farklar nelerdir, o yüzyılda nasıl oldu da bu adamlar birdenbire müthiş bir bilinç sıçraması yaşadılar, bunu hazırlayan faktörler nelerdi, o dönemin özgül koşulları, teknolojik altyapısı neydi, hangi etkileşimler içindeydi bu insanlar, tarihsel miras neydi gibi 100'ün üzerinde soru kartı hazırlayıp tek tek araştırmamı yaparım. Bu romanı yazmadan önce fizik ve mühendislik üzerine genel kültür sayılabilecek şeyleri çalıştıktan sonra dönemi inceledim biraz. El-Cezerî’nin yazdığı kitaptaki çizimleri tek tek inceledim, onun üzerine yazılmış metinleri gözden geçirdim, farklı dönemlerde yapılan otomatonlarla ilgili bilgi ve resim derledim. Özetle anlatıyorum, o kadar çok çalışmama rağmen hiçbir şey anlayamadım. Daha doğrusu ne kadar ilerlersem şaşkınlığım o kadar arttı. İşin başında, 12’nci yüzyılda otomaton yapılması çok uçuk görünmüyor ama dönemin sınai imkânlarını ve sınırlarını, bilgi ve teori seviyesini vs. incelediğin zaman, bu durum çok tuhaf geliyor insana. Her çalışmamın sonunda, “Yok canım, bunlar kesin uzaylı” diye bitirdim seansı. Hâlâ da uzaylı olmadıklarına dair ikna olmuş sayılmam. Gerçekten müthiş insanlar bunlar. İncele, sen de büyük hayranlık içinde kalacaksın. Bilim tarihinde ileri-geri diye bir şey yok galiba. Teknik birikimler var ve bazı münferit örnekler gerçekten bir anda büyük bir hamle yapıveriyor. El-Cezerî böyle bir vaka. Dene, otur o dönemi incele, Anadolu coğrafyasında yaşananlara bir bak, bir de adamın yaptıklarına bak. Olacak gibi değil. Zaten açıklayabilsem romanını yazmazdım ki.
Bu bağlamda romanın gerçek rengini bulmasını sağlayan “rüya gören bir makine” fikri üzerine de konuşmak isterim. “İnsanlığımızı” bir robot üzerinden sorgulatmak istiyorsun, değil mi? Bırak rüya görmeyi, rüyaları kâbusa çeviren insanlar varken, bir robotun rüyalarla bize vicdan ve ruhu hatırlatıyor olması, bu romanı yazmana rağmen sana da ilginç gelmiyor mu? Ya da bu fikri işliyor olman...
Hem de çok. Dedim ya, açıklayabilsem yazmazdım. Benim için bu tür sorular nedir, biliyor musun? Kendi romanımda kendime mırıldandığım hikâyeler, kendimi ikna etme çabalarım. Sanki El-Cezerî’nin o işleri nasıl becerdiğini kurgusal bir şekilde açıklayabilsem rahatlayacağım gibi... Bir yandan bunun açıklanamazlığı büyülü bir macera vaat ediyor, bir yandan da sinir bozuyor tabii. “Yok be, bunu yapamazlar” filan diye deliriyor insan içten içe. Bırak yapmayı, insanın aklına nasıl gelir böyle fikirler, diye dumur olup kalıyorsun. Düşünsene, bir otomaton saki var, sana şarap veriyor, sazlar çalıyor, kızlar dans ediyor filan. Derken elini uzatıyorsun, otomaton artık sana şarap vermeyi reddediyor çünkü sarhoş olmanın eşiğinde olduğunu “biliyor.” Aslında ilk anda basit bir algoritma gibi görünüyor ama çok karmaşık bir hikâye bu. Çünkü ortamdaki herkesi tek tek bu şekilde gözeten bir makineden söz ediyoruz. Ya da şu anda İsviçre’de olduğunu zannettiğim bir otomaton, arkasında tertip ettiğiniz her şeyi el yazısıyla kâğıda aktarıyor. Piyano çalabilen, satranç oynayabilen makineler, o yüzyıllarda... Akıl alır gibi değil. Bana çok dokunaklı geliyor. Açıklamaya mı çalışsak, için için ağlasak mı? Peki, biz nasıl bu hâle düştük o zaman?
