Elizabeth Harrower’ın Gözetleme Kulesi ve Kimi Muhitlerde romanları, yakın ilişkiler içerisindeki insanların birbirlerinin üzerinde ne gibi olumsuz etkileri olabildiğini anlatıyor...
23 Mart 2017 14:01
Avustralyalı yazar Elizabeth Harrower’ın iki romanı Türkçede birkaç ay arayla yayınlandı. Harrower’ın biyografisinde, bu iki romanın yazılış tarihleri yakın olmakla beraber yayım tarihleri arasında 40 yıldan fazla bir zaman bulunduğu belirtiliyor. Gözetleme Kulesi 1966’da, Kimi Muhitlerde ise 2014’te yayımlanmış, oysa Harrower Kimi Muhitlerde’yi 1971’de yazmış ve son dakikada romanını geri çekip yayımlamamaya karar vermiş. Harrower, bir söyleşisinde Kimi Muhitlerde’yi kendisinden bir roman daha yazması istendiği için yazdığını, hatta yazmak zorunda kaldığını, son anda yayımlamaktan bu nedenle vazgeçtiğini belirtiyor. İşin ilginci, Harrower aynı söyleşide romanının iyi yazılmış olduğunu belirttikten sonra, “Bir kez yazabilmişseniz iyi bir roman yazabilirsiniz, fakat dünyada yazılmamış olması gereken sayısız ölü roman vardır,” diyor.
Harrower’ın bu iki romanını bir başlık altında birlikte değerlendirmek mümkün. Her iki roman da yakın ilişkiler içerisindeki insanların birbirlerinin üzerinde ne gibi olumsuz etkileri olabildiği, nasıl tahakküm kurdukları (elbette böyle bir tahakkümün altına girmenin nasıl olup da kabul edildiği), taraflardan birinin sakatlanmış ruhunun öbüründe ne gibi arazlar yaratabileceği hakkında. Bu iki romanda anlatılan hikâyeler sınıfsal olarak yakın kesimlerden insanlara ait olmasa da izlekler, roman kişilerinin içine düştükleri açmazlar, yaşadıkları sıkıntı ve sıkışmışlıklar, farkında olarak ya da olmayarak benimsedikleri eziyet ve tahakküm yolları hayli benzeşiyor.
Gözetleme Kulesi’nde ailedeki sorun yanında çalışan kendisinden oldukça genç Laura’yla evlenen Felix’tedir. Romanın başlarında sadece tuhaf biri olduğunu düşünürken olaylar ilerledikçe ciddi sorunları olduğunu anlarız – bir yandan kızıp öfkelenir, bir yandan da acırız. O da yaralıdır, belki de bu yüzden başkalarını yaralama konusunda ustalaşmıştır. Eşine ve birlikte yaşadıkları Laura’nın kız kardeşi Clare’e türlü çeşitli ruhsal/duygusal işkenceler yapar roman boyunca. Zıtlaşma huyuyla, diş bileyerek, öfkesiyle, öbürlerini üzmek ya da korkutmak için gerekirse kendisine de zarar vereceği hareket ve seçimleriyle her ikisini de kelimenin tam anlamıyla yaşamaktan bezdirir. Yıllar geçip gitse de Felix’in gündelik hayat içerisindeki küçük ayrıntıları, olgu ve durumları duygusal işkence imkânına çevirdiğine, kadınların iç dünyalarında ufak bir şevk ya da arzu filizlenmeye başladığı her seferinde sözleri ve gözleriyle bu filizi çekip kopardığına, her şeyi önemsizleştirip değersizleştirdiğine vs tanık oluruz. Laura başlarda biraz da minnet duygusuyla Felix’in yarattığı duygusal teröre katlanır, kendisini korumak için bulduğu yegâne yol bunları yapanın gerçek Felix olmadığına inanmak, bir gün gerçek Felix’in ortaya çıkmasını ummaktır. Clare çok daha genç olmasına rağmen başka bir Felix olmadığını, olamayacağını anlamıştır. Beri yandan bu duygusal terörün yetişme çağındaki Clare üzerindeki farklı etkileri olur:
“İnsanların bütün teşebbüsleri, sanki sadece sonunda budanmak için filizleniyor gibi görünüyordu ona. Bir gücün varlığına dair biçimsiz ve soğuk bir algı oluşmaya başlamıştı içinde. Dostane bir güç değildi bu; kuvvetliydi, görünmezdi, bıçaklar ve satırlarla donanmış, öldürme umuduyla dünyayı adımlıyordu.”
Harrower, Felix’in neden böyle biri olduğuna pek girmiyor romanda. Sadece bir yerde, Laura’nın Clare’e (ve kendisine) Felix’in hareketlerini ussallaştırmaya çalıştığı sırada onun anlattıkları üzerinden birkaç ipucu veriyor. Laura’nın anlattığına göre gençliği zor koşullarda geçmiş, kötü muamele görmüş, sert davranılmış, hırpalanmıştır… Geçmişini bilemesek de roman boyunca Felix’in başkaları tarafından saygı görmek için can attığına, paralar saçtığına, beklediklerinin tersi başına geldiğindeyse yaşadığı hüsranın acısını Laura ve Clare’den çıkardığına tanık oluruz.
Gözetleme Kulesi, insan psikolojisine odaklanmış bir roman, ilk anda sezilmeyen, ancak yakın ilişkilerde, ayrıntılarda ortaya çıkan insan benliğinin karanlık yanlarıyla, insanın insana ettikleriyle ilgili, ama Harrower’ın toplumsal-ekonomik yapı ve ilişkilerin de kişilerin ruhsallıklarının sakatlanmasında etkili olduğu gerçeğine dikkat çektiği göz ardı edilmemeli. Daha doğrusu Harrower bireysel sakatlanmayla toplumsal sakatlanmanın birbirinin içine geçmiş hikâyeler olduğunu hatırlatıyor. Yakın ilişki, kişisel saygınlık, özgürlük gibi konuların alışveriş mantığı içerisinde algılanıp değişim değerine indirgendiği yer ve zamanda bu algının her şeyi, nesneleri, insanları, ilişkileri sahteleştirmesi, sahici benliklerin yerini rollere, oyunlara, numaralara bırakması kaçınılmaz oluyor. Bu sahtelikler evreninde var olmaya, var kalmaya, değerli, önemli, sahici bir şeyler kurmaya ya da elde etmeye çalışmanın kendisi bile ruhları sakatlamaya yetiyor. Beri yandan bu zemin içten içe değersizliğinin farkında olup kendisini değerli hissetmek isteyen ve bunun için tek yolun başkaları üzerinde hâkimiyet kurmak olduğunu zanneden sakatlanmış ruhlar için de hayli bereketli.
Aynı evin içerisinde benzer şeyler yaşamalarına, aynı adamın, Felix’in onları hayatlarından bezdiren davranışlarına muhatap olmalarına rağmen başlarına gelenler karşısında Laura ve Clare’in verdikleri tepkilerin farklılığı Gözetleme Kulesi’nin can alıcı yanlarından bir başkası. Sahteliklerle dolu bir dünyada olduklarını Laura görememektedir, ya da Felix’in hal tavırları karşısında yaptığı gibi görmezden gelmektedir, oysa Clare’in hayat görüşü insanların sürekli rol yaptıklarını, toplumsal hayatın sahtelikler üretip durduğunu sezebilmiş, görebilmiş olması sayesinde oluşmuştur. Clare sürekli olarak bakmakta, gözlemektedir zaten.
“Tüm pencereler gözetleme kulesinin parçalarıydı. Nerede olursa olsun, ne yapıyor olursa olsun, bütün benliğiyle bu pencerelerden dışarı bakıyordu[r] aslında.”
Kulesinden baktığında gördükleri ona kesinlikle gerçek gelmez, insanların yapıp ettiklerinin, hissettiklerinin baştan sona suni olduklarını düşünür. Daha hakiki konuları konuşup tartışan insanları sadece okuduğu romanlarda bulabilmektedir. Yaşadıkları evin içinde de bir şeylerin çok ters gittiğini erken yaşta sezmiştir.
“Tuhaf bir şekilde, bu evde yaşamaya başladıklarından beri Clare’e sözcükler, el kol hareketleri, yapılmayan el kol hareketleri, orada hazır bulunmak veya bulunmamak gibi şeylerin tümü normalde olduğundan daha başka anlamlara geliyormuş gibi görünmeye başlamıştı.”
Bu yüzden neşeli olduğunda bile bir yanı yaralıdır Clare’in, içinden hep, “Bunlar gerçek değil (…) suni tüm bunlar” diye geçirmektedir.
Daha da önemlisi, bu sürekli gözlemleme hali ve yaşananlardaki sahteliğe ilişkin farkındalık Clare’in iç dünyasında başka bir sonuç doğurmuştur. “Kendisinin bir şey ile bir başka şey arasında fark gözetmeyen, onların birbirinin yerine geçebileceğini düşünen bir insan” haline geldiğini sezmiştir. Süreğen bir boşunalık hissine yol açması kaçınılmazdır bunun.
Beri yandan, dış dünyaya bakıp durduğu gözetleme kulesi aynı zamanda Clare’in çoktan geçip gittiğini bildiği, ama ne olduğunu bilemediği bir şeyleri beklediği otobüs durağıdır.
“Gri ışığın, tozun toprağın ve trafikle birlikte insan kalabalıklarının oluşturduğu tek renkli katmanın içinden bakıyor, özlem ve tedirginlikle (muhtemelen) bir otobüs gelmesini bekliyordu. (…) Beklediği şey her ne idiyse (o kadar uzun zaman geçmişti ki, ne olduğunu hatırlamıyordu) çoktan geçip gitmişti. Ama gelmesini delicesine bekliyordu. Tüm bu tuhaf ıstırabın orta yerinde insanlar hayatın otobüs durağında ona yaklaşıp, karşılarında kulakları olan bir ahşap direk varmış gibi istiflerini bozmadan sesleniyorlardı.”
Az sayıdaki başka insanla girdiği ilişkilerde canı yanmakta, kederle dolmaktadır. “Hayatı boyunca rol yapsa, tanıdığı veya eskiden tanımış olduğu kimse[nin] bunun farkına varma[yacağını]” iyi biliyordur. Romanın anlatıcısının “yakıcı bir içgörü” dediği bu farkındalık, roman ilerledikçe anlarız ki Clare’in ablası gibi kendini o evin içerisinde kaybetmesine, başka bir deyişle benliğinin erimesine de engel olmaktadır. Gözetlemek ve takip etmek onun için temel bir içgüdü halini almıştır. Bu haller kuşkusuz onun ruhunda yaralar açmakta, başkalarıyla sağlıklı ilişkiler kurmasına engel olmaktadır, ama aynı zamanda Felix’in Laura üzerindeki hâkimiyetine benzer bir hâkimiyeti onun üzerinde kurmasının da önüne geçmektedir.
Gözetleme Kulesi’nde Elizabeth Harrower, Felix’in kurduğu kapanlara Laura’nın nasıl sıkışıp kaldığını, bu kapanlarda var kalmanın yegâne yolu olarak onun destekçisi ya da müttefiki olmayı nasıl yeğlediğini, hatta kendi olmaktan neden ve nasıl vazgeçtiğini (“Laura’nın tabiatı giderek Felix’inkinin etkisi altında silinip yok oluyordu. Laura neredeyse bile isteye kendini terk ediyordu.”) irili ufaklı olaylar üzerinden anlatıyor. Laura’nın Felix’in izinden gidişi, adeta onun az biraz farklı bir versiyonuna dönüşümü düz bir çizgi halinde gerçekleşmez, o da kimi zaman isyan edecek hale gelir, ama bir türlü kendisini Felix’ten kurtarabilecek adımı atamaz.
Salt cesaret eksikliği değildir nedeni; bir yandan artık bu ikili deliliğin (Clare’i de düşünerek “iki buçuklu delilik” demek de mümkün) bir parçası olmuştur, hayata, olan bitene Felix’in her şeyi hor gören, beğenmeyen, tatsız bakış açısıyla bakmaya başlamıştır, ama bir yandan da hayatı boyunca bütün duygusal yatırımını Felix’le birlikteliğinin bir gün çok daha huzurlu olacağı (“İşte hayat, o zaman başlayabilirdi.”) beklentisi üzerine yapmıştır. Felix’ten kopmak o âna dek bütün yapıp ettiklerini anlamsız hale getirecektir, bununla yüzleşmesi kolay değildir. Kız kardeşine şöyle itiraf eder bunu: “Küçük bir aile bu, ama bunu da bir arada tutamazsam her şeyi yüzüme gözüme bulaştırmış olacağım. Hiçbir işe yaramamış olacağım.”
Kaldı ki mesele sadece duygusal yatırım da değildir. “Duygu”ların çoktan metalaştığı bir çağda yaşamaktadır. Güzel bir eve ya da elmas bir yüzüğe sahip olmanın, bir mülk edinmenin çok ötesinde duygular, anlam, itibar vb yanılsamalar yarattığı bir alma-verme dünyasının yerleşiğidir. Üstelik maddi anlamda Felix’e bağımlıdır; Felix onu duygusal olarak boğmak suretiyle kendisine bağlarken, bizzat yaratıp manipüle ettiği yokluk ve güvensizlik duyguları vasıtasıyla da kendisine ekonomik açıdan bağımlı hale getirmiştir. Bağımsız bir hayat kurma imkânını ona hiç vermemiştir Felix. Laura’ya içinde bulunduğu durumu kabullenmek ve bu kabullenişin doğal ya da olması gereken olduğuna inanmak dışında seçenek kalmamıştır. Kaldı ki güvensizlik duygusunun biraz da dönemli ilgili olduğunu düşünebiliriz. 2. Dünya Savaşının sonları yaklaşmışken Felix’le evlenmiştir. Savaş zamanı tanık oldukları, duyup öğrendikleri (açlıklar, ölümler, katliamlar) başına ne gelirsin gelsin bunlara katlanması, hatta şükretmesi gerektiği inancını beslemiştir. Özellikle Clare Felix’le birlikte yaşamaya isyan ettiğinde, bir yandan kız kardeşine duygu sömürüsü yaparken bir yandan da onu dışarıdaki dünyanın karmaşasıyla korkutup evdeki hayatlarına şükretmeleri gerektiğini söyleyerek dizginlemeye çalışmasını bu inancın göstergesi sayabiliriz.
Clare, yukarıda değindiğim gibi, kendisini sürekli olarak gözlemci pozisyonunda tutması sayesinde kapılıp gitmemiş, Felix’in ağına, kapanına büsbütün takılmamış, “bir başkasının hobisi olarak var olmayı” reddetmiş, kendisine görece özerk bir benlik kurabilmiştir, ne var ki “otobüs durağında beklemek” ya da “gözetleme kulesinde dışarıyı seyretmek” sürekli olarak edilgen olmasına, hayata karşı etken ya da müdahil bir tutum alamamasına neden olmuştur.
“Yirmi üç yaşındaydı ve hayat, katılmayı hepten reddettiği bir oyundu. Kendisinin ya da başkasının durumuyla ilgili herhangi bir konu zerre kadar bir şey hissetmesine sebep olmuyordu. Tüm bu keşmekeşten ve duygulardan uzakta bir izleyici olarak bu oyuna teorik bir ilgi duyuyor ve eğer kendisi ve etrafındakiler gerçek olsaydı, evrenin herhangi bir anlamı olsaydı her bir duruma hangi duygu uygun düşerdi diye hesaplamaya çalışıyordu.”
Bu çarpıcı ve Clare’in duygu durumunun açıkça ifade edildiği alıntıdaki en vurucu saptama “kendisi ve etrafındakiler gerçek olsaydı” önermesi. Daha çocuk yaşlarda, “canlı canlı konuşurken içinde bir şeyler[in] yaralı [olduğunun]” fark etmiş, daha önce değindiğim gibi, “Bunlar gerçek değil, suni tüm bunlar” diye geçirmiştir içinden. Felix’ten uzak durması gerektiğini de genç yaşta öğrenmiş, ancak ablasının Felixvari duygu sömürüleri ve manipülasyonları karşısında harekete geçememiş, sürekli gözlemci pozisyonunda kalmayı sürdürmüştür.
Gözetleme Kulesi, gündelik hayatta duygusal istismarların nasıl yaşandığının, sakat bir ruhun hastalıklarını yakınındakilere hangi yollarla nasıl bulaştırdığının ve/veya yeni sakatlanmalara yol açabildiğinin, başka bir deyişle insan psikolojisinin derinliklerindeki karanlık dehlizlerin, detaylı çözümlemelerden ziyade olaylar ve bu olaylara karakterlerin verdikleri tepkiler üzerinden anlatıldığı bir roman. Bununla birlikte Gözetleme Kulesi’nde Clare’in yaşadığı ruhsal değişimler de bir o kadar önemli. Clare’in her şeyin sahte olduğunu düşündüğü dünyada bir kurtuluş çaresi olarak hayata –en azından duygusal olarak– katılmamayı yeğlemesi romana ayrı bir derinlik kazandırıyor, ama esas olarak romana farkı bir boyut kazandıran Clare’deki duygusal yalıtıklığın kırılış hikâyesi. Felix’in belli ki çevresinde duygusal işkenceler yapabileceği biri daha bulunsun diye evlerinde bakımını üstlendiği hasta işçisi Bernard’a yardım etmesi istendiğinde Clare benliğinin bambaşka bir yanıyla karşılaşır. Aslında bu halin belirtisi olabilecek kimi duygular daha önce de ifade edilmiştir.
“Mevcut durumun sürekli farkında olmak, Clare’in sabit haliydi, onu özetleyen şeydi. (…) Bu güya kıymetli varlığı (…) şimdiye dek ne işine yaramıştı peki? Ya da neye yaramasını sağlamıştı? Bir şeylere. Bir şeylere yarayacak diye söz verdi kendi kendine. Çünkü bu gerçekleşmeden ölemezdi.”
Tam Bernard’a yardım edemeyeceğini söylemeye hazırlanmışken Clare bunun tam tersi şeyler söylerken bulur kendisini. Bernard’ın yanında kalmanın “bir şeylere yarama” umudunun gerçekleşeceği bir fırsat olabileceğini belli belirsiz sezmiştir. Bu, aynı zamanda, uzunca bir süre koruyucu bir koza işlevi görse de, kendine kapanıp kalmaktan çıkması anlamına gelecektir Clare’in – gözetleme kulesinden harekete geçerek, kendi dışına çıkarak inecektir.
“Şimdiyse her şey tersine dönmüştü. Öylece. Birdenbire. İnsan yapımı barajlar ve kanallarla uzun yıllardır yatağından saptırılmış bir nehrin tek bir fırtına sonucunda, şiddetle yatağına dönmesi ve alt edilemeyecek bir enerji ve güçle hızlanarak yoluna devam etmesi gibiydi.
“Ortada dikkati vardı. Bir güç taşkını vardı. Hayata tutunacak ince bir dal, bir zindelik ve kesinlik hissi, evren tarafından cömertçe ve nasıl olduysa adilce verilmiş bir kuvvet vardı. Ruhun sınırsız canlılığı ve sözcükler sığmayacak bir düşüncelilik vardı. Birini hayatta kalmaya ikna edebilirdi. Varolma sebebi tam da buydu.”
Harrower’ın yazdıktan kırk küsur yıl sonra yayımladığı Kimi Muhitlerde de sakatlanmış ruhların yakınlarındakilerin benliklerinde yarattıkları hasarlara odaklanmış bir roman; ancak bu romandaki kişilerin sınıfsal konumları farklı. Felix Shaw bir sonradan görmedir, yeni zengindir; Kimi Muhitlerde’nin önemli iki karakteri Zoe ve Russel Howard seçkin ve entelektüel bir ailenin çocuklarıdır, romanın öbür iki karakteri Anna ve Stephen ise çocuk yaşta anne babalarını bir trafik kazasında kaybetmiş iki öksüz kardeştirler. Öksüzler dayılarının yanında büyümüştür; ne var ki dayıları ciddi ruhsal rahatsızlıkları olan biriyle evlidir ve ayrıntılarını çok öğrenemesek de çocukların büyüdüğü evde de ruhsal sakatlıklar bulaşıcıdır. Dayıdan şöyle söz edilir: “Çökmüş. Tükenmiş. Birini sırf huyuna giderek psikozdan çıkaramazsın.”
Kimi Muhitlerde’de benliklerinde öyle ya da böyle, az ya da çok hasar oluşmuş roman kişileri Gözetleme Kulesi’ndeki gibi en yakınlarında bulunanlara bilerek ya da bilmeyerek eziyet ederler. Ama romanın esas olarak odaklandığı Zoe ile Stephen’ın ilişkilerindeki gerilim tek yönlü değildir, farklı biçimlerde karşılıklı olarak birbirlerini yaralarlar yıllar boyunca. Kimi Muhitlerde’de yakınlar arasındaki bu gibi ruhsal çatışmaların her zaman kötülük kaynaklı olmadığının, hatta iyi niyet taşlarıyla döşenmiş bir yolda ilerlediğinin de altı çiziliyor.
Zoe’nun Stephen’e yönelik ilgisi bir yanıyla karşısındakinin tuhaf cazibesidir, ama bir yandan da onu sağaltma niyetine dayanmaktadır. Bunun çözüm değil soruna neden olacağını uzun yıllar sonra idrak ettiğinde, “başka birinin irrasyonelliğine sınırsızca uyum sağlayabileceğini, bu şekilde onu memnun edebileceğini ve bu irrasyonelliği iyileştirebileceğini san[mış]” olduğunu (ve bunun esasında bir kibir olduğunu) görecektir. Üstelik Stephen da bu yıllar içerisinde Felix’i andıran tavırlar almış, Zoe’yi eleştirmek için önüne çıkan her fırsatı değerlendirmiş, Zoe de bütün bu zaman zarfında her türlü “değersizleştirilmeyi kabul et[miştir].”
Kimi Muhitlerde’nin Gözetleme Kulesi’nden en büyük farklılığı roman kişilerinin sınıfsal konumlarında ya da ruhsal sıkıntılarının çeşitliliğinde değil. Harrower, Kimi Muhitlerde’de daha doğrudan bir anlatımı yeğlemiş. Roman kişilerinin kendilerine ya da başkalarına ilişkin çözümlemeleri çok doğrudan aktarılıyor. Gözetleme Kulesi’nde Felix’in Laura’ya nasıl eziyet ettiği, kapana nasıl sıkıştırdığı, yaşama sevincini neler yapıp söyleyerek azar azar ondan çekip aldığı ayrıntılı biçimde, somut yaşantılar ve bu yaşantıların karakterlerde yarattığı duygulanımlar üzerinden anlatılır. Oysa Kimi Muhitlerde’de daha çok olaylar yaşanıp bittikten sonra roman kişilerinin iç konuşmalarında ya da başkalarıyla girdikleri diyaloglarda yaşananlara ilişkin çözümlemelerini ifade ettikleri görülüyor. Büsbütün böyle bir kurgu yok elbette; romanın zirve noktasını oluşturan Anna’nın Zoe ve Stephen’a gönderdiği mektuplarla yarattığı keşmekeş mesela, roman kişilerinin kendileri ya da bir başkası hakkında aydınlanmalarına vesile oluyor. Yine de Kimi Muhitlerde’nin psikolojik çözümlemelerin çok daha doğrudan ifade edildiği bir roman olduğu söylenebilir.
Birkaç örnek: “Ben onun nevrozuyla evlenmiştim” “Benim insanlar yerine kili şekillendirerek ne kadar daha az hasara neden olduğumu düşünsene.” “Üzücü, acımasız, mantıksız, yıkıcı bir şekilde bu ilginin tamamını tek bir insana yöneltmiş ve tıpkı fazla yoğun bir ışık gibi zarara ve ziyana yol açmıştı.” “Başarı ve sevgi benim gelişimimi baltalamıştı.”
Bununla birlikte, Kimi Muhitlerde’nin insanın iç dünyasındaki karanlık yerler, arzular, itilimler, çekilimler bahsinin bir hayli iç içe geçmiş, birbirini tetikleyen boyutları olduğunu gösteren, tartışan bir roman olduğunu, Harrower’ın da edebiyatı bunları kurcalamanın, araştırmanın bir yolu olarak gördüğünü kabul etmek gerekir. Yazının başında alıntıladığım söyleşide Helen Trinca, Harrower’ın eserlerinde “ruhsal kargaşaları katalogladığından” söz ediyor ki buna katılmamak elde değil. Kimi Muhitlerde’nin hemen her kahramanı, başrolde olanlar da, şöyle bir görünenler de, az ya da çok türlü çeşitli ruhsal sıkıntılardan mustaripler. Hemen hepsi bir yandan normal hayatlarını sürdürüyorlar –en azından dışarıdan öyle görünüyorlar– ama işte romanın gücü de içerilerde olan bitenlerin karşılıklı olarak nasıl birbirini etkilediğini ve içerinin dışa taşma anlarını gözler önüne sermesinde.
Şunu da eklemek gerekir. Bu ruhsal kargaşaların yakın ilişkilerde ya da aile içinde nasıl yayıldığının yanında, bunların toplumsal yapıyla bağını yok sayan biri değil Harrower. Zoe’nin yıllar sonra farkına vardığı şu zaafı mesela, asla salt kişisel bir zaaf değil.
“Howard muhiti gayet huzurlu bir kurtarılmış bölgeydi, masum bir Cennet Bahçesi. Zoe pek de üzerinde kafa yormaksızın herkesin az çok oraya ait olduğunu düşünmüştü. Kendilerini insanlığın tamamı sanan, kendi kendine yeten, keşfedilmemiş bir kabile. Nasıl öyle düşünmesinler ki, binanın bir katını tamamen dolduruyorlardı. Şimdi ise, başladıkları yerden bir adım ileri gitmemiş olanları kolayca fark ediyordu Zoe.
Diğer insanların ve yöntemlerin gerçekliğine inanma kapasitesinden yoksundular.”