Ebru Ojen: Türlerin ve insan odaklılığın etrafında kötü kokulu bir nehir akıyor. Romanımda o kokunun kimden ve neyden geldiğini rahatlıkla görebilirsiniz...
08 Şubat 2018 13:35
Ebru Ojen’in ilk romanı Aşı’yı okuduğumda, onun edebiyatçılığına dair aklımda net bir görüntü oluşmuştu. Bu, bir gök taşının dünyaya düşerkenki görüntüsüydü. Yabancı ve yıkıcı bir ateş topu, dil atmosferini delip geçiyordu.
Ojen, geçen ay yayımlanan ikinci romanı Et Yiyenler Birbirini Öldürsün ile ise hem yüzeyde kendi kraterinin izini bırakıyor, hem de o taşın artık soğuduğunu müjdeliyor. Soğuyan taşın üzerindeyse iki şey parıldıyor: anlatı ve karakter.
Et Yiyenler Birbirini Öldürsün öncelikle etkileyici bir dil ürünü. Ojen, romanının gerçekliğini dile kurban etmek yerine, dili, anlatı makinasının dişlileri gibi çalıştırıyor. Dişliler döndükçe de okuyucunun zihnine romanın iki karakteri, Enver Uçma ve Özlem, mıhlanıyor. Ojen’in üç buçuk yıl boyunca üzerinde çalıştığı ikinci romanı, politik ve edebî okumaların ötesinde, topyekûn bir roman olma iddiası taşıyor.
Geçen yıl Hürriyet Kitap’ın hazırladığı “Geleceğin 10 Yazarı” listesinde yer alan Ebru Ojen’le son romanı üzerine konuştuk.
İlk romanınızla ikinci romanınız arasında bir dil kırılması var. Aşı romanınızdaki dil, Türkçeyi Kürtçe ile birlikte öğrenmiş, iki dili birbirine karıştırarak ve de iki dili de aşındırarak kullanan bir yazarın diliydi. Metin, Türkçeyle boğuştukça, dil yoğunlaşıyor, hırçınlaşıyor ve neredeyse davudi bir sese dönüşüyordu. Aşı’nın sesi, sarhoş ediciydi. Fakat Et Yiyenler Birbirini Öldürsün sayfalarında bambaşka bir dille karşılaşıyoruz. Yine sert, yine kapsamlı, ama bir yanıyla da, en yalın söyleyişle, “rahat” bir dil bu. Mecazsız, ritmik, net. Sanki Ebru Ojen Türkçe ile ilgili meselesini halletmiş, dili yere sermiş gibi. Katılır mısınız?
Aşı romanında dilin bir tavrı vardı. Bu tavır yasaklanmış bir dille konuşulması zorunlu bir dilin gizlice ve punk bir hâl içinde delici birleşmesinden doğdu ve bu durum romanda belirgin bir biçimde su yüzüne çıktı. Bu çıkış, romanın dilini katmanlı ve tortulu hâle getirdi. Dil bir yandan odaklı bir karşı duruş sergiledi, öte yandan amacı yok saydı. Aşı romanında dil kaygan bir zemine ayak bastığı hâlde tavrı gerekçesiyle sarsıcıdır. Gizli köşelere saklanmış olan küçük ayrıntılar Aşı’nın çift başlı dilinin en belirgin özelliğidir. Bunu bile isteye tercih etmemin sebebi Aşı’nın doğrudan coşkun bir ruha sahip olmasından kaynaklanıyor. Ama Aşı için yine de iki dilli demek yerine yasaklı olanın baskın olana gizlice sızarak baskın olanı tarumar etmesinden kaynaklanan ve kesinlikle temiz olmayan, yeni gibi de görünmeyen ama atmosferinden de anlaşılacağı üzere beyaz olmayan bir dildir diyebiliriz. Aşı sadece dili bakımından anarşizan bir tavır içerisinde değildir. Kurgusu da bu noktada kaosa meyillidir. Bütün bunlar Aşı’ya savrukluğuna rağmen nihaî bir netlik kazandırmıştır. “Roman bütünlüğüne” karşı direnişe geçmesi de bundan kaynaklanır. Bir bakıma Aşı'da dil, henüz doğmadan anayı kaybetmek ve üvey bir anayla yaşamayı anlamaya çalışmak üzerinden ilerler.
Et Yiyenler Birbirini Öldürsün’de ise bile isteye dili rahatlatmaya özen gösterdim. Çünkü roman psikolojik bir içe dönüşle oluşumunu tamamlamak zorundaydı. İki bölümlü olmasına karşın her iki bölümde de tek mekânlı, tek karakterli odağı ile romanın beni buna bir anlamda mecbur bıraktığını söyleyebilirim. Dili olabildiğince rahat ve anlaşılır, sizin de fark ettiğiniz üzere mecazsız kullanmamın sebebi okuyucuyu dilin süsleri ile yormadan konuya ve genel çerçeveye odaklamaya çalışmaktı. Bunu bir şekilde başardığımı düşünüyorum. Benzerlikler de var; Et Yiyenler Birbirini Öldürsün romanı, tıpkı Aşı’da olduğu gibi, metin içerisinde okuyucuya soru sormaktan kaçınmayan bir romandır. Ama bu durum Aşı romanına nazaran çok daha belirgindir. Soruyu rahatsız edecek şekilde net bir dille sormamın tek çıkış yolu dili baştan ayağa sadeleştirmekten geçiyordu. Bu sebeplerle ikinci romanın dilinin üzerine çok yoğunlaştım. Romanlarım karşı duruş, yıkım, patlamalar, kusmalar, gizli veya su yüzüne çıkmış kaos gibi atmosferlerde geçerken, dili, pusuda bekleyen bir kargaşacılıkla net ve anlaşılır hâle getirmeye çalışıyorum. Mecazlar, dert yanan cümleler, süslü paragraflar kullanarak romanlarımın fiziksel güzelliği yüzünden zekâsı gölgelenmiş bir kimseye benzemesini istemiyorum. Bu sebeple dili ne kadar sade ve rahat, okunur hâle getirirsem, anlatmak istediğim şeyin o kadar güçleneceğini düşünüyorum.
İkinci romanınızın biçimsel olarak dikkat çeken bir diğer unsuru da diyaloglar. Karakter yaratmak, onu konuşturmak, onun sesini bulmak istemişsiniz. Yazarken nasıl hissettiniz peki, size iyi geldi mi bu konuşan ses?
Karakterin ağzından yazmak fikri beni çok daha önceden cezbetmişti. Zorlanacağımı düşünüyor ve yazmak için rahatsız edici bir istek duyuyordum. İlk zamanlar tahmin ettiğim gibi sıkıntılı geçti. Yaşlı bir adam olan Enver Uçma ile benim yaşımın hâli ve dili çoğu zaman çatıştı. Onu sıradan bir yaşlı adam yapmaktan kaçınmam, durumu çok daha fazla zorlaştırdı. İkinci bölümü işgal eden Özlem karakteri de aynı şekilde bana yabancı bir karakterdi. Bu sebeple onu yazarken tıpkı ilk bölümdeki kadar çok zorlandım. Ara sıra romanı bitirip bitiremeyeceğim konusunda büyük endişeler yaşadım. Diyaloglar konusunda çok zorlanmasam da karakterlerin bakış açıları, hayata karşı duruşları ve keskin tipler olması beni zorladı. Ama sonunda karakterleri ele geçirdiğimi hissettim. Bunu hissettikten sonra biraz daha rahatlamıştım. Tabii, bütün bunlar romanı yazmaya başladığım ilk iki senemin sıkıntılı geçmesine sebep oldu. Diğer yıllar daha rahattı diyebilirim. Yine de bu konuşan sesin bana iyi gelip gelmediği sorusunun cevabını “evet, çok iyi geldi” olarak veremeyeceğim. Uzun bir süre karakterin ağzından bir roman ya da öykü yazmak istemiyorum. Çok sıkıntılı ve yorucu bir süreç çünkü.
İlk romanınız Aşı, devlet politikalarının ta bedene kadar sindiği, bedeni dönüştürdüğü bir anlatıydı. Sizin cümlelerinizle, “bir yıkım örgütsüzlüğü” içerisinde, yabancılaşan, yabanileşen insanların büyük ölçekli bir alegorisiydi. Et Yiyenler Birbirini Öldürsün ile odak daralıyor. Şimdi bir apartman dairesindeyiz. Karakterler arasındaki mesafeler kısalmış, mekânlarsa oldukça klostrofobik. Neydi bu mikro bakış açısının arkasındaki tetikleyici nedenler?
