"Amanda Michalopoulou, Tanrı’nın Karısı’nda 'Aslında burayı sevmeye başladım. Hikâyemizi tekrar tekrar yaratıyorum. Bu benim yorumum: Düzeltiyorum, öyleyse varım' diyor. Büyülü Gotland adasındaki yazar konutundan Tobi Lakmaker’ın yeni kitabına sıçrayarak yaratıcılığa soyunan tüm ölümlülere diyoruz ki, o halde düzeltmeye devam!"
28 Nisan 2022 20:00
Sus işareti yaptı A., bize tatlı bir otoriteyle bakan o hemşire gibi. Sözle konuşmak istemediği günlerdendi. Gülümseyip el salladım.
Mutfağa gittim. Lena’nın vazoya koyduğu lalelere yazdığı, bir gün önce bize yüksek sesle okuduğu şiir kâğıda basılmış, açık mavi masanın üstünde duruyordu. Şair ve oyun yazarı K. şiiri Estoncaya çevirmek istediğini söyledi. A.’nın şiiri hangi dilde yazdığını merak ettim, Amanda’ya sordum, bilmiyordu. İngilizceye kendisi çevirmişti ama Lehçe, Fransızca ya da Norveççe yazmış olabilirdi. Eline bir gramer kitabı verilse yeni bir dili bir günde çözecek gibi duruyordu A.
Altı yazar, şair ve çevirmendik ve hiçbirimiz birbirimizi önceden duymamıştık. O günlerde okuduğum kitaptaki gibiydi durumumuz, Hollandalı yazar Tobi Lakmaker’ın bildiğim kadarıyla Türkçeye çevrilmemiş yeni kitabı Cinselliğimin Tarihi’nde (De Geschiedenis van mijn Seksualiteit) dediği gibi:
“Jennifer oyuncu ama onu ihtimal bir yerlerden tanımıyorsunuzdur. Oyuncuların çoğunu tanımıyorsunuzdur zaten. (…) Tanıştığımız akşam bana ilk söylediği aşağı yukarı bu olmuştu: ‘Beni ihtimal bir yerlerden tanımıyorsundur.’ Bana göre müthiş bir açılış cümlesiydi ve sanırım bunu bugüne kadar daha büyük bir açık yüreklilikle ifade eden olmamıştı.” (s. 47)
Denize tepeden bakan havadar mutfağın açık mavi ahşap masasında otururken aynı şey yazarlar için de geçerli diye düşündüm. 1994 doğumlu Lakmaker bahsi geçen kitapta Sofie olarak zar zor sürdürdüğü kimliği nasıl zar zor Tobi’ye çevirip arada nasıl zar zor yazar olduğunu anlatıyor. Lakmaker’ın kitabı genel anlamıyla, duymaktan bıkan olsa da biz söylemekten bıkmayacağız, orta yaş üstü beyaz erkek hegemonyasının yataktan matbaaya nasıl baskın olduğunu, ironik pek çok hikâye gibi mizahi ve can yakıcı bir dille anlatıyor.
Yöneticileri Lena ve Patrik’in eve çevirdiği, Stockholm’den 50 dakikalık uçuş veya bir saatlik otobüs üstüne üç buçuk saatlik feribot yolculuğuyla vardığımız İsveç’in en büyük adası Gotland’ın en önemli yerleşim birimi Visby’de tepeye kurulmuş, bir kez kalanın yeniden gittiği, konaklaması bitip ayrılanın günlük hayata karışmakta zorluk çektiği o büyülü Baltic Yazarlar ve Çevirmenler Merkezi’nde hiçbirimiz birbirimizi tanımadığımıza şaşırmadık; genelde öyle olur. Yüz binlerce yazardan aslında çok azını tanır ve okuruz. Bugüne kadar yaptığımızın “deli işi” olduğuna inanıyordum, Türkçesi 2021 sonu Alakaraga Yayınları tarafından basılan Tanrı’nın Karısı’nı okuduktan sonra bir yandan “inanç işi” olduğuna da ikna oldum yazmanın. Nilüfer Kuyaş’ın Yunan yazar Amanda Michalopoulou ile Kıraathane için yaptığı sohbetin 40. dakikalarında şöyle diyor yazar aşağı yukarı:
“İlerleyen yıllarda görüyorsunuz ki, bu iş gençken hayal ettiğiniz şekilde başarıyla dolu olmuyor ve ödül de çok somut, çok direkt bir ödül değil. Gerçekten inanıyor ve istiyorsanız devam ediyorsunuz. Bir sanatçının devam etmesini sağlayan bana göre inançtır, dinsel inanca benzeyen türden bir inanç. ‘Ben edebiyata inanıyorum, edebiyata güveniyorum. O yüzden yazmaya devam edeceğim’ diyorsunuz.”
