Biberyan üstüne notlar (II)

"Karıncalar’da şehir/mekân algısının yoğunluğundan çok söz edildi – ama Baret nerdeyse bir uyurgezer gibi geçmektedir bu mekânların içinden, keskinliği azaltılmış bir algıyla: görünüm pusludur. Buna iç ile dış ayrımının belirsizleşmesinin yol açtığı da kaydedilmiş olmalı. Bu, dışın içte şiddetli izler, izlenimler bırakmasından çok, için bir buğu gibi dışı istila etmesidir. Her şey bu buğulu, taşkın içselliğe bulanmış olarak görünmektedir Baret’e, ta ki 'ora'dan duygularını tımar etmiş, serinkanlı bir kişi olarak dönene kadar."

28 Nisan 2022 21:30

Cennet, cehennem

Sartre “Cehennem başkalarıdır” diye yazmıştı, Biberyan bu gözlemi sınırlayıp özgülleştirir: cehennemin topos’u ailedir: “Kavga etmeyin, yeter be! Ev mi yoksa cehennem mi burası?” Nedir aile? İçine doğduğumuz en küçük topluluk, diyebilir miyiz? Tam değil: içine doğmadığımız, sonradan benimsediğimiz veya bize dayatıldıktan sonra alıştığımız aileler de vardır. Öyleyse her türlü aşinalığın kaynağı mı, içine hiçbir başkalığın sızmadığı bir yakınlık mı? Bir bakıma öyle; ama daha Freud ve Lacan’a gelmeden bile önce, Hegel ve Alman felsefesi, yakınlık ve özdeşliğin yanında her türlü yabancılığın da bu ilk “organik” sosyal birim içinde başladığını öne sürmüştü. Hiçbir yabancılık, ailenin kendi içindeki kadar batıcı, katlanılmaz ve travmatik değildir; bir erginleşme süreci olduğu kadar, kişiyi daha başlamadan çökertmesi de mümkündür. Ve hiçbir modern yazar, ne Balzac ne de faşist torunu Louis-Ferdinand Celine –belki bir tek “Dönüşüm” yazarı–  kişinin çevresinde bu alevli kafesin bir koza gibi yavaş yavaş örülmesini Biberyan kadar ısrarlı, ayrıntılı ve yalansız biçimde canlandırmamıştır. Ya da Artun Gebenlioğlu’nun Notos denemesindeki sözleriyle: “Her türlü yüceltme, idealize etme girişimine karşı bir bağışıklık geliştirdi.” Gözünü kırpmadan baktı.

Baret ve Biberyan “eve” dönmüşlerdir, aile ocağına, mutasavver aşina sıcaklığın ortasına. Mahkûmların Şafağı’nda şöyle yazacak Biberyan:

“Eve gittim ama sılama varamadım, nerede olduğumu şaşırmıştım ve hiç mutlu değildim. Yaşama sevincimi yeniden kazanmam, gerçek ruh halime dönmem zaman aldı. Ama damağımda son güne kadar, en güzel anları bile berbat edebilen acı bir tat kaldı.” (a.b.ç.)

Tümüyle tasasız olduğu bir dönem, çocukluk ve ilk gençlikte bile, hiç olmuş mudur acaba? “Leşkeri gam”ın saldırısı altında olmadığı bir dönem? Türkiyeli anlatıcılar arasında onu en iyi anlayacaklar, Vüs’at O. Bener ile Bilge Karasu olurdu.

Baret Nafıa’dan eve dönmüş ve ilk huzursuzluğu hissetmeye başlamıştır. Anneyle abla, babaya karşı cephe kurmuş, sürekli arkasından çekiştiriyorlardır, önceleri Baret’e duyurmamaya özenerek, sonra “uluorta”. Baret de kendi “saklandığı” yerden bu “gizli” söylenmeleri dinler. Roman boyunca benimseyeceği duruş da budur: kapı arkası tanıklığı. İlk sahnelerden biri, Arus’la kızı Hilda baba Diran hakkında konuşuyorlar, adamın “bencilliğinden”, yan gelip yatmasından, eve para getirmediğinden, vs:

“Şimdi Baret geldi ya, tümden kendini bırakacak. Ümidini kessin diye oğlan yemeli içmeli, gezmeli dedim. Mahsus söyledim, o kurnazsa ben de kurnazım. […] Baret’in kazandığını harcatır mıyım ona? İnşallah iyi bir iş bulur. Tabii bulacak. Evi barkı bir yola koyalım, adam sırasına geçeriz yine. Ne isterse yapsın. Çok ileri giderse ben bilirim yapacağımı. Çocuklarımı çeker, alır başımı giderim, sultanlar gibi yaşarım.”

Hilda’nın yumuşak, ancak acı gülüşü duyuldu (…)

“Hadi canım, sen hayatta hiçbir şey yapamazsın. Yalnızca lafta. Kocana âşıksın sen. Başka kadınla ilişkisi olduğunda da bir şey yapmadın…” (…)

“Yukardan duymadı ya Baret.”

“Uyuyor, uykusuz ve yorgun. Kolay uyanmaz. Hem duyarsa duysun. O da bilsin durumu. Ben doğrudan söylemek istemiyorum.”

Ses yeniden mırıltıya dönüştü. Bu kez daha uzun sürdü. Arus uzun uzun anlatıyordu. Sadece bir kez Hilda’nın aynı yumuşak, ancak acı kahkahası duyuldu. Bu kahkaha anasının mı, yoksa babasının sözlerine miydi belli olmadı. (italik orijinal)

Baret ise üst kattaki odasında cin gibi uyanıktır:

Baret’in ilk tepkisi panik içinde geri çekilmek oldu. Evi sessizce terk edip kaçmak, insan yüzü görmemek ve kimseye görünmemek isteği duydu. Ancak bir onluğu bile yoktu. Elleri ayakları ağzı bağlı, hareketsiz, bir karar verip uygulamaktan aciz, özgürlükten yoksun hissetti kendini. Ümitsizliği o derece yoğundu ki aptallaştı. Otomatik hareketlerle giyindi (…) Gürültü çıkarınca aşağıdaki fısıltılar birdenbire dindi. Aşağı indiğinde uyuşmuş bir hali vardı. Kapıyı çekip gitmeye cesaret edemedi. Duyduğunu anlamalarından korkuyordu. Eğer bilselerdi başka türlü davranması gerekecekti, onu istemiyordu, yapamazdı. Kendisini kötü hissediyordu. Özsaygısı olan biri gibi davranamıyordu. Üç buçuk yıl sonra yeniden gerilime dayanacak gücü kendinde bulamıyordu. Bir gün içinde gevşeyip çözüldükten, üç buçuk yıl gevşeyeceği günü sabırsızca bekledikten sonra.

Mükellef bir kahvaltı hazırlanmıştı.

Bu merkezî pasajı okurken biz de üç şeyin tanığı oluruz. Belki en önemlisi, modern öznenin doğumudur. Sadece bir toplumda başkalarının da tanıdığı, bildiği bir kişi olarak değil, bir özne olarak da Baret bu eli, ayağı ve ağzı bağlanmış aciz halin içinden doğar: hem toplumsal dokunun (ailenin) hafifçe ama telafisizce dışına çıkmıştır, temassızdır, hem de bu çaresiz halin içinden her şeyi işitip, görüp kavrayabiliyor ve kayıtsız kalabiliyordur. İkinci nokta, öznenin doğumunun hemen her zaman bir hayal kırıklığıyla, daha doğrusu bir yanılsamalardan uyanma haliyle birlikte gelmesidir. Ama (üçüncüsü) bir kişi olarak topluluk içindeki, aile içindeki mazbut konumunu da ana-kızın kumkumasıyla yüzgöz olarak yitirmek istememektedir: öznenin kayıtsızlığı ile kişinin “görevselliği” arasındaki bu gerilimden Rousseau’nun incelediği bütün o lüzumsuz duygu durumları çıkar: gurur, utanç, özsaygı, öz-sevgi (amour propre), başkalarına saygı, vs. Kötü bir toplumun yapıştırıcıları.

Bu ailevi cehennem gelişir, serpilir, dallanıp budaklanır. Babanın ölümünden sonra bu kez anayla kız arasında, artık tam bir folie a deux dememiz gereken fazlasiyle mahrem, fazlasiyle yapışkan ve boğucu bir düşmanlık fokurdamaya başlar. İşkence tadında sürüp gider. Ve romanın sonunda Arus’un öldüğü âna kadar da devam eder. Bütün bu yıpratıcı ve bıktırıcı süreç boyunca, özne olarak Baret aldırışsız, temassız, yargısız ve en ince nüanslara kadar kaydedicidir; kişi olarak, toplumsal içerikleri olan bir şahsiyet olarak Baret ise küçümseyici, öfkeli, tiksintili, yargılayıcıdır ve açıkça babanın tarafını tutar. Bize de Biberyan’ın hantal bir “derin psikoloji” araştırmasına girmeksizin,[1] çevik gözlemlerle yarattığı bu sonsuz nüanslı insan manzaralarını seyretmenin letafeti kalır.

“İki kişilik delilik” gibi evrensel iddialı bir psikiyatrik terimin de ima ettiği gibi, her yerde, her ailede yaşanabilecek bir cehennem midir bu? Öyle görünüyor. Ama Baret’in (ve Yalnızlar’da Krikor’un) ailesinin durumunda, Althusser’in deyimiyle özgülleştirici bir üst-belirlenimi de vardır bu “iç” didişmenin: “soykırım-sonrası inkâr habitusunun toplumsal şiddetle de desteklendiği” (Suciyan) bir Türkiye’de Ermeni olmak. Soykırımdan kurtulanlar için de süreğen bir toplumsal ve ekonomik statü kaybı. Nefret nesnesi olmak. Kısaca, işaretlenmişlik. – Baret Nafıa askerliğinden dönüşte ilk kez Bahariye’de sinemaya gitmiştir:

“Işıl ışıl fuayeden içeri girdiğinde garip duygularla doldu. Açılış galasına gelmişlerdi zamanında. Her hafta sinemaya giderlerdi (…) Arabayla dönerlerdi eve. Şimdiki gibi birbirlerini yemezlerdi. Her şey, her şey farklıydı. Birbirlerine güzelce iyi geceler dilerlerdi. Anası onları öper, üstlerini örterdi. Başka akşamlar dışarı çıkmadıklarında, anası onlara uyuyana dek masal anlatırdı. Her şey, her şey farklıydı.”

Ama Baret bu mutlu çocukluk anısının da sahihliğinden şüphelidir: “Acaba gerçekten farklı mıydı, yoksa kendisi mi hatırlamıyordu geri kalanları?” Dıştan gelen baskı, etkili bir karşılık verme imkânı olmadığında, içe kıvrılarak “birbirini yemeye” dönüşür.

“Hanımevladı” olmak, evden ayrılamamak

Baret’in evden kaçma isteği, nerdeyse eve döndüğü anda başlar. Bu daha çok evin kadınlarıyla ilgili bir tatsızlık duygusudur ve olumsuz anlamda tensel bir boyutu da vardır. “Kendisini Hilda’nın karşısında buldu. Islak öpücüklerdi yanağında hissettikleri. Yavaş yavaş irkilmeye başladı. Babasının tırmalayıcı temasından sonra, bu temas hoş olmamıştı. Ürperdi. Belki de ablasının dudaklarının o derece titrek olacağını beklememişti. Hilda’nın gözleri de ıslaktı. Kendini tutma çabasıyla gülümseyen suratı buruşuyor, bu da onu çirkinleştiriyordu.” Sonra, annesi:

Kapının zili kuvvetlice çaldı. Baret gözlerini açtı. Önceden büyük bir mutluluktu bu ses, babasının işten dönüşü ve hep birlikte yemeğe oturma mutluluğu.

İnmedi. Ne kadar zaman geçtiğini bilmiyordu. Çağırmalarını bekledi. Bu kez merdivenler gıcırdadığında yine uyur numarası yaptı. Buna karşın Arus fısıltıyla sordu.

“Baret, Baret, yemeğe inecek misin?”

Bir ümitsizlik duygusu sardı benliğini. İstediği bu değildi. Bu ses, bu sözler değildi.

“Baban geldi, yemek yiyoruz.”

Bu ses, bu insan değildi istediği.

“Baret uyuyor musun?”

Midesi bulanıyordu. Üstüne eğilmiş olan bu suratın ne anlama geldiğini biliyordu. Onu görmek istemiyordu. Kaçmak istiyordu. Ne kendisi, artık o eski çocuk olabilirdi, ne de onlar, önceki ailesi.

“Geleceğim,” dedi hırıltılı bir sesle.

Arus bu seste boğulmuş olan düşmanlığı hisseti mi acaba? Baret gözlerini açmamıştı. Gitmesini bekledi. Bu kadının yatağı başucunda durmasına dayanamıyordu, varlığına, ürkek şefkatine… Aşağıda, herkesin yanında, ışıkta, farklıydı. 

Evin Baret’i “irkiltmesinde” kaybolmuş refahı (ve onun getirdiği “tatlılığı”) bulamamasının da payı vardır elbet, eskinin zaten hiçbir zaman geri getirilmez olduğunu hissetmenin de[2] – ama ablanın ve annenin yakınlığında bunu aşan bir rahatsız edicilik de sezilir, babanın temasında ortaya çıkmayan bir iç bulantısı. Çünkü Arus da, Hilda da o ilksel Şey’i temsil ediyorlardır: henüz koparak gerçek bir “öteki” haline gelmemiş ilksel Anne, kucaklayan, saran, içine alan ve yaklaştığı oranda da küçük çocuğu kaygılara salan boğucu Şey.

Notos dergisinin andığım sayısında, Ekin Kurtdarcan, önemli analitik gözlemlerinden birinde, Biberyan “için huzursuzluk ve tekinsizliğin meskeni[nin] ev” olduğunu belirtiyordu: “Biberyan’ın eserlerindeki tekinsizliği benim için izini sürmeye değer kılan, yazarın ev ve kadın bedeni arasında bir ilişki kurarak bu duyguyu bedenle ve onun imgeleriyle karşılaşma anlarında ortaya çıkarmasıdır.” (a.b.ç.) Tekinsizlik duygusu ki kaygının öbür adıdır, kadın bedeninin imgesi her yeri kaplayacak ve boğacak kadar yakınlaştığında katlanılmaz ölçüde artar. Ancak Kurtdarcan’ın bu boğucu karşılaşmayı bütünüyle soykırım ve “Ermenilik” deneyimiyle açıklamasına katılamıyorum. “Bakılan, izlenen, imgeye dönüştürülen beden,” diyor yazar, “kişisel ve tarihsel travmaların kesişim alanı olduğu kadar, geçmişten gelip geleceğe taşınan korkuları (…) geri yansıtan bir aynadır.” Şüphesiz, imgesel düzeyde, her insan bedeni “yazılı” bedendir, tarihin izini taşıyan beden; bunun için göze batan bir yarası, bir tuhaflığı olması gerekmez. Ama buradan bence biraz dolayımsız bir şekilde tarihsel alana, demek simgeselin evrenine sıçrıyor Kurtdarcan, post-kolonyalist Homi Bhabha’ya ve bir başka feminist yazara, Lerna Ekmekçioğlu’na referansla:

Bhabha, tekinsizliği içerisi (ev) ve dışarısı (dış dünya) arasındaki ilişkelenme biçimleri aracılığıyla tanımlarken, bireyin kişisel geçmişindeki travmatik, ikircikli durumları bireyin toplum içindeki siyasi mevcudiyetiyle gerçekleşen kırılmalara bağlar (…) Tekinsizlik, evin içine nüfuz eden dışarısının, evin içindeki dışarının farkına varılmasının yarattığı şoktur (…) Bhabha’nın söz ettiği “içerisi” ve “dışarısı”, Birinci Dünya Savaşından sonra “azınlıklaşmaya” doğru giden Ermeni toplumunun toplumsal cinsiyeti “hayatta kalma aracı” olarak kurgulama ve ulusal kavrayışlarını şekillendirme biçimlerinde karşımıza çıkar. Lerna Ekmekçioğlu bu noktayı, ulusu aile metaforları üzerinden söylemleştiren 19. yüzyılın milliyetçi tahayyülü aracılığıyla açıklar. Bir Milleti Diriltmek kitabında, bu dönemde “ailenin (dolayısıyla Ermenilerin) biyolojik ve toplumsal olarak yeniden üretilmesine” atfedilen önemde kadın bedenine yüklenen sorumluluğun altını çizerken, “bir kişiyi Ermeni kılan şeylerin … yeniden (üretiminin), merkezinde anne olan bir ev alanından” doğmak zorunda olduğunu belirtir (…) “Dünya” ile “ev” ikiliği, kadınları “milletin -dıştan gelen aşağılayıcı ihlaller karşısında değişmemesi gereken- ‘içteki [özünün]’ … taşıyıcıları olarak belirler. Dolayısıyla bu da “anneleri bir ulusun, ‘dış dünyanın’ nüfuz etmesine karşı inşa edilen,… ‘kültür’ olarak da bilinen menfaatinin aktarıcıları” haline getirir.

Alıntı içinde alıntı(lar) ve bütün bu parantezler [ve köşeli olanları], tek ve çift tırnaklar ve üç noktalar işin içine girince, izlenmesi ve sindirilmesi güç bir pasaj oldu, farkındayım. Ama şunu da fark etmiş olabiliriz: pasajın başındaki ailevi sıkıntı (tekinsizlik, travma, ikircikli durumlar), pasajın sonuna gelindiğinde çoktan buharlaşmış ve hiçbir karanlık/boğucu yanı olmayan, bütünüyle sağlıklı/koruyucu bir anne temsiline bırakmıştır yerini. Kurtdarcan ve Ekmekçioğlu, haklı olarak, “Medz Yeğern’in cinsiyete ve yaşa dayalı bir vaka olduğu”na dikkat çekiyorlar: “Kendi ailelerinden alınarak Müslümanlaştırılan, Müslüman ailelerin yanına veya yetimhanelere yerleştirilen kadınlar ve çocuklar, kaçırılanlar, tecavüze uğrayanlar (…) Büyük Suç’un cinsiyetlendirilmiş ve modern Türkiye’de de üstü kapatılmış, gömülmüş, inkâr edilmiş mirasının parçasıdır.” Bu saptama, Yalnızlar’daki evlatlık Gülgün/Fatma/Sürtük’ün durumu için son derece geçerli olabilir – ama aynı şeyi Baret’in kendi ailesinden/annesinden kaçıp kurtulma isteği için de söyleyebilir miyiz?

Baret’in annesine karşı hissettiği, fiziksel, tensel bir tiksintidir; onu Tarih’in tecavüzüne uğramış bir simgesel beden olarak, tecavüzün (ve ona karşı direnmenin) simgesi olarak görmekten ve tam da bu tecavüz yüzünden tiksinmekten epeyce farklı bir şeydir bu. Tarihsel olmayan, hatta tarihi (gelişmeyi, ilerlemeyi) düpedüz reddeden bir “irkilmeye” tanık oluyoruz. Kaba bir deyim olacak ama, Baret için büyüleyici ve tiksindirici bir et fazlasıdır Arus/aile: babanın tırmalayıcı yanağının da bölüp seyreltemediği boğucu bir tensellik/yumuşaklık fazlalığı. Kurtardarcan’ın da alıntıladığı çok merkezî pasaj, Karaköy’de Mastori’nin kahvesi sahnesinden:

… bakışları eski, solup sararmış, yer yer yırtık eski taşbaskı nesimlere takıldı… On dokuzuncu yüzyıl sonu giysileri içinde çıplak göğüsleriyle güzel kadınlar. Bir şey, bir şey hatırlatıyordu bu tombul tipler. Evet, ninesinden kalma teneke bir kutunun kapağında, aynı o saçı topuzlu, çıplak korsajlı kadının resmi vardı. Zımaro’dan da önce, o havalı kadının resmi olmuştu büyük aşkı, ama aradaki bağlantı sadece o kutu değildi. Ya da bu kutunun üzerinden başka bir bağlantı olmalıydı. Bu, insanı huzursuz eden göğüs, bir şey… İçini hem haz hem de acı veren bir huzursuzluk kaplıyor, o da bir yandan bir şeyi çekip kendisine yaklaştırmaya çalışıyordu. Evet, bir şey, kaçıp giden, ama var olan, ve her ne ise, kendisi tarafından var olduğu bilinen bir şey.

Biberyan’ın Freud’u ne kadar okuduğunu otobiyografisinden tam anlayamıyoruz ama, burada dört dörtlük bir obsesif nevroz tablosu sunuyor: Freud’un bu tanıyı (obsesyon) geliştirmesini sağlayan hastası “Fare Adam”ın ilk cinsel duygulanımı da aynı böyle resmedilir: önce aşırı haz, ama aynı anda bu hazdan duyulan derin bir rahatsızlık, hatta dehşete yakın bir irkilme. Ve Baret’i bu kaygılı açmaz içinde bırakan da yine o adlandırılamayan, demek simgesel düzende içerilemeyen Şey’dir.

Baret’le birlikte Kurtdarcan da bir çağrışım/hatırlama zincirini ustaca izleyerek (“hafızasında bir tünel açar” diyor Kurtdarcan) bu haz/sızlığın belirleme anlarını açığa çıkarır: batakhanedeki resim → ninenin kutusu → Lula’nın ninesi → (bekleyen, talep eden, boğucu Lula) → plajda Arus’un mayodan dışarı taşan göğüsleri. Kurtdarcan çok iyi formüle ediyor durumu: “O biricik Ada’sının denizi de kirden bulanmaktadır. Suyun yüzeyinde o taşbaskı resimde gördüğü memeler belirir. Ama durmadan mayodan ‘dışarı taşan’ bu memeler saçı topuzlu, havalı kadınlara değil, annesi Arus’a aittir. ‘Ayıp, bakma!’ diye bağırır Arus. ‘Utanmıyor musun, bakma!’” Ev, etin aşırı yakınlığı ve taşkınlığıdır Baret için, boğucudur.

Eleştirmen burada herhangi bir Oidipus analizine girmiyor, haklı olarak: çünkü Baret’in anneye ilişkin tavrı, “ruhsal tarih” açısından Oidipus’un da gerisindedir, bir yabancılaşamama/kopamama halidir bu. Oidipus, anneye oranla bu iki işlemin (yabancılaşma, ayrılma) büyük ölçüde gerçekleştiği ve nihayet Baba’nın yasağıyla çocuğun yasaya ve simgesel düzene (başka deyişle Tarih’e) adım attığı bir durumu ifade eder. Baret açmazdadır bu noktada. Ev-dışarısı (sokak) ikiliği, bazen bir temizlik-kirlenmişlik karşıtlığına tercüme oluyor, onu yine içeriye çekiyordur (bu en çok batakhane ve eroin sürecinde açığa çıkar, ama yoksul ve tahsilsiz Lula’yla ilişkisinde de sürekli bir kirlenme ve sınıf-düşme endişesi yaşar). O itici “şey”i bir yandan da “çekip kendisine yaklaştırmaya” çalışıyordur. Ancak ikinci eve-dönüşte (“güneydoğudan”) bu açmazdan bir ölçüde sıyrılmış görünecektir, kısmen hissizleşmek pahasına.

Ama bir yandan da olanca gücüyle kopmaya, ayrışmaya, sokağın insanı olmaya çabalamaktadır. Onu yönlendiren şey, sarmalayıcı eve karşı bir “reaksiyon formasyonu” olarak görebileceğimiz şiddetli bir “hanımevladı olarak kalma” endişesidir. Bu endişeyi Nafıa taburundan da arkadaşı olan açıkgöz iki Ermeni genci karşısında hissediyordur en çok: lakaplarıyla Çamur ile Haybeden. Biri her işi yapan, her kilidi açan bıçkın sokak çocuğu, öbürü meyhane sahibi. Çamur’a Taksim civarında rastlar. Hemen sırnaşır Çamur: “Nereye böyle abi, yoksa hovardalığa mı?” Aralarındaki sosyal statü farkını da hissettirerek devam eder: “Seni bir yere götüreyim abi, sen öyle yerlere elbet gitmezsin ama…” Baret zaten sancı gibi hissediyordur imtiyazlı konumunu: “Baret, askerliğin başlarında, evden ayda elli lira alan, iç çamaşırlarını ve tabaklarını para karşılığında başkasına yıkatan mutlu kişilerden olduğunu hatırladı. Çamur’un sözlerini değişik manada algıladı, kendine yediremedi. ‘Öyle yerler dediğin nedir? Ben severim öyle yerleri.’” (a.b.ç.) Bir eril yarışmaya çoktan kaptırmıştır kendini. Evde/annede onu çeken ve iten Şey, şimdi “öyle yerler” kılığında karşısına çıkıyordur: “Ağa Camii’nden Tarlabaşı’na indiler. Ağır bir ürperti hissetti. Bu semti tanımıyordu ama Peralı arkadaşlarından en ince ayrıntılarına kadar duymuştu. Hem büyülüyor hem de korkutuyordu onu bu semt.”

Çamur bir yandan sırnaşmalarıyla onu kendi düzeyine indirmeye, kendi “kirliliğinin” içine çekmeye çalışırken bir yandan da “giremezsin” diyor, imtiyazlı konumunu Baret’in yüzüne vuruyordur. Bir sigorta şirketinde çalıştığını duyunca şöyle der:

“‘Eee… elbet. Herkes öyle bir yerde işe girebilir mi? Kafan dolu olacak, efendi evladı olacaksın, elbet ya.’ Baret ‘efendi evladı’nı duyunca kızardı. ‘Bizim gibiler girecek değil ya öyle yerlere.’” (italik orijinalde)

İmtiyazsızın etkili tek silahı bazen budur: imtiyazlının kendi imtiyazını utanç verici bir yük gibi, bir suç gibi, en azından bir “dezavantaj” gibi hissetmesini sağlamak.

Çamur onu önce Haybeden’in meyhanesine, oradan da geneleve götürür; 24 yaşındaki Baret’in ilk çiftleşmesi olacaktır (gecikmiş erkekleşme, Yalnızlar’da Krikor’un durumunda grotesk bir görünüm edinir). Sonrası, mide bulantısıdır daha çok:

Pantolonunu çekti. Kendi kendinden tiksindi. Ayağa kalktığından beri başı çok ağrıyordu, ama bulantısı biraz hafiflemişti sanki. Pişman değildi. Çamur’la beraber Haybeden’e gitmeye mecburdu.Kendisini o cüzzamlı eve davet ettiğinde Çamur’la oraya gitmek zorundaydı. Başına geleceklere önceden razı gelmişti. Şimdiyse artık geceyi düşünmek istemiyordu. İçinde bir şeyin yırtılıp eskidiğini hissediyordu. (a.b.ç.)

Sonra, ertesi gece, uyku ile uyanıklık arası, annesiyle, kendi kendisiyle ve Çamur’la çekişmeler:

Kötü kadınlara gidilir mi be, gidilir mi? O pis, iğrenç…

Tamam, ben de iğrencim, ne yapalım. İsteyerek gitmedim ya, mecbur oldum.

Sen artık o eski uslu çocuk değilsin, senelerce yetiştirdiğim çocuk.

Tamam, değilim, ne olacak? Çocuk değilim ben, erkeğim, erkek!

Kötü kadınlara giderek mi erkek olacaksın? Biri görse, duysa ne der? Sana en zengin ailelerden kız alabiliriz.

Abi, gerçekten ilk mi? Ne biçim erkeksin ulan? Ulan Haybeden, kız oğlan kızmış bu be!

Hade lan, dalga geçiyorsun!

Nah ulan, kendi anası söylüyor! (…)

Ben olmasaydım sen hayatta gidebilir miydin abi? Ayağını sokaktan içeri atamazdın, yalnız başına ne biçim korkardın. Bize bakma abi, biz buralarda büyüdük. Sen efendi evladısın.

Bonjur Mösyö Tarhanyan. (italik orijinalde)

St. Joseph’deki hitap tarzı da karışmıştır sanrıya. Hangisini yeğlemelidir, “Mösyö Tarhanyan” diye çağrılmayı mı, yoksa “Lan”lı, “abi”li konuşmayı mı? Mesele sadece sınıfsal üstünlüğünü korumak değildir, zaten babanın yoksullaşmasıyla bu üstünlüğün maddi tarafı sona ermiştir; ama içindeki “düşüş” ve “kirlenme” duygularından da sıyrılamıyordur. Bir gün yine Haybeden’e gider:

Daha meyhanenin kapısını gördüğünde kalbi sıkışmıştı. Kendisinden nefret ediyordu. Düşüş duygusu ümitsizlik veriyordu kendisine. O odayı hatırlıyordu. Pis hava, ağır kir kokusu. Sanki kızın üzerine de yapışmıştı. Sarhoş Çamur’un hali geliyordu gözlerinin önüne. Ve kendi hali, üstü başı dağılmış… “Haydi, çabuk ol!” Ve ânında midesi bulanmaya başlıyordu. Kendisini zorlaması boşunaydı. Onun yeri değildi burası. Asla alışamayacaktı. Ne mutlu Çamur’a! Ne mutlu Haybeden’e! Onlar orada büyümüş, orada yaşamışlardı. Kendisi o aynı efendi evladıydı …) Ağa Camii’ni görür görmez, daha uzaktayken başlıyordu tiksintisi. Boşuna kendini zorlamış, katılaşmaya çalışmıştı. Düşüşü unutması gerekiyordu. Bu, dayanılmaz bir duyguydu.

Evden uzaklaşmayla birlikte düşüş de devam edecektir; ferahlatıcı bir özgürleşme değildir bu. Evden Beyoğlu’nda bir pansiyona taşınır, pansiyoncu kadının torunu Lula ile yakınlaşır, ama bir yandan Lula’nın “galiba çocuğum olacak” diye bastırması, öbür yandan da genç kızın naive’liği “okumuş” Baret’i boğmaya başlar. Cinsel iştahı da bir parlayıp bir sönmektedir. “Baret onun eteğinden dışarı çıkmış dizlerini seyrediyordu. Hayalinde soydu onu. İç çamaşırları kirlidir, diye düşündü. Arzusu hemen söndü. Vücudu da kirli, diye devam etti. Banyo yok evde. Ben bile kirlendim kaç aydır. Hamama gitmeye vakit yok, bir sürü masraf…” (a.b.ç.) Düşüş pansiyondan eroin batakhanesine doğru devam eder. Doktora gitmekten korkan Lula’nın doğum yaparken ölüm haberini de bu bulanıklık içinde, önce fazla kaydetmeden alacak, sonra bir daha geçmeyecek bir suçluluğa yuvarlanacaktır.

Krikor’un takdir görmeyen olgunluğu

Bitirmeden önce, bir Yalnızlar-Karıncalar karşılaştırmasının faydasız olmayacağı kanısındayım. Bu karşılaştırma iki başkişiyle başlamalı. Şimdi, Krikor’un Yalnızlar’ın başkişisi olmadığı söylenebilir: Romanın Ermenice orijinalinin adı Lıgırdadzı (Sürtük) zaten dosdoğru Gülgün/Fatma’yı göstermektedir, evlat edinilip de aslını unutan kızlara Ermenilerin uygun gördüğü ad. Şu var ki, olay örgüsünün ana ekseni veya armatürü olamayacak kadar “ağırlıksızdır” Gülgün/Fatma/Sürtük; amiyane deyimle “tesadüflerin oyuncağıdır”. Kaderi romanın dışında belirlenmiştir, sanki başından beri harcanmak üzere romana kabul edilmiş gibi durmaktadır. Krikor’unsa çevresindeki ikincil karakterlerin pek farkına varmadığı bir romansal “derinliği” var: biz onu daha çok dışardan, başka insanlarla etkileşimi içinde izlesek de, bir “iç dünyası” olduğunu, bu dünyanın da birtakım yoğun ruhsal/düşünsel süreçlerin mekânı olduğunu hissederiz. “Kahraman” değildir, ama bir protagonisttir.

Krikor, Baret’in olmak istemediği, olmaktan kaçtığı şey. Ellisine yaklaşmış bir “koca bebek”. Sanki ciddi bir ergen isyankârlığı da yaşamadan, anasının kucağında, bebeklikten orta yaşa yatay geçiş yapmıştır. Bu durumun yazar için de ciddi bir sorun olduğunu otobiyografideki şu romanesk cümlelerden anlıyoruz:

“Annemin çocukluğumdan itibaren beni yünlülere alıştırmış olmasına rağmen ince giyiniyordum. Gardırobumda on yıllar boyunca süveter, atkı, kazak olmadı; sadece atlet, gömlek, yağmurluk. Dayanabilecek miyim diye, hırsla kendimi gözlemliyordum. Katlanabilmek kendime güvenimi tazeliyordu. Beni böyle davranmaya iten, o yaşa özgü, kendimi ispat etme ihtiyacıydı. Belki bir de içinde boğulduğumu hissettiğim husumet, hatta tehlikeler okyanusunda güçlü hissetme ihtiyacı.”[3]

Baret gibi Biberyan’ın da annenin sarmalayıcılığından sıyrılmak için sürekli kendini zorlama, sürekli  kendini sınavlara sokma ihtiyacı içinde olduğunu anlıyoruz. İşte Baret açısından bakıldığında Krikor tam da bu çabanın zorluğuna katlanamamış veya hiç göze alamamış olan kişidir. Yakın çevresinde de onu öyle görenler eksik değildir: teyzesi Pupul, kız kardeşi Hilda, eniştesi “çarşı adamı” Garo, hatta daha bulanık, ikiz-değerli bir ilişki içinde annesi Yeranik.

Bağdat Caddesi’nde tuttukları bahçeli yazlık evin üst kat kiracısı eski müzik öğretmeni Kâzım Bey’in tam da Krikor’un siesta saatlerinde pikapta bangır bangır Yedinci Senfoni çalması yüzünden annesiyle didişmeye başlamıştır. “Sen tuttun bu evi!” der Krikor: “‘Beğenmedinse gelmeyivereydin.’ Yeranik’in çehresi kötü bir ifadeye bürünmüştü, yüzünü buruşturdu. ‘Iııh! Erkek! Tek başına kendi donunu bağlamaktan aciz! Bu yaşa geldi, her şeyi anasından bekler hâlâ. Bir karı alırsan anlarsın hanyayı konyayı. Bak nasıl sana gördürür ev işlerini!’ Krikor kıpkırmızı kesildi. Yeranik tam kalbinden vurmuştu.” Öte yandan Yeranik de oğluşunu kendinden başkasının küçümsemesine tahammül edemiyordur, en çok da kardeşi Pupul’un.

“Bunun sonu nereye varacak bilmem. Günden güne beter oluyor. Çekilmiyor kahrı.”

Pupul bir iki dakika daha sessiz durdu, sonra kaşlarını kaldırıp başını ağır ağır salladı.

“Kızım, bir erkek kırkını-kırk beşini geçip de hâlâ evlenmezse daha çoook şeyler olur.” (…)

“Oğlunun fark ettiğini düşünmüyor musun?”

“Neyi?”

“Evlenmesini istemediğini.”

Yeranik yerinden sıçradı. “Deli! Kim söylüyor istemediğimi? Ölmeden onun mürüvvetini görmek en tatlı arzumdur. Gözüm açık gitmem.”

Pupul gülümsedi. Bu güzel cümleyi bir tefrikada okumuştu ama hangisi olduğunu hatırlamadı.

“Tabii önüme çıkana da oğlumu al diyemem ya!”

Pupul insafsızca devam eder: “Oğlun. O kaka bu cici, hepsine bir kulp takıyor. Kültürlüsünü ister, kendisinden daha kültürlü olmasından korkar. Güzelini arar, elinden alırlar diye korkar. Yirmi beşten yukarı olmasını istemez.” Pupul, yeğeninin anneden kopmamak için kendi yoluna çıkardığı zorlukları ve katı “kriterleri” gayet iyi görüyordur. Yeranik ise bunların farkında bile olsa görmezden gelmeye yatkındır: “Yeranik dik dik kız kardeşine baktı. Onun hırslı, hınçlı edasında, oğluyla alay etme, onu rezil etme arzusu sezmişti. ‘Paşa gibi’ evladını korumak için doğruldu; ama fırsat bulamadı. Krikor, üzerinde süveter, altında pembe çizgili pijama pantolonu ve aşınmış terlikleriyle bahçeye çıktı.”

***

Yalnızlar’ın Karıncalar’dan daha “havadar” bir roman olduğunu söylemiştim. Çünkü yazar genellikle belli bir mesafeden izler kişilerini. Sahneler, kişiler ve ruhsal durumlar genellikle ayrışıktır; boğucu bir yakınlık hissi vermez. Bu his, kaygıyla birlikte, Karıncalar’ın hâkim tonudur. Karıncalar’da şehir/mekân algısının yoğunluğundan çok söz edildi – ama Baret nerdeyse bir uyurgezer gibi geçmektedir bu mekânların içinden, keskinliği azaltılmış bir algıyla: görünüm pusludur. Buna iç ile dış ayrımının belirsizleşmesinin yol açtığı da kaydedilmiş olmalı. Bu, dışın içte şiddