26 Mayıs 1940 tarihinde günlüğüne şu notu düştü: “En iyisi insanın yanında hep küçük bir şişe morfin bulundurması.” Sevmiş olduğu dünyasının bir daha geri gelmeyeceğini anlamıştı...
23 Mart 2017 14:04
Stefan Zweig bir umut yazarıdır. O her zaman barışı, iyiliği düşler. Savaş karşıtıdır. Eserleriyle okurunu yüreklendirir, onu kendine tiryaki eder, ona yaşam sevinci aşılar. Yapıtlarında hep insancıl bir hoşgörü düşüncesinden yola çıkan Stefan Zweig'ın gözünde toplumlar arası barışa erişmek için eğitim en temel koşuldu. Kendini hep bir Avrupa ve dünya vatandaşı kabul etti, nasyonal sosyalizmle yürekten savaştı, barış uğruna kendinden çok şey verdi. Yaşamı boyunca insanlığın birliğini arzulamış olan Zweig’ın çabalarından en önemlisi Avrupalı sanatçılarla edebiyatçıları ortak barış uğruna bir araya getirmekti. Carl Zuckmayer’in dediği gibi: “Zweig için gerçek bir dostluk mutlulukların en yücesiydi… Dostça bağlandığı bir insanı ömrü boyu kardeş kabul ederdi…”
Viyanalı Stefan Zweig, Freud psikoanalizini uyguladığı öykülerinde olayları, kişi davranışlarını, onların düşün dünyalarını en önemsiz sayılabilecek ayrıntılara kadar işlerken yalın bir lirizm, vurucu bir gerilim sağlamayı ustalıkla başarır. Anlattıkları çoğu kez onun psikolojik-edebî deneyimleri, kişi olarak yaşadıklarıdır. Kimi yapıtında karşımıza çıkan alışılmamış kişilikteki insanlar ise yazarın gözüpek heveslerini kamçılayarak onu yaratıcılığa sürükleyen karakterlerdir. Stefan Zweig bir şeye hep sadık kalır: Doğruya ve insancıllığa dikkatimizi çeker, karşıtlar arasında aracı rolünü üstlenir. Okurunu inandırıcı gücüne, anlatımı ve diliyle ulaşır. Zweig iyimserdir, sürekli barışı, iyiliği düşler. Her şeye hümanizmin penceresinden bakar.
Altmış bir yıllık yaşamında Salzburg yıllarının (1919-1934) olağanüstü bir yanı vardır. Zweig'ın ünü o yıllarda dünyanın dört bucağına yayılır, öyküleri, biyografileri, denemeleri, romanları sadece Amerika ve Avrupa'da değil Asya'da da büyük ilgi görür. Çıktığı yolculuklar artar, her ülkede dostlar edinmeye başlar. Avrupa kültürü yoluyla daha iyi bir dünya amacını gerçekleştireceğine inanır. Stefan Zweig, Birinci Dünya Savaşı‘nın yıkıcılığını, korkunçluğunu yakından görmüştü. İnsanların kurtuluşu ve mutluluğa kavuşması için ortak Avrupa kültürünün kurtarılması gerektiğine içten inanıyordu. Zweig'a göre liberal toplum düzeni toparlanmalı, insanlar yanlışlarından dönmeli ve böylece daha iyi yarınlara ulaşmalıydı. Bunun için de en başta Avrupa aydınları aralarında anlaşmalı, işbirliği yapmalıydı.
Ancak 1933 yılında Almanya'da Nazilerin işbaşına gelmesiyle bütün düşleri karmakarışık oldu. Millet meclisi ateşe verildi, on binlerce sol görüşlü insan kamplara sürüldü. Yakın dostu Joseph Roth, Nazilerin yönetime el koyduğu 1933 yılında Zweig'a yolladığı bir mektupta şöyle diyordu: “Çok büyük bir felakete sürüklediğimizin farkında olduğunuzu sanıyorum. Edebiyat yaşamımız yok olacak. Olup bitenler bizleri yeni bir savaşa sürükleyecek. Barbarlar yönetimi ele geçirdi. Artık yaşamın üç paralık bile değeri kalmadı. Yanlış düşlere kapılmayın.” Ancak o günlerde Zweig kötülüğün kapıya dayandığına bir türlü inanmak istemiyordu.
Ve birkaç ay sonra kitapları yakıldı, İnsel Yayınevi eserlerini artık basamayacağını bildirdi, dostları Almanya'yı terk etmeye başladı. Almanya'da diktatör Hitler‘in işbaşına gelmesiyle aydınlar ve sosyalistler tutuklanıp kamplara atılırken, sokaklarda yığın yığın kitaplar yakıldı. Stefan Zweig'ın adı ‘safkan olmayan insanlar‘ listesinde yer aldı, eserleri yasaklandı. Anadiliyle eserler vermek olanağının azalmakta olduğunun farkındaydı. Tedirginlikleri giderek arttı. Alman dilinin konuşulduğu ülkelerdeki okurlarını zamanla yitireceğini de biliyordu. Mutluluklar ve başarılarla dolu yaşamı sona erdi. 1934 Şubatı'nda Gestapo, Salzburg'daki evine baskın yapıp silah aradı. Onu sosyal demokratları desteklemekle suçlamaları üzerine ani bir karar verdi ve Salzburg'u terk etti. Daha sonra Dünün Dünyası’nda yazacağı gibi o günlerde 'üçüncü bir yaşama' başladı. Bu artık bir mülteci yaşamıydı. Birinci yaşamı 1914'te Dünya Savaşı'nın başlamasıyla son bulmuştu, ikincisine de 1934'te Naziler son vermişti.
Dünün Dünyası'nda 1920'li, 1930'lu Salzburg yıllarını: “Sanatla doğayı içiçe yaşadığımız o günler ne zengin, ne renkliydi!” diye anlatır. “Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra küçük kentin kasvetli manzarasını anımsayıp damından yağmur suları akan evimizde soğuktan titreştiğimizi düşündükçe, o barış yıllarının değerini daha iyi kavrıyorum. Dünyaya ve insanlara inanmamıza izin vardı. Fakat sonra, hemen karşımızda, Berchtesgaden dağında oturan bir adamın (!) bütün bunları tuzla buz edebileceğini hiç düşünmemiştik…”
Özgürlük düşkünü Zweig için tek çıkar yol ülkesini terk etmekti. Bir süre için İngiltere'ye yerleşti. Ancak kendini burada da rahat hissetmedi. 1938 yılında eşi Friderike'den boşandı. 13 Mart 1938'de Hitler'in Viyana'ya girmesiyle anavatanı Avusturya politika haritasından silindi. Yarım yüzyıl boyunca kendini bir dünya yurttaşı sayan Stefan Zweig artık ‘vatansız kişi‘ydi. Avrupa'sını yitirmişti. Savaşın şiddetini arttırması ve Hitler'in güçlenmesi Stefan Zweig'ı daha çok bunalıma soktu. Onlarca yıldır kafasından geçirdiği ve uğruna savaşım verdiği ‘kültür Avrupası‘ düşünün artık gerçekleşmeyeceğini kavramıştı. Yakın dostu Lavinia Mazucchetti'ye 1939 Temmuz’unda yazdığı mektupta: “Ben bu dünyada ikinci bir savaş daha yaşamak istemiyorum” diyordu. Kendinden 27 yaş küçük sekreteri, Yahudi asıllı Lotte Altmann ile 6 Eylül'de evlendi. Alman orduları beş gün önce Polonya'yı işgal etmiş, Zweig'ın korktuğu İkinci Dünya Savaşı artık başlamıştı. 1940'ta İngiliz vatandaşı oldu. Aynı yıl davetli olarak gittiği Birleşik Amerika'nın on beş kentinde konferanslar verdi, sayısız radyo ve gazete onunla röportaj yaptı, basın toplantılarına katıldı. Klaus Mann o günlerde New York'ta Beşinci Cadde'de karşısına çıkan Zweig'ı görünce irkilir. İleride O Bir Ümitsizdi adlı kitabında şöyle yazar: “Görünümü çok kötümserdi. Bakışları boştu, keder doluydu. Anılarımdaki hep keyifli o insan yok olup gitmişti…” Zweig, Nazi ordularının Prag'a girdiğini öğrenince İngiltere'ye dönüp kendini 'uyuşturucum' dediği çalışmalara verdi. Ancak Londra'nın banliyösü Bath'ta geçirdiği aylarda daha da kötümserleşti, depresyonu arttı.
Tek avuntusu, üzerinde çalıştığı Amerigo Vespucci biyografisi ile anıları kabul edilen Dünün Dünyası’ydı. 26 Mayıs 1940 tarihinde günlüğüne şu notu düştü: “En iyisi insanın yanında hep küçük bir şişe morfin bulundurması.” Sevmiş olduğu dünyasının kesinlikle bir daha geri gelmeyeceğini anlamıştı. 1941 yılının ağustosunda bindikleri SS Uruguay transatlantiği Zweig‘la ikinci eşi Lotte‘yi Brezilya'ya götürdü. Rio de Janeiro yakınlarında, dağ kasabası Petropolis'te bahçeli, üç odalı bir ev kiraladılar. Zweig, Habsburglar Avusturya’sının ünlü kaplıcası Bad Ischl'e benzettiği Petropolis'te Avrupa'yı unutmak istiyordu. Ancak orada da mutluluğa erişemedi. Yorgun ve bezgindi. 17 Eylül 1941'de ilk eşi Friderike'ye şu satırları yazar: “Burada Avrupa'yı unutabilirsem, evimi, kitaplarımı ve her şeyimi yitirdiğimi aklımdan çıkarabilirsem, üne ve başarıya boş verebilirsem, Avrupa'da insanlar açlık ve yoksulluk içinde kıvranırken bu Tanrı bağışı ülkede yaşayabilmek iznine kavuştuğumdan ötürü mutlu olurdum... Fakat Avrupa'dan gelen haberler pek korkunç. Dünyanın bugüne değin görmediği dehşetler dolu bir kış olacak. Petropolis‘te otobiyografimi bir daha gözden geçireceğim…”
Bir yandan otobiyografisine son şeklini verir, bir yandan da Satranç öyküsünü yazmaya başlar. Montaigne ve Balzac üzerine denemelerini bitirmeye çalışır. Petropolis, Zweig'ların yaşamındaki son duraktır! 1941 Ekiminde ilk eşi Friderike'ye yolladığı mektupta yakın gelecekte hiçbir yere gidemeyeceğini yazar. Zweig için artık ne vatanı, ne evi, ne de kitaplarını basacak yayıncıları vardır. Altmış yaşında kendini yüz yaşında hisseder. Aynı günlerde yakın dostlarından Carl Zuckmayer ile yaptığı bir mektuplaşmadaki şu sözleri kötümserliğinin ne kadar ilerlemiş olduğunun kanıtıdır: “Sevmiş olduğumuz dünya kesinlikle bir daha geri gelmeyecek. Oluşacak yeni dünyada da artık sözümüz geçmeyecek. Söylediklerimizi hiç kimse anlamayacak. Bizler artık bütün ülkelerde vatansız olacağız. Biz bugün bir hiçiz, yarın da bir hiç olacağız…”
Stefan Zweig'ın hayat hikâyesi olan Dünün Dünyası yapıtının son satırları, geride kalanlar ve yarınları yaşayacaklar için umut ışığıdır: “Her gölge sonunda yine de ışığın çocuğudur. Ancak aydınlıkla karanlığı, savaşla barışı, yükselişle alçalışı yakından tanımış olan kişi, hayatı gerçekten yaşamış sayılır.” Bir süre önce Fransa'yı terk edip Los Angeles'a sığınmış olan Franz ve Alma Werfel'e yolladığı mektuptaki satırları çok kötümserdir: “Dünyamızın yıkımı bütün hızıyla sürüp gidiyor. Savaşın bombalarıyla çöken her evle ben de çöküyorum.“ Bu hümanist insan için savaş bir dünya cehennemiydi. ”Bir yazar, sansür yaşamadığı sürece inandığı yolda yürümek zorundadır… Bitkiler gibi insanlar da uzun süre köksüz yaşayamaz” diyen dünyaca ünlü bu aydın hümanistin Hitler rejiminin dayanılmaz baskıları altında yazar ve düşünür kişiliğini yitirip ruhsal çöküntüye uğraması çok trajiktir.
“Evim nerede bilemiyorum. Belki de ben şu satırları yazarken İngiltere'deki her şeyim yakılıp yıkıldı, kül oldu. Tekrar oralara dönebilecek miyim, dönmek isteyecek miyim? Denizaşırı ülkelerdeki bu zorunlu tatilim sonsuza dek sürecek mi? Açıp kapattığımız birkaç bavul, tuhaf duygular, inanılmaz bir boşluk günlerimizi oluşturuyor... Acaba bu yaşam yepyeni bir özgürlük mü? Bereket versin kâğıt ve mürekkep henüz bulunuyor. Şu sıralar yaşamımı yaşayacağıma onu kâğıtlara karalıyorum…”
Zweig, yarım yüzyıl boyunca kendini bir dünya yurttaşı olarak yetiştirdiği kanısındaydı. Fakat elli sekiz yaşında ‘haymatloz‘ olması ona pek ağır gelir. “Yurtsuzluğun bir karış topraktan daha önemli kayıplara yol açtığını” anlamıştı. Zweig'ı bunaltıp tedirginleştiren olaylar giderek artar. Alman dilinin konuşulduğu ülkelerdeki okurlarını yitirir. Ünlü şair ve yazar yakın dostları, vatanlarından uzak bir hastane köşesinde, ya da bir otel odasında ölüyor, canlarına kıyıyordu. Tüm Avrupa Nazilerin elindeydi. Petropolis’te yaşamına son verdiğinde, dünyadaki bunca acının ardından artık sabahı bekleyecek gücü kalmamıştı... Savaş karşıtıydı Stefan Zweig. İnsan ve yazar olarak özgürlüğüne düşkündü. "Savaşlardan nefret ederim" derdi. “Savaşlar yüz binlerce çocuğu öksüz bırakır. Kaba kuvvet insanların iç dünyasına hiçbir zaman huzur getirmez…”
Nazi faşizminin özgür düşünceyi yok etme girişimleri Zweig’ları ölüme sürüklemiştir. Barışın ve iyiliğin üstünlüğünü hep umut etmiş olan Stefan Zweig nasyonal sosyalizmin ve Hitler diktatörlüğünün kurbanı olmuştu. Avusturya’nın bu en ünlü yazarının özgürlükçü görüşleri huzursuz yüzyılımızda her zamankinden daha çok geçerli! Ünlü Berlin-Aleksander Alanı romanının yazarı Alfred Döblin, Hitler diktatörlüğü yıllarında söylediği: “Özgür düşünceye engel olamazsınız, o kuş gibidir, her yere uçar” sözleriyle ezilmek istenen Zweig ve dostlarına destek olmak istemişti.
Dünyaca ünlü bu aydın hümanistin Hitler rejiminin dayanılmaz baskıları altında ruhsal çöküntüye uğraması çok trajiktir. Stefan Zweig, üzerindeki bütün baskılara karşın yine de yazdı durdu. Ancak Nazi faşizminin özgür düşünceyi yok etme girişimleri onu ve eşi Lotte’yi sonunda ölüme sürükledi. Stefan Zweig 21 Şubat 1942 akşamı, Brezilya'da kendisi gibi mülteci yaşamı sürdüren Yahudi asıllı yazar Ernst Feder ile bir parti satranç oynar. Onunla vatanı Avusturya'dan söz ederken çok kötümserdir. Zweig ertesi gün masasının başına geçip el yazısıyla bazı mektuplar kaleme alır. İlk eşi Friderike'ye yolladığı 22 Şubat 1942 tarihli mektupta şöyle yazar: “Sevgili Friderike, bu mektup sana vardığında ben kendimi eskisinden çok daha iyi hissedeceğim… Senin ise iyi günleri göreceğine eminim…Hep yürekli ol! Rahata ve mutluluğa kavuştuğumu öğrendin. Stefan.”
1881 yılında Viyana'nın ünlü Schottenring Caddesi'ndeki tarihi ve gösterişli bir yapıda başlamış olan yaşam 1942 yılında Brezilya'nın dağ kasabası Petropolis'de Rua Gonçalves Dias 34 adresindeki bahçeli bir evde son buldu. 23 Şubat 1942 günü öğleye doğru gelen hizmetçi kadın yatak odasından hırıltılar duyar. Kocasının hemen çağırdığı doktor, Zweig çiftini yataklarında cansız bulur. Stefan Zweig giyimlidir, kravat takmıştır. Yanına uzanmış olan Lotte kocasına sarılmıştır. Doktorun ölüm kâğıdına yazdığına göre Lotte ve Stefan Zweig zehirli bir madde içerek -‘ingestao de substancia toxica, suicidio’- yaşamlarına son vermişlerdi.
Birkaç gün sonra Nazi yanlısı Salzburg eyalet gazetesi: “Bir mülteci yaşamı daha alışılmış şekilde sona erdi…” diye oldukça üst perdeden yazmıştı. “İnsanların, düşüncelerin, kültürlerin ve ulusların birbirleriyle uzlaşmasına hümanizmin aracılık etmesini yaşamım boyunca hep hedefledim" diyen Yıldızın Parladığı Anlar‘ın yazarı Stefan Zweig, bu dürüst ve iyi yürekli aydın yazar, ölümünden şimdiye hiç yitirmedi güncelliğini. O, bir huzursuzluğun diğerini takip ettiği günümüzde düşünceleriyle insanlığa her zamankinden daha çok gerekli. Stefan Zweig, insanlığın birliğini arzulayan kozmopolit bir insandı. Yapıtlarında hep insancıl bir hoşgörü düşüncesinden yola çıkmış, bireylerin, düşüncelerin, kültürlerin ve ulusların birbirleriyle uzlaşmasına hümanizmin aracılık etmesini yaşamı boyunca hedeflemiş olan Zweig savaşını yitirdiğinde 61 yaşındaydı…