Editör, kitabın yayın yönetmenidir. Yazar/çevirmen, telifçi, düzeltmen, redaktör, grafiker, matbaa, satış-pazarlama, halkla ilişkiler, hatta yayın yönetmeni veya patron… hepsi, tabiri hoşgörün, onun ağzına bakmalı...
03 Eylül 2015 16:00
İbrahim Müteferrika tarafından Arap harfleriyle Türkçe basılan Vankulu Lugatı (1729) yayıncılığımızda bir milattır. Ama Türkiye’de bugünkü anlamda yayıncılığı “fikir ve edebiyat” yayınlarının öne çıktığı Meşrutiyet’in ilanıyla (1876) başlatmak gerek. Tabii o dönemde yayınevlerinin çoğu aynı zamanda birer matbaa idi. Bu dönemde Ahmet Mithat ilginç bir örnektir: Edip, müellif, tercüman, münevver, memur, siyasetçi, müderris, naşir, matbaacı, gazetecidir. Zamanın kültürel ihtiyaçlarının tamamını karşılamak için tek başına bu sularda kürek çekmiştir.
Türkiye’ye matbaanın 250 yıl geç girişini, bütün mesele baskı makinelerinin “gâvur icadı” sayılmasıymış gibi, ideolojik tartışmaların malzemesi yapmak büyük gafletlerdendi. Çünkü eğitim-öğretim durumu, okuma-yazma oranı, kültürel-etnik farklılıklar, dil-lehçe çeşitliliği, sosyo-ekonomik koşullar ve elbette müstensihler dikkate alınmadan yapılan tartışmalardı. Öte yandan Grekçe, Latince, Ermenice kitap basan matbaalar Osmanlı topraklarında Müteferrika’dan önce çalışıyordu. Avrupa’da bile matbaa yaygınlaşmamışken 1493 yılında Selanik’te matbaa kurulduğunu, I. Selim döneminde İbranice kitaplar basıldığını Avram Galanti’den biliyoruz.
Editörlük, yazılı kültürde kitabın nesne olarak ortaya çıkışıyla, yani yazının çoğaltılmasıyla birlikte var olmaya başladı. Dolayısıyla kitabın yazılarak çoğaltıldığı yüzyıllardaki Müstensih’leri ben bu vesileyle ilk editörler olarak burada ilan etmek isterim. Bu coğrafyada sözel kültürden yazılı kültüre geçişin ilk emekçileriydi onlar. Müstensihler kitabın “suret”ini, “nüsha”sını çıkarır, “teksir” ederlerdi. Hem “matbaa”, hem “naşir” idiler. Bugünün basım-yayımcılarıydılar. Bilginin dağıtımı ve denetimi ellerindeydi. Devlet kütüphanelerindeki el yazması eserlerin en eskileri onuncu yüzyıla kadar tarihlendirilebildiğine göre, “Bu topraklarda editörlüğün bin yıllık geçmişi vardır” desek yalan olmaz.
Müstensih, kitabı çoğaltırken aslında yeniden yazardı. Yazarın eksikliklerini ve hatalarını giderir; yazım yanlışlarını düzeltir; kitabın bölümlerini ve başlıklarını düzenler; içindekiler cetveli hazırlar (muhteviyat, münderecat); satır aralarına ekler yapar (zeyliyat); metnin kenarına ya da altına notlar düşerdi (derkenar, haşiye, hamiş). Yani metne günümüzdeki editörlerden çok daha fazla müdahale eder, katkı yapardı. Böylece yazarla metnin arası bazen fazlasıyla açılırdı. Öyle ki aynı kitap farklı müstensihlerin elinde bambaşka kılıklara bürünür, farklı versiyonları ortaya çıkardı.
Osmanlıda yazma kültürü gelişmişti, kitap üretimi yeter düzeydeydi. Müstensihlerin bir esnaf loncası yoktu ama koruma altındaydılar. Matbaaya ihtiyaç yoktu. Bugün kâğıt-baskı sektörü elektronik yayıncılığa nasıl bakıyorsa, o zamanlar müstensih esnafı da muhtemelen matbaayı öyle görüyordu.
Teknolojik, sosyal ve kültürel gelişmelere göre editör de varlığını, önemini vurgulayan yeni kavramlarla işlevlerini yeniden tarif etmek zorunda bugün. Çünkü editörün kudretini göstereceği geniş bir yelpaze var önümüzde.
Denebilir ki elektronik medya dizgiciyi, düzeltmeni, redaktörü aradan çıkarmakla kalmıyor, yazarla/yazıcıyla okurunu dolaysızca buluşturarak editörün varlığını da tehdit ediyor. Öyle ama ham metnin bu şekilde yayını Gutenberg öncesine dönüş gibi geliyor bana.
Denetimsiz Söz’ün, hiyerarşik dizgeden kopmuş Yazı’nın uzayda uçuşması göz alıcı kuşkusuz. Editörün böylece otoritesini yitirmesini yazının demokratik/bağımsız bir ortama kavuşması gibi görenler Söz’ün özünün güven olduğunu; bu güveni sağlayanların, Söz’e sağlık verenlerin editörler olduğunu unutmamalılar.
Benim çok kısa ama editöre çok geniş işlevler yükleyen bir tarifim var: Editör, kitabın yayın yönetmenidir. Yazar/çevirmen, telifçi (“kopiraytçı”), düzeltmen, redaktör, grafiker, matbaa, satış-pazarlama, halkla ilişkiler, hatta yayın yönetmeni veya patron…hepsi, tabiri hoşgörün, onun ağzına bakmalı. Kitabın baştan sona bütün süreçlerini yöneten ya da bütün süreçlerinde olması gereken tek kişi odur çünkü.
Bugün Türkiye’de dar anlamda “yazardan gelen dosyayı yayınevi adına matbaaya yetiştiren kişi” ya da salt metin redaktörü olarak görülmesi, daha doğrusu editörün bu alana sıkışmaya razı olması kendi eksikliğidir. Alanını genişletmesi, etkisini hissettirmesi gerekir. Bunu para pul, makam mevki ihtirasları ya da kuru bir inatla değil, bilgisiyle, aklıyla, mantığıyla, insani ilişkilerle, sorumluluklar yüklenerek, inisiyatifler alarak yapmalı.
Son yirmi yılda yayıncılığın sanayileşmesi, yayınevlerinin iyi kötü bir işletme düzenine geçmesi kitabın ticari anlamda “mal” olarak görülmesini yaygınlaştırdı. Ama bu malı üreten kişinin yetkileri, hatta bazen varlık sebepleri maalesef hâlâ tartışma konusu. Oysa bugün bir Yayınevi’nde Yayıncı olan aslında sadece ve sadece Editör’dür. Yayınevi dışında başka bir sektörde çalışamayacak tek kişidir. Genel müdür ya da patron, muhasebe, idari birim, satış-pazarlama, grafik servisi, yani büyük ya da küçük ölçekli bir yayınevinde aklınıza gelen bütün birimlerdeki elemanlar başka sektörlerde de mesleklerini iyi kötü icra edebilirler. Üstelik her birinin mesleklerini öğrendikleri okulları vardır. Oysa kitap editörünün okulu olmadığı gibi yayınevi dışında mesleğini sürdürmesi de imkânsızdır.
Elinde herhangi bir diploma, sertifika, ehliyet olmayan ama çok kitap okuduğunu, elinin kalem tuttuğunu, birkaç dili iyi bildiğini iddia eden; yazarları merak ettiğini, kitabın mutfağına dalmak için sabırsızlandığını, boş zamanlarında en sevdiği şeyin sözlük karıştırmak olduğunu söyleyen kitap gönüllüsü bir kültür romantiği mi? Bağımsız bir entelektüel, yaratıcı bir yazar, üniversitede barınamamış bir akademisyen, işinden çırak çıkarılmış bir gazeteci, kitapsever bir öğretmen, otodidakt bir filolog, ülkesinin siyasal koşullarıyla kafayı yemiş bir müzmin muhalif, özgürlüklerinin peşindeki bir kozmopolit mi? Bazan hepsi, bazen hiçbiri.