Bizler artık küçük alanlarda yaşıyoruz. Özellikle büyük kentlerde neredeyse sadece bedenimizin sığdığı alanlarda hayatımızı sürdürmeye mahkum bırakılıyoruz. Hareket alanımız kaçınılmaz ve bilinçli bir şekilde daraltılıyor. Ama bir yandan bizi kontrol altında tutan mekanizmanın alanı da daralmış oluyor. Daralma uzun vadede patlamalara, oyuklara, çatlaklara yol açabilir. Bu bir yandan umut verici ama kim bilir ne zaman bu patlamaları yaşayacağız? Bir keresinde bir mimarlık belgeseli izlemiştim. Belgeselin bir bölümünde göğün sonsuzluğuna uzanan binaların içinde binlerce kişinin yaşayabileceği küçük daireler, küçük iş yerleri ve küçük parklar, yaşam alanları inşa edildiğini görmüştüm. Simülasyonlara yerleştirilmiş olan bu devasa fallik imgelerin içinde hareketli insan bedenlerini gördüğümde, hepsinin kitleler hâlinde saati geldiğinde kendilerini patlatacağı günü beklediklerini düşünmüştüm. Ve bu bana bizlerin bu sıkıştırılmış alanları bir gün içgüdüsel olarak reddedeceğimiz umudunu verdi. Çok umut dolu bir insan olmamama rağmen bunu düşünmekten kendimi alamamıştım. İkinci romanımı yazarken bu sıkıştırılmış alanların en ilkel hâline, yani apartman küntlüğüne odaklanmak istedim. Henüz bir patlama gerçekleştirmemiş ama pilini o gün gelene kadar şarj eden insanları yazmak istiyordum. Kendini durmadan şarj eden insanları...Ve biz işte onlarız. Kendimizi şarj eden ve gelecekteki büyük patlamayı gerçekleştirecek olanların kokmuş, çürümüş kökleriyiz.
Romanı, Enver Uçma açıyor. Hayatın es geçtiği, hayatını terk etmiş bir karakter Uçma. Bazen bir bilge gibi konuşuyor, bazen bu dünyayla ilgili hiçbir bilgisi olmayan biri gibi. Onun durumu bu hâliyle hem saçma hem de trajik. Neden Enver Uçma’ya kulak vermeliyiz? Ya da Uçma’nın dinlenmek gibi bir kaygısı var mıdır?
Enver Uçma’yı gerçekten anladığımızda onun radikal bir kişilik olduğunu, gündelik konuşmalarında birçok çelişki olmasına rağmen temelde sert bir karşı duruşçu ve direnişçi olduğunu görürüz. Enver Uçma’nın dinlenmek gibi bir kaygısı yok evet, ama onu ister istemez dinlemek zorunda kalıyoruz. Çünkü doğrudan diliyle ve iğneli duygusallığıyla bizi buna mecbur kılan bir karakter o. Uçma hem bir bilge hem de bilgeliğinden kusarak arınmış bir anarşist; yalancı bir özgürlükçü değil. Bunu romanın ilk bölümünde yemekle olan ilişkisinden açık ve net görebilirsiniz. Hafızasının sağlam olmayan zeminine karşı ne istediği konusunda çok gerçekçi ve net. Çelişkilerine rağmen o gerçek bir isyankâr.
Kendi haklılığını yalnızlaşıp yabanileşerek arayan bir karakter Enver Uçma. Dünyaya ilişkin hiçbir alışverişi kalmamış. Her şeyden elini ayağını çekmek bir direnme biçimi olabilir mi?
Direnmek karşı durmak demektir. Bu her şekilde yapılabilir. Estonya halkının “Şarkı Devrimi”nde yaptığı gibi sadece şarkı söyleyerek de direnilebilir, şiirinin sadece bir dizesiyle de direnebilir bir şair, midene giren şeyin bir ceset olduğunu bilmek ve onu yemeyi reddetmek de direniştir. Savaşın ortasında çocukların gülüşü, sevişmeler ve hırsızlık yapıp yakalanan kimsenin yakalandığı yere dışkılaması da direnmenin ta kendisidir. Tüm bunlarla birlikte, evet, Enver Uçma bir bakıma direnir. Çöplerinin ve yığıntılarının arasında sadece bağırarak dolanıyor olması bizi yanıltmasın. O, yemeyi reddettiği ölü bedenleri ve evinden dışarıya atmadığı çöpleriyle dışarıdaki başarı odaklı ve kitleler hâlinde iyilik yapmaya meyilli topluma ve onun inandıklarına direnir. Her şeyden elini ayağını çekmek, işin içinde farkında olmak durumu varsa, bir direnme biçimidir.
Romanda atıklar, çöpler küçücük bir apartman dairesine doluyor. İlerlemek isteyen insan fikrinin tam aksine, hareketsizleşme, yığınlaşma hâlleri anlatılıyor. Böyle bir “çöpleşme” hâlinin günümüz dünyasında somut bir karşılığı var mı? Yoksa bir bilinçaltı alegorisi mi o?
Roman henüz bir fikir aşamasındayken çöp evlerle ilgili yaptığım araştırmalarda çöp biriktiren, istifçilik yapan birkaç insanla konuşma, tanışma şansım olmuştu. Daha önce hiç karşılaşmadığım bu insanlarla diyaloga girmek çok zordu. Onlarla konuşurken özellikle evlerinde biriktirdikleri çöplerle ilgili net sorular sormamaya, onların özel alanlarına soru sorarak girmemeye, daha çok durumu onlarla sohbet ederek anlamaya çalıştım. Aynı zamanda belediyelerin ve emniyet müdürlüklerinin bir çöp ev ihbarı karşısında nasıl bir prosedür izlediklerini uzun bir zaman araştırdım. Fakat bütün bu çöp evler, istifçiler, onları şikâyet edenler ve kurumların uyguladığı ceza mekanizmasının işleyişi beni sadece yazacağım romanın atmosferi ile karşılaştırıyordu. Bu süreç ilerlerken benim aradığım “çöp’ün anlamıydı. Çöp bio-iktidarı tehdit ediyor olabilir miydi? Yığınlaşmış devasa atıklar katılaştıkça bizler bir öteki daha yaratıyorduk ve çöple sınırlar ötesi bir tıkanma yaşıyorduk. Ve yarattığımız bu yeni ötekiyle olan ilişkimiz beni gerçekten etkiliyordu. Öyle ki romanın adının uzun bir süre "Çöp" olmasını istedim. Sonra Enver Uçma’nın sözlerine kendimi kaptırdım ve tıpkı onu okurken hissedeceğimiz gibi, roman, adıyla da sert bir etki bıraksın istedim. Çöpleşmenin günümüz dünyasında elbette bir karşılığı var. Çöpleşme garip bir şeffaflık taşıyor. Çöpün şeffaflığı, şiddetin nasıl dönüştüğünü gözler önüne seriyor. Çöp sınırlarımızı ihlal ederken onunla aramızdaki ilişkiyi mesafesizleştirerek gösterişli içe kapanıklığımızı ifşa etmekle tehdit ediyor bizi. Çöpleşme iktidarını somutlaştırarak bizden yeni bir kartezyen biz yaratıyor.
Enver Uçma, insana dair her türlü açgözlülükten tiksinen bir karakter. Mesela meyhanelerde sonlanan eylemler onda sadece iğrenti uyandırıyor. Elinden gelse hiç yemek yemeyecek, belki nefes bile almayacak. Fakat bedenin saflaşması, ahlaksal ve fiziksel olarak terbiye edilebilmesi mümkün mü? Eninde sonunda kokuşmuyor mu her beden?
Enver Uçma ahlaksal ve fiziksel olarak kendisini terbiye etmek gibi bir dert edinmiyor aslında. O bu kadar sıra dışı bir yıkımcıyken “terbiye etmek (eğitmek)” kelimesinin onun dünyasında karşılığı olamaz. O aslında farkında olmak ve karşı durmak konularında laflar ediyor. Hayvan eti yemenin aslında ne anlama geldiğini ve dünya üzerindeki bütün diğer zulümlerin gerçek anlamda hayvan sömürüsü ve ceset yeme üzerinden katmanlandığını düşünüyor bir bakıma. Her beden eninde sonunda kokuşuyor, evet ama başka bir bedenin kokuşmadan önce, kokuşurken ve sonrasında sınırını işgal etmek kimsenin hakkı olmamalı.
Karanlık bir hikâye anlatılıyor ilk bölümde. İntihar, ölüm, leş ve hatta parafili dolu. Fakat aynı zamanda şeytanî bir eğlence var orada. “Kimsenin bana saygı duymasını istemem zaten. Saygı duyulan biri olmaktansa bir atın suratıma doğru gelen tekmesini görmeyi yeğlerim” gibi cümleleri var mesela Uçma’nın. Nedir bu, Beckettvari acı gülüş mü?
Hayır değil, illâ bir acı gülüş olacaksa bile bu kesinlikle Beckettvari bir acı gülüş değil. Çok uzak bir atmosfer Beckett aslında. Ama şöyle bir şey biraz daha anlaşılır kılabilir belki; Althusser, dil için “dolaysız gerçeklikle zihindeki tasarımı arasına adı geçen mesafeyi önceden yerleştirir, çünkü soyutlamasına binaen onu baştan içerir” diyor. Uçma’nın dilindeki dolaysız gerçeklik budur. O saygı duyulmak istemez çünkü gerçek anlamda onun dilinin içinde bu kavramın bir karşılığı yoktur. Karşılığı olmayan bir şeyin bir anlamı da yoktur. Beni söyleteceksiniz! O amansız bir anarşisttir, saygı duyulmak onun umurunda olmaz. Bu sebeple bir atın tekmesini saygı duyulan biri olmaya yeğler. Çünkü gerçek olan ve değişmeyen şey atın tekmesidir.
Yazar Ojen, Uçma’ya bağlılığını saklayamıyor. Neden? Uçma karakteri kendi yazarlığınızla ilgili sırlar mı taşıyor yoksa?
Yazılan şey roman gibi uzun bir formsa eğer, ister istemez yazarını esir alır. Aynı fikirde, kişilikte olmadığı karakterler yaratırken bile kendisini ondan parçalar taşırken bulabilir yazar. Yaratılan karakter yazarı baştan çıkarabilir. Onun kadar cesur hissedebilir ya da korkularını paylaşabilir. Onun gibi karşı çıkmak isteyebilir her şeye. Ya da onun travmalarına ortak olduğunu, onun gibi heyecanlı, vahşi olduğunu düşünebilir. Büyük ihtimalle beni yazdığım karakterlere bağlayan şey onların güçlü sıra dışılığı. Ama sanıyorum birçok yazar hissettiğim şeyi hissediyordur. Onlar da benim gibi yazdıkları karakterlere bağlılıklarını gizleyemiyorlardır.
Romanın ikinci bölümündeyse anlatıcı değişiyor, “karşı taraf”a geçiyor. İkinci bölümde Uçma’nın “çürüme” hâlinden konforu bozulan bir kadın karakteri, Özlem’i dinliyoruz. Uçma’yı apartmandan attırmak için elinden geleni ardına koymuyor Özlem. Neden bu kadar şiddetli bir nefret duyuyor Uçma’ya karşı?
Konforumuz bizimle başkası arasına bir çizgi çeker. Refah ve yumuşaklık çemberinin içinde kalanlar ve başkaları arasına çizilen bu belirgin çizgi bize çizginin güvenliğini korumak pahasına nefret ve şiddet hakkı kazandırır. Birçok kişi bu durumu arzu ettiğinde nefret değerlenir, şiddet meşrulaşır. Çünkü nefret, güç duygusunu arttırır. Nefret ettiğimiz şeye karşı bir şey kazandığımız yanılgısına düşeriz. Ve bu yanılgı büyük bir kitle tarafından paylaşılıyorsa işte o zaman haklılığımız konusunda bir değerlendirme yapmak gereği bile duymayız. Böylelikle bu nefret bulumisi kökleşmiş olur. Bu kökleşme güce ve başarıya dayalı toplumun temel yapısını oluşturur. Ve böyle toplumlarda Özlem gibi bireyler türer. Nefret dolu ve konfor çizgisini korumak pahasına hiçleşen bireyler. Romanda Özlem’in konforunu sadece var olarak tehdit eden şey Enver Uçma’dır. Onun ferahlamaya müsait alanına varlığıyla iğne batırır. Böylelikle ona ferahlayan alanının ne büyük bir yalandan ibaret olduğunu hatırlatmış olur. Bunu kabullenmek güçtür. Bu sebeple gerçekle yüzleşmek dolaylı bir yoldan karşımıza çıktığında nefretin açığa çıkması kaçınılmazdır artık.
Özlem üzerinden politik kimliklerin geçersizliğini okuyoruz âdeta. Uçma’yı apartmandan attırmak için ihbar makinesine dönen, eleştirdiği sistemden medet uman bir karakterle karşı karşıyayız. Söz konusu karakter, insanlara hak bildirmeyi bir tür entelektüel olgunluk sayanlardan. Kendisini duyarlı olarak tanımlayan insanların şiddetine maruz kaldığımızı mı söylemek istiyorsun?
Şiddetin devinimi aşkınlık arz etse de bize berrak bir görü kazandırabilir. Böylece bizler aslında nelerin şiddetin sınırları içerisine girdiğini belirgin bir biçimde görmüş oluruz. Yediğimiz şeyler ve dil birliğimiz şiddeti besler mi? İnsan odaklı özgürlük anlayışı, refahçı zihniyet ve bu çerçevede kullanılan dil, şiddetin sızma ve işgaline karşı ciddi bir sorumluluk taşır. Böylelikle duyarlı olduklarını düşünen özgürlükçü ve eşitlikçi künt topluluk şiddeti tekrardan üretir. Bu üretimle beraber sizin de belirttiğiniz gibi ‘’bir iç ihbar makinesine’’ dönüşmekle birlikte şiddetin ta kendisi olurlar. Ve şiddet modern hâliyle kendisini dönüştürmüş olsa da, yani artık bedensellikten çıkıp ruhsallıkla, içsellikle ilgili bir alana yayılıyor olsa da, bu onun derecesini azalttığı anlamına gelmez, tam tersi şiddetin derinleştiğini, yaygınlaştığını ve noktasallaştığını kanıtlar. Ve evet ruhsallaşan, içselleşen şiddeti en çok da kendisini “duyarlı” olarak tanımlayan insanlar araçlaştırmış olur. Yani geniş bir alanda herkes onların şiddetine maruz kalır. Fiziksel olarak kan akıtmaktansa beynimizin ve hormonlarımızın bununla beraber sinir ağımızın bize yönelen şeyden etkilenmesine, çatışmalar yaşamamıza kendimizi kendimizle vurmamıza sebep olurlar. Bunu yaşıyoruz. Şiddetin dönüşen, kendini geliştiren hâlini yaşıyoruz.
Aydın görülen, iktidar karşıtı kimselere karşı güçlü bir eleştiri romanın ikinci yarısı. Ne demek istiyorsunuz, kimseye güvenilmemeli mi?
Romanımın söylemek istediği şey açık ve nettir. Romanım bütün o özgürlük çığırtkanlıklarının bir yerde tıkanıp kaldığına işaret eder. Türlerin ve insan odaklılığın etrafında kötü kokulu bir nehir akıyor. Romanımda o kokunun kimden ve neyden geldiğini rahatlıkla görebilirsiniz.
Söyleşilerinizde tutkulu, hatta vahşi bir yazar olarak yükseliyorsunuz. Fakat masa başında çok titiz, sakin ve endişeli bir yazar olduğunuzu biliyorum. Bitirilmiş bir kitap ne demek sizin için? Yazarken nasıl yaşıyorsunuz?
Nedenini bilmiyorum ama yazarken gerçekte olduğumdan çok daha vahşi oluyorum sanırım. Dr. Jekyll ve Mr. Hyde hikâyesi gibi benim de yazarken kimyam değişiyor olabilir. Çünkü bunu yalnız siz değil, başkaları da söylüyor bana. Yazmaya uzun saatler ayırdığım için belki de bir noktadan sonra yazı beni uyarıyordur. Belki de bu benim kişiliğimin gizli kalmış bir tarafıdır ve yazıda açığa çıkıyordur. Tanımlamam çok zor. Ama kendimi takıntılı bir hâlde yazdıklarımı düşünürken bulduğum, öfkelendiğim çok oluyor. Bir romanın üzerinde çalışırken ilgimi hiçbir şeye ve kimseye tamamen veremediğim için yakınlarımdan çok fazla şikayet duyuyorum. Yazı ile ilgili tek şikâyetim onu takıntılarımdan bir türlü kurtaramıyor oluşum. Belki bu durum uzun yıllar içinde kendiliğinden çözülür. Bir kitap tamamen bittiğinde bile bana bitmiş gibi gelmiyor ve bu benim canımı çok sıkıyor. Kitap basılmış olsa bile elime alıp tekrar bakmak ve hataları bulmak istiyorum ve ne yazık ki bunu yapıyorum.