Edebiyatın mahcup delikanlıları ve Ülkü Tamer

Sadece edebiyatçı olarak değil, insan olarak da güzel anıldı. Eksikliğini, alışkanlıkla başımızı çevirdiğimizde artık göremeyeceğimiz bir manzara gibi hissedeceğiz. “Mesleği umut” olan bir şairin çıraklığı kaldı bize

19 Nisan 2018 14:09

“Bütün ömrümce, özellikle de yirmi yaşımdan bugüne, İstanbul’un hep uzağında ama bir biçimde onunla hep ilişkili, kimi zaman oraya göçüp orada yaşamaya can atarak, kimi zamansa ondan nefret ederek, kaçmaya çalışarak yaşadım.”

Dostlarım vardı orada, kısa süreli gidişlerimde hep onlardan öğrendim İstanbul’u, onların çalıştıkları, oturdukları semtlere bağlı kalarak, adım adım. Araç ve insan kalabalığının karmaşası içinde kaybolmaktan, merkez aldığım noktanın üç beş kilometre uzağına çıkmaktan korkarak.”

Adana’da doğup büyümüş, sonra İzmir’e yerleşmiş, İstanbul sakini olmamasına rağmen, edebiyat piyasasının cangılında eleştirmen olarak kendine yer edinmeyi başarmış, hatta ölümünden sonra adına şiir eleştirisi ödülü konmuş Mehmet H. Doğan böyle anlatıyor Bizans şehriyle kurduğu aşk-nefret ilişkisini.

Cumhuriyet dönemi yazın hayatının nüfuz etmesi zor ana damarını oluşturan, ilk kuşağı İmparatorluk görmüş, bir kısmının ayağına Ankara’nın tozu bulanmış, Maarif’in Tercüme Bürosu’nda dirsek çürütmüş, çoğu İstanbullu erkeklerden müteşekkil bir cemaatten rahatlıkla söz edebiliriz. Taşradan gelip de bu cemaate sızabilmiş yazarların hikâyeleri birbirinin tekrarı gibi. Gözü karartarak gelinen İstanbul’da kapısı aşındırılacak, dil dökülecek, yardım beklenecek isimler; üç-beş kuruş denkleştirip müdavimi olunmaya çalışılan kadim edebiyat mahfilleri; yazı gönderilecek, kendi imzalarının da arz-ı endam ettiği bir sonraki sayının postadan çıkması hevesle beklenecek dergiler; daha çok da kafa çekerken şiirden, romandan, hikâyeden konuşulacak, kibirli ve nemrut editörlerle yayıncılara, anıt mezara dönüşmüş eski toprak yazarlara sövülecek ucuz meyhaneler ve sızılacak izbe oteller yahut arkadaş evleri…

Okuma hevesini öğretmenlerinin emaneten verdiği şiir kitaplarından, ufku geniş ebeveynlerinin satın aldığı Maarif onaylı klasiklerden, uzak ve büyük bir şehirde yüksek tahsil yapan bir akraba çocuğunun mütevazı kitaplığından edinmiş; yazmayı şehirlerindeki/kasabalarındaki kırtasiyeden bozma kitapçı dükkânlarının tozlu raflarında bulabildikleri ciltleri, edebiyat dergilerinin köşe başını tutmuş müelliflerini ve gazetelerin günler sonra ellerine geçen nüshalarındaki kelli felli fıkracıları taklit ederek öğrenmiştir bu delikanlılar. Delikanlılığı ise açık hava sinemalarındaki kovboy ve Tarzan filmlerinden devşirmişlerdir. Kalabalığa karışmayı, ecnebi isimli lokantalarda sipariş vermeyi, kadınlarla konuşmayı, kapıları tereddütsüz tıklatıp girmeyi beceremezler.

Çocukluktan çıkmaya yakın, elle çoğalttıkları bir gazete-dergi çıkarır çoğu, kendileri gibi hayalci arkadaşlarıyla. Bir de oyun sahnelemeye meraklıdırlar eşe-dosta. İzledikleri filmlerden, okudukları romanlardan kahramanlar yaratır, taşranın boğuntusundan böylece kaçar ama bir başka dünyanın da ancak eşiğinde durabilirler. Adlarını mıh gibi akıllarında tuttukları yazarlar, roman kahramanları, sinema yıldızları, dergiler vardır onların. Bir dua gibi yinelerler biraraya geldiklerinde. Posta treniyle gelen neşriyatı, aşk mektubu bekler gibi beklerler. Çoğu sokaktan gelen akran seslerine kulaklarını tıkar, muhallebi çocuğu olarak yaftalanmayı göze alarak, loş odalarda buram buram ter dökerek okur da okur, yazar da yazarlar. Kimi eşraf çocuğu, çoğunluğu yoksul ailelerin evladıdır.

