Ahmet Hamdi Tanpınar, Dünyanın Bütün Sabahları filminin sinema dilinde bir özellik bulmazdı sanırım, ama musikiyi bastırmaya çalışmamasından memnun olurdu...
23 Mart 2017 13:59
Tous les Matins du Monde, 1991. Yönetmen: Alain Corneau
“Ben sahtekârın biriyim” diye söze [ve filme] girer ünlü Fransız besteci Marin Marais (ö.1728. oyuncu G. Depardieu). Ve ustası Sainte-Colombe’un büyük bir aşkla sevdiği eşini yitirmesinden sonra musikiden bir duaya dönüştürdüğü munzevi hayatını anlatmağa başlar. Seyirliğimiz, hem merdümgiriz ustanın hikâyesidir hem sonradan saray orkestrasının başına geçecek olan çırağın yaşlılıkta yaptığı iç muhasebesi.
Tanpınar’ın da hayat ve sanat muhasebesinde hep ustası Yahya Kemal vardır. “Şiirin ne olduğunu biliyorum ve yapamadım” der mektuplarının birinde. Bundan bir hafta önce bir başka dostuna yazdığı mektupta Yahya Kemal’i anmıştır: “Kendine sadık adamdı. Hepimiz ... kendimizi az, çok aldatıyoruz, aldatırız. O hiç aldatmazdı. En iptidai bir adam gibi sevdiğinin ve inandığının ve hatta çok iyi bildiğinin ortasında ve içinde idi.” Bundan da bir buçuk yıl önce, ölümü üzerine yazdığı yazıda ustası için şunları söyler: “Şiir ve edebiyat, hayatının tek meselesi idi.” Sainte-Colombe’un öğrencisine “Musiki icra ediyorsun! Musiki sanatkârı değilsin” dediğinde kastettiği de böyle bir şeydir, yani şiir yazmakla şair olmak arasındaki fark. Yahya Kemal hayatını şair olarak yaşadığı için Tanpınar’ın gözünde bir veli derecesindedir, kendisi ise şiirin ne olduğunu bilen ama şair olamayan birisi.
Marais’nin ustası, aynı zamanda şefkat yoksulu, anasız kalmış kızlarına hayatı cehennem eden bir babadır. Ama has sanatçının ailesi olmalı mı? Olabilir mi? Tanpınar bunları da sorardı, biraz kendisini biraz da Yahya Kemal’i düşünerek. Hatta has sanatçının modern anlamda bir biyografisi olabilir mi? İşte Sainte-Colombe, işte çağdaşı Itri, “gerçek hayatları” hakkında o kadar az şey biliyoruz... Sanki doğru olan da bu. Sanatlarının içinde yaşadıkları için olsa gerek. Ama aşk başka. Sainte-Colombe için, Tanpınar’ın tanımladığı gibi, musiki bir duadır. Bu dua sayesinde aşkın olanı, yitirdiğimiz sevgiliyi belki, “kendi çırpınışımızla içimizden bir şey gibi yaratır”ız.
Tanpınar filmin sinema dilinde bir özellik bulmazdı sanırım, ama musikiyi bastırmaya çalışmamasından memnun olurdu. Yer yer “tiyatro olmasına rağmen güzel film” derdi. Üstsesin [Depardieu] bu kadar hâkim olmasını “Bütün Fransız filmleri gibi fazla konuşuyor” diye karşılardı. Yok ama “Fransızcadan imaj görmeğe imkân yok” denecek film hiç değil. Çağının tablolarına yapılan görsel göndermelerden hoşlanır, Paris’te olsa, soluğu ertesi gün Louvre’da alırdı. Filmin gündelik hayatın musikisine gösterdiği hassasiyetten de hoşlanırdı muhakkak, yeni dinlediğimiz parçanın ritmi merdiven çıkan ayak seslerinde ve bahçede toprak bellenirken devam ettiğinde mesela. Ya da hoca ile öğrencinin, stüdyosuna izlemeğe gittikleri ressamın narin fırça darbelerinin sesine kulak kesilişlerinde.
Piyanoyu ve kemanı, hele orkestrayı çok seven Tanpınar için viola de gamba ilk bakışta cazip bir alet olmayabilirdi. Ama Sainte-Colombe’un elinde insan sesinin imkânlarına yaklaşan viol’a çabuk ısınır, hayran olurdu. Aletin insan sesindeki zenginliği yakalamasına çalışmak tam bir delilik, ama beyhude değil, diye düşünürdü. Teganniyi esas alan İsmail Dede’nin musikisinin çığlığı gibi, viol’un nalesinde de Tanpınar kendine yakıştırmadığı bir has sanatkâr sesi duyar, tereddütlere, belki hıçkırıklara boğulurdu.