Masumiyet düşüncesi de bu noktada üzerine konuşmamız gereken bir kavram olarak öne çıkıyor çünkü Hatırla, özünde masumiyetin tarifini yapıyor bize, değil mi? Ya da onun üzerine düşünmemizi istiyor...
Tabii ki, sonraki aşamada neyi kaybettiğimizi söyleyebilmemiz için onu tanımlamamız lazım. Hatta ilk versiyonda çok daha abartılıydı o bölümler. Yani Suzan’ın sahneye çıkması bir Heidi metaforu gibiydi. Bayağı bildiğin masal kafasında, sıkıcı ölçüde boyutsuz, dingin, laylaylom bir pasajdı. Sonra biraz daha işleme gereği duydum, romanın başında okurun tadını kaçırmanın manası yok, dedim kendi kendime. Asıl derdim, masumiyetin çalınışını bir travmaya dönüştürmekti çünkü. Okur oraya kadar Heidivari biriyle muhatap olacak, tam sıkılıp, “Bu nedir ya, bildiğin masal işte” diyeceği anda Vali efendi sahneye çıkacaktı. Dediğim gibi, yumuşatmak zorunda kaldım çünkü roman bunu kaldıracak bir teknikle yazılmadı. Röportaj tekniğiyle ilerleyen bir romanda bu kadar uç denemeler, karakterlerin de yazarın kuklası durumuna düşmesine neden olur.
Kurgu, metnin bel kemiğidir, evet. Buna ek; yazdıklarında kurgu, romanın bir başka kahramanı gibi dolaşıyor hikâyenin içinde. Hikâyenin ruhu ve diliyle hemhâl bir kurgunun metne katkıları üzerine neler söylemek istersin?
Kurgu biraz da dile getirmeden söyleme yordamıdır. Olay örgüsünün belli bir şekilde sıraya konması gibi basit ve masum görünen bir yöntem bile özünde bir şey söylemek içindir. Hollywood sinemasında bir sahne gösterilir, sonra bir yazı belirir sahnede: “Üç hafta önce...” Neden yönetmen, senarist böyle bir şey yapar? Çünkü hikâyenin en çarpıcı ve merak uyandırıcı bölümüyle seni filme çekmeye çalışır. Yöntem olarak kabadır ama iş görür. Adam arabadan sağ çıkabilecek mi acaba, diye düşünürken bir bakarsın ki filme kaptırmış gitmişsin. Unutursun ama. Birkaç dakika içinde o öykünün içinde yeni keşiflere sürüklenirsin ve son sahnede, o girişteki meseleyi unutmuş olduğunu fark ediverirsin.
Şimdi bu kurgu kalıbı görülmez pek, oturup filmi izlerken bütün bu ayrıntıları düşünmezsin ve tercihen izleyicinin de bunları görmemesi arzulanır. Sen bir dizüstü bilgisayarın ekranına bakarak iş yaparsın, açıp içindeki işlemciyle muhatap olmazsın. Kurgu biraz böyle bir şeydir. Onun varlığını hissedersin, bir hayalet olarak gezinip durur ama sen ekranda akıp giden hikâyeyi izlersin. Bazen bir roman okuduğum zaman kurguyu izlediğimi fark ediyorum ve romanın büyüsü kaybolup gidiyor böyle zamanlarda. Okurun böyle bir okuma yapması beni çok üzerdi. Çünkü okumak her şeyden önce haz almak içindir ve ben de onu gözeterek yazıyorum.
Sadece yazan değil, yazmak üzerine düşünen de birisin. Yazmanın hazzı ve azabı üzerine de konuşalım isterim...
Yazı kutsaldır, azaplı bir yanı yok bence. Sabır ister, özen ister, sürekli ilgi bekleyen şımarık bir çocuk gibidir ama azap çok ağır kaçar. Zaman zaman huysuzluk yapar tabii, istediğin yere varamazsın bir türlü ama sabırlı olmak ve doğru zamanda ara vermeyi bilmek çok önemli. Yazmak müthiş keyifli bir şey ve bunu yaşadığım sürece de yazmayı sürdüreceğim. Yayımlamasam bile bundan vazgeçmeyeceğim çünkü yazmak bu çirkin dünyadan kurtarıyor bizi. Ölümcül bir yalnızlığın içinde kaybolmuş, umutsuzca sürüklenen milyarlarca insanın derdine çare olacak ortaklık yazıdır. Dünya hayatı çileli ve yorucu. İnsanlar tanrıdan bile isteyemedikleri şeyleri birbirinden bekliyor, hele de kendimizden beklentimiz hastalıklı derecelere varmış durumda, çocuklara anlamsız bir bilgi yüklemesi yapılıyor, hayat üzerine her şeyi planlamışız ama yaşamak hariç. Bu tuhaf resimde yaşamak, haz almak, güzellik yok. Oysa bu dünyaya gelmenin en temel amacı keyiftir, hoş hatıralar biriktirmek, sevmek, sevilmek filan... Bunlara gülecek hâle geldik. Yazmak ve okumak tek seçenek. Hayatın bizden esirgediği her şey orada saklanıyor. İşin acı tarafı, çok insan bunun farkında değil. Okumak gereksiz bir yük olarak görülüyor. Eh, böyle bir eğitim sisteminde başka türlü olsa şaşardım. Bence okullarda insanlara okuma sevgisi öğretilsin, hayattaki bütün düş kırıklıklarının, gönül yaralarının filan tedavisinin yazı olduğu gösterilsin yeter, başka bir şey öğretmeye gerek yok. O olgunluk seviyesine ulaşmış biri gerisini getirir zaten.
Peki, bugünün edebiyat ortamı... Nasıl görüyorsun?
Çok iç açıcı görmüyorum doğrusunu istersen. Nicelik arttıkça nitelik çöküyor. Gülünç derecede gereksiz, ne dediğini anlayamadığım çok roman var piyasada. Benim kâbusum, yazdıklarımın eleştirilmesi, beğenilmemesi değil, biliyor musun? “Eee” denmesi. Tamam, bu eser bir şey anlatmış, kötü de değil ama niye zahmet etmiş ki? İşte bu şekilde yaklaşılması “Bu eser berbat, çok kötü, sıkıcı” filan gibi şeyler söylenmesinden daha ürkütücü geliyor bana. Her eserin yazılışının bir muradı, bir amacı olmak zorunda değil ama yayımlanmasının böyle bir sıkıntısı olmalı. Durup dururken, ne işe yarayacağını bilmediğin bir kitabı niye yayımlarsın ki? Tek bir amacı olur onun, para kazanayım, şan olsun... Bu beni ürpertiyor. Çok fazla böyle kitap okudum son zamanlarda. Okuma keyfimi kaçıracak kadar çok var bunlardan. Okur beklentisi çok düşük, bence biraz da bundan yüz buluyor böyle zırvaları piyasaya dökenler. Kamyon kamyon, bir bitmediler ki.
Roman henüz çok taze ama masada neler bekliyor diye sorarak bitirelim...
Üç kitaplık bir proje üzerine çalışıyorum. Ağaç ve insan ilişkisi üzerine kurulu hikâyeler. Biraz aykırı ve benim alışıldık roman tarzımın biraz dışında. Çok lirik işler bunlar. En azından ilk roman öyle. Son romandaki “Can nedir” sorusu biraz daha somut ve daha dinamik bir şekilde burada da işlenecek. Bir ağaç ile insan arasındaki ortaklıklar ve farklar üzerine düşünmeye zorlayacak biraz. Bir de geride parça parça anlatılan bir masal var. Masalsı bir şey değil, bildiğimiz klasik bir masal, kısa pasajlar hâlinde romanın tamamına yayılacak ve romanla bütünleşecek bir zaman sonra. Çok eğlenceli bir yazı macerası yaşıyorum, umarım okuması da öyle olur.