Öğretmenlerden çocuk kitapları; akademisyenlerden bilim, kültür ve sanat; şair ve yazarlardan edebiyat; çevirmenlerden çeviri editörü çıktığı söylenir. Yarı profesyonel, yarı akademisyen, yarı yazar, yarı sanatçı, yarı aydın, yarı öğretmen, yarı gazeteci, yarı halkla ilişkilerci, yarı grafikçi, yarı yönetici, yarı pazarlamacı, yarı “diplomat”, yarı eleştirmen oldukları da söylenebilir ki hepsinin belirli ölçülerde doğruluk payı vardır.
Türkiye’de editörlük “iyi para kazanma”nın, “kariyer yapma”nın yolu asla değildir. Tersine, talebe tabiatlı, dervişmeşrep kişilerin mutlulukla yapabilecekleri bir iştir. Yan iş olarak da yapılabilecek, bir ömrün de adanabileceği bir uğraştır. Bazı editörler, bir yaşam biçimini mesleğe dönüştürebilmiş olmaları bakımından kendilerini şanslı sayarak yaşam boyu avunurlar. Editörlükten emekli olunmaz; ama mesela başka işlerden emekli olanların maddi açıdan daha rahat yapabildikleri bir iştir.
Donanımlı editörlerin sayısı geçmişe göre bugün katbekat fazla. Eskiden yazar, çevirmen, gazeteci ve öğretmenlerin geçici olarak yürüttüğü, genç şairlerin ve akademisyenlerin bir ucundan tuttuğu bir işken bugün gençliğin doğrudan bir meslek olarak gördüğü, ilgi ve merak duyduğu, giderek büyüyen bir alan. Nitekim atölyeler ve seminerler yoluyla editörlüğün de bir mesleki eğitimi olabileceği ortaya çıktı.
Editör olmak isteyenler bu programlara katılarak, yayınevlerinde staj yaparak, yani çıraklığı kabul ederek yola çıkabilirler. Bilgilerini, ilgilerini, yeteneklerini, kişiliklerini doyumsuz bir merak ve sabırla göstermeleri iyi yetişmiş editörler olmalarını hızlandıracaktır. Editör olmak isteyenlerin ellerine geçen her kitabı karıştırmalarını öneririm. Her zaman okumak için değil, kitabın nasıl kurulduğunu anlamak için. Kütüphanelerde, kitabevlerinde sayfa çevirerek, sayfa inceleyerek de kitap görgüsü artırılabilir.
Bugün en önemli eksiğimiz editörlüğün temel ilkelerini, çalışma yöntemlerini, güncel sorunlarını tartışan, bu konudaki müktesebatı içeren kapsamlı bir kitaptır. Hem kitabın geçmişine, yayıncılık tarihine uzanan hem de dünyadaki farklı uygulamaları, görev alanlarını ana hatlarıyla ortaya koyan, editörlük işine standart kazandıracak böylesine ciddi bir çalışmanın e-kitap biçiminde yayımlanması, yıllar içinde güncellenip geliştirilmesi uygun olur. Bu projeyi Yayıncılar Birliği gibi bir kurum hayata geçirebilirse kitap editörlüğünün esasları ülke çapında bir geçerlilik kazanır. En azından işin temeli ortaya çıkar, geriye tuğla koyarak standartları yükseltmek kalır.
Editörler gayet mütevazı insanlardır. Kitabın maliyetini oluşturan kalemlerden biri olmadıkları, kendileri olmasa kitap diye bir şeyin de olmayacağı bilinsin isterler. Yazarla kitabının, yayıncıyla okurunun arasındaki konumları kabul edilsin isterler. Kitabı var ederek yazarı, çevirmeni, yayıncıyı ve okuru birer hak sahibi yaptıkları şu fani dünyada anlaşılsın isterler. Bir de işverenlerin şu “mesai saati” meselesine çok fazla kafayı takmamalarını, neticeye bakmalarını isterler.
Editör diyor ki: “Tamam, deve değilim taşıyamam, kuş değilim uçamam ama başımı kuma gömdüğümü nerden çıkarıyorsunuz?”