Mürekkep kokusunun izini sürüp geldikleri İstanbul’u avuçlarının içine yerleştirdiklerinde bile taşrada geçen çocukluk ve gençliklerinin izi yüzlerinden, sözlerinden ve tavırlarından silinmez. Genç ve güzel kadın yazarlara, oyunculara tutulur; üstadların hükmettiği meclislere mahcubiyetle sokulurlar. Özenle daktilo ettikleri, bir büyük zarfa yerleştirdikleri şiirleri, öyküleri, romanları Cağaloğlu’ndaki yayınevlerinin yöneticilerinin masalarına usulca bırakır; eserlerini basılı görme umuduyla bir sonraki sayıyı esriklikle bekler; telifini sormayı akıllarına bile getiremedikleri ilk ürünlerinin hazzıyla yere daha bir sağlam basar yahut uçuşan adımlarla geçerler sokaklardan.

***

Yaşamak Hatırlamaktır, Ülkü Tamer, Doğan Kitap37 yılında Antep’te, ailenin ilk göz ağrısı olarak doğmuş bir oğlan, zaman içinde şiirleriyle, tercümeleriyle, yayıncılık tecrübesiyle edebiyatın köşe taşlarından olacak bu mahcup taşra delikanlılarından biriydi: Ülkü Tamer’di adı. “Karanlıkta beyaz kuşlar” diye nitelendirdiği anı kitabı Yaşamak Hatırlamaktır’da okura, karanlıkta belirip yiten çocukluk ve gençlik hatıralarından yakalayabildiklerini anlattı. Nakıp Ali’nin sinemasında 36 kısım tekmili birden kovboy filmleri seyredip, bayram yerlerinde karsambaç içtiği şehrini hep içinde taşımıştı. “İnsanın anayurdu çocukluğudur” diyordu. Belki o sebeple yayıncılık dünyasında önemli bir yere sahip olduğunda bile Bizans entrikalarına iltifat etmedi. Kendi ifadesiyle, “Dayı Ahmet Ağa İlkokulu’ndan Robert Kolej’e, Suburcu’ndan Bebek’e” savrulmasına rağmen naif kaldı, modern hayata uyum sağlamaya çabalayan, karısına aşık, üç çocuğu içinde en çok Ülkü’ye düşkün İpekçi Tahsin’in çalışkan, efendi oğlu olmaktan vazgeçmedi. Belki de başka birisine dönüşmek elinden gelmedi. Taşralı mahcubiyetini, safiyetini bir ölçüde hep korudu onu tanıyanların anlattıklarına göre.

Pamir Bezmen, Spiro Kostof, Genco Erkal ve Cevat Çapan gibi isimlerle birlikte okuduğu Robert Kolej’de Antepli olduğu ve şiveli konuştuğu için Kürt lakabıyla çağrıldı uzun süre. Robert Kolej bir klandı ama. Bu taşralı çocuğu da içine aldı kısa sürede.

Gazetecilik Enstitüsü’nde okurken o da tüm taşralı edebiyat heveslileri gibi hayranı olduğu namlı yazarlarla fotoğraflar çektirdi, kitaplar imzalattı. Herkesin cebindekileri ortaya döktüğü bohem mekânlarda züğürt arkadaşlarıyla içtiği, sinema-tiyatro galalarında yıldızların büyüsüne kapıldığı, şiir matinelerinde kendisini o masanın arkasında, o kalabalığın karşısında hayal ettiği oldu onun da. Sergi açılışlarında elinde bir kadehle köşeye çekilip sigara dumanına bulanmış parfüm kokularını o da içine çekti.

O da kendisi gibi kolejli fakat doğma-büyüme İstanbullu, çekici ve atak bir kadına aşık oldu. Tomris’e. O da okur-yazardı. Onun hayalleri de benzerdi Ülkü’nünkiyle. Mahcubiyet biraz aşılmıştı. Zamanla yerini De Yayınları’ndan teklif almış ve “keyiften günlerce sokaklarda ıslık çalmış” bir adamın özgüvenine bırakacaktı.

Tomris Uyar’la nikahlandılar. Ama öyle farklıydılar ki birbirlerinden. Geceleyin havalananÜlkü Tamer ve Tomris Uyar nikah töreninde. beyaz kuşlardan biri, Ülkü’nün ailesiyle gittiği bir Cumhuriyet balosunu anlatıyordu Yaşamak Hatırlamaktır’da. Ülkü, o baloda günlerce zoraki çalışıp öğrendiği tangoyu icra ederken ceketine kadar ter içinde kaldığını hatırlıyordu. Tomris ise gençliğinde tangoyu çok seven ve hayatı boyunca dans etmekten büyük haz alan bir kadındı. Öyle bir zeytinyağı-su uyuşmazlığıydı onlarınki. Bir çocukları oldu, onu kaybettiler ve belki bu kaybın da tesiriyle ayrıldılar. Yaşamak Hatırlamaktır’ın beyaz kuşlarından biri Tomris değildi. Çünkü bunlar kitapta yer bulmadı. Kim bilir neden? Ama Tomris, bir söyleşide bu anılara değinmeden edemiyordu. “Beğenmediği bir yerellik” örneği olarak gösteriyordu Ülkü Tamer’in Antep’teki çocukluk hikâyelerini: “Ülkü Tamer eski eşim ama, Antep’te eski sinemalar, orda film nasıl seyredilir, film nasıl kopardı diye nostalji dolu yazılar yazıyor. Film kopması neden hoş bir şey olsun ki?” O bunları anlatırken taşralı ve sevdalı mahcup yazar adayı beyaz bir kuş olup geçiveriyordu sanki gecenin içinden. Tomris’ten sonraki karısı Neslihan’ın Antep hikâyelerini, bilhassa da eski sinemaları, Nakıp Ali’yi çok sevdiğini, yazsın diye Ülkü Tamer’e ısrar ettiğini de öğrenince, yalıda büyümüş kolejli kızla, Alleben’den Bebek sahiline gelmiş kolejli oğlanın ne olursa olsun aynı potada eriyemeyeceklerini görüyorduk. Ülkü anı kitabının, Tomris ise bir derginin sayfaları arasından birbirlerine mesaj gönderir gibiydiler, geçmişin muhasebesini yapar gibi…

***

Ülkü Tamer, edebiyatımızdaki pek çok mahcup delikanlıdan farklı olarak, Antep’ten çıkıp İstanbul’un kalburüstü ailelerinin çocuklarını okuttukları Robert Kolej’e devam etmesini sağlayacak bir aileye sahipti. Sevilen, kollanan bir çocukluk geçirmiş, müreffeh bir hayat yaşamış olduğu şehrini hiç ardında bırakmamıştı. Belki bu yüzden hep biraz çocuk kaldı. İçine doğduğu geleneksel kültür, kurduğu ve kuramadığı ilişkilerde belirleyici oldu. Rüyasının gerçeğe döndüğünü gördü İkinci Yeni’nin bir üyesi olarak. İkinci Yenicilerin genelinden farklı olarak sevda şiirlerinin yanına ezilenlerin hikâyelerini de anlatan, direngen dizeler iliştirdi. “Dünya üstü kara zindan/boynumuzda yağlı urgan” dedi. Bir sınır şehrinde, yoksul, ötekileştirilmiş insanlar arasında yaşamıştı yıllarca. Kaçakçılığın ora insanının hayatındaki yerini, zorluğunu görmüştü. Devrim hayalinin yediği darbelere de tanıklık etmişti. En çok bu dizelerle anıldı ezilenin ve direnenin eksik olmadığı bu topraklarda. Uzun ve tatminkâr bir hayat yaşadı. Belli ki yapmak istediklerinin çoğunu yaptı. Benzerlerinden farklı olarak, sadece edebiyatçı olarak değil, insan olarak da güzel anıldı. Eksikliğini, alışkanlıkla başımızı çevirdiğimizde artık göremeyeceğimiz bir manzara gibi hissedeceğiz. “Mesleği umut” olan bir şairin çıraklığı kaldı bize.