Sekiz romanla üç öykü kitabının sahibi Amanda’nın biyografisinde Yunanistan ve Almanya’nın önemli gazetelerinde yazıp editörlük yaptığı yazıyor. Öykülerinin Harvard Review, Guernica, The Guardian, Brooklyn Rail gibi dergilerde yayımlandığı, öykü ve denemelerinin tüm dünyada yirmi dile çevrildiği, En İyi Arkadaşımı Neden Öldürdüm ve Tanrı’nın Karısı adlı romanlarının ABD’de ALTA Ulusal Çeviri Ödülü için kısa listeye alındığı yazıyor. Hikâyenin gerisini de biliyorum ben; anlattı geçen ay. Gencecik yaşta beklenmedik bir başarı sağlayınca nasıl her yönden üstüne gelindiğini, hayatında edebiyata yer açmak için sürekli maddi-manevi seçim yapması gerektiğini, bu kararından yine de pişman olmadığını ve yazar merkezlerinde kitap yazmadığı zamanlar Atina’da atölyeler düzenleyip dersler verdiğini…
Tanrı’nın Karısı, yazarının sorgulamadan inandığı yazma eylemine bir övgü niteliğinde; kadın karakterinin yazmayı, yaratmayı Tanrı ile evli olmaya tercih ettiği bir kitap bu. Nilüfer Kuyaş sohbetin tanıtım sayfasında çok güzel özetlemiş, alıntılıyorum:
“… Michalopoulou’nun kadın kahramanı azize değil, hepimiz gibi bir insan. En önemli özelliği, Yaratıcı’nın karısı olarak, kendisinin de daha ufak ölçüde ‘yaratmaya’ başlaması. Bir okur yaratması ve o okura hitaben mektup şeklinde yazdığı bir hikâye yaratması, yazmaya başlaması. (…) Yazmakla, anlatıyla, okumakla ilgili bir metafor, bir alegori mi var karşımızda? Hikâyelerimizi paylaşmak, yani edebiyat, tek Tanrısal yönümüz olabilir mi?”
“Cehennem”, “Araf” ve “Cennet” isimli üç bölüme ayrılmış kitaptaki kadın kahraman 17 yaşında Tanrı’nın kendisine evlilik teklifi etmesi üzerine onunla evleniyor. Orman içinde, her şeyin siyah-beyaz, pratik ve simetrik olduğu, meleklerin pazar günleri futbol oynamaya gittiği bir yerde yaşamaya başlıyorlar. Kitap boyunca yavaş yavaş birbirini tanıyıp ortak bir yaşantı oluşturuyorlar; birbirini sevmeyi öğreniyor, ara sıra kavga ediyorlar, evlilikleri her birliktelik gibi değişip dönüşüyor. Kitap bu anlamda bir evlilik masalı gibi de okunabilir. Bununla birlikte damat Tanrı’nın ta kendisi olunca sıra dışılık da söz konusu elbette:
“Hemen koşup içeriden çiçekler için bir vazo aldım. Daha sonra kendimi kollarına attım, her zamanki gibi havaya zıplamıştım.” (s. 67)
Ad verilmemiş kadın karakter, unutmayalım ki kendini bedeni dahil yeni yeni tanımaya başlayan genç bir kadın ve Tanrı ile birleşemediği için ormandaki hayvanlarla birleşmeye başlıyor. Michalopoulou sözünü hiç sakınmadan yazıyor; onu Gotland’da tanıdığım gibi. Mesela daha sonra kadın karaktere, yasak olan kalemi münasip bir yerde saklatacak:
“Geceleri kalemimi Tanrı’nın en son bakmayı akıl edeceği yere saklıyorum, vajinama.” (s. 23)
Tanrı’nın karısı “gerçek hayatı” özleyince Tanrı insan bedenine bürünüyor ve dünyaya iniyorlar. Fakat hayatlarına kitaplar girince işler karışıyor:
“Her şey böyle başlıyor. Notlar ve çizimlerle. Orijinal fikrin yaratılışını tekrarlayan her şey yasak, tamam mı? Bütün bunları başlatan yıkımla karşı karşıya kalmak istemiyorum.” (s. 86)
Ama yaş aldıkça daha çok sorgulayan genç kadın aynı fikirde değil:
“Hepimiz insanız değil mi? Hepimiz bilgi istiyoruz.” (s. 86)
Michalopoulou ile sohbetinde Kuyaş din adamlarının kitaba nasıl tepki verdiğini sorunca yazar, “Onlar benim kitabımı okumaz” diyor ki, aslında 156. sayfada “İnandırıcı bir evrimsel anlatı nasıl tasarlanır?” sorusundan yola çıkarak yaradılış mitini kendine göre yeniden yazmaya girişmişti. Hayatın bir anlamı olmadığını, ona anlam katanın biz olduğumuzu da belirtiyor. Kilise zahmet edip okursa hoşuna gitmeyeceği kesin.
“Neden buradayız?” sorusuna karşılık vermeye çalışan en önemli düşünce sistemlerinden felsefe ve teoloji kitapta bolca var ama bazen ters takla atlatılmış şekilde. Mesela kadın kahraman “Ah Tanrım, neden beni terk ettin? Bu, cehennemden bile beter” (s. 209) diyor ama o bölümün adı “Cennet”.
Kitabı vertigo etkisi yaratacak, başlanan yere dönülecek sarmal bir yapıda yazmak istemiş yazar. “Yazım sürecinin kendisi metafizikti,” diyor, “ben kahramanı takip ettim, pek çok şeyi o dikte etti.” Başladığımız yere dönüyoruz gerçekten de ama orası artık bambaşka bir yer; kadın kahraman görünürde önce bir odanın, sonra da bir kitabın içine hapsolmuş olsa da aslında özgür; okuru için yazmaya devam ediyor.
Bu anlamda feminist bir okuma bu. Kuyaş’la sohbeti esnasında Amanda şöyle diyor, birkaç yerden toparlıyorum: “Madame Bovary’yi bir kadın yazsaydı nasıl yazardı? Her alanda erkek bakış açısı hâkim. Acilen bir feminen bakışa ihtiyacımız var. Kimliğimizi yeniden gözden geçirmek için, kadınların sosyal, cinsel, profesyonel anlamda neye ihtiyacı olduğuna dair yeni bir ton belirlemek için kadın yazarların önemli eserlerine ihtiyacımız var. İçinde yaşadığımız zamanda, bugün kadın olmanın ne demek olduğuna dair yeni bir vizyona sahip olmak için şart bu.”
Seçim yapmak adada döne döne konuştuğumuz konulardan biriydi. Çocuğun okulundan ev işlerine, kitaplarımızdan düzenli edinemediğimiz geliri bir yandan yazmaya vakit bırakacak esnek bir iş (daha) yaparak kazanmaya çalışmaya, sıkış tepiş yaşadığımız hayatlarımızın ortasına serap gibi çöken Gotland’dan dönüş hepimiz için belki bu yüzden zor oldu. En azından o adada sadece üç-beş çok-satara yatırım yaptığından diğerlerinin her aşamada ayrı mücadeleler vermek durumunda kaldığı yayınevleriyle, çeviriyle, yabancı dillere basılmanın zorluklarıyla uğraşmaktan, vakit bulup da bitiremediğimiz eserlerin beynimize kıymık gibi batıp durmasından muaftık. Amanda’nın kurgusal tanrısının inandırıcı bir evrimsel anlatı tasarlamaya çalıştığı gibi inandırıcı ama sıradanlıktan uzak olması beklenen kurmaca kitaplar tasarlamakla yetinmek bize iyi geldi nihayetinde.
Tobi Lakmaker, yukarıda bahsi geçen kitabında şöyle diyor birini tarif ederken:
“Bu tip insanları hakikaten severim ben: topluma uygunsuz.” (s. 88)
O halde tüm uygunsuzlar yazar konutlarına. Benim mart ayından anladığım: Yazar yazarın yurdudur.[1]
•
[1] Ben coğrafi yakınlık avantajıyla gitmiştim ama Kıraathane İstanbul Edebiyat Evi bu arada “Gotland’a Üç Hafta programı” başlatmış. Edebiyat büyük, gezegen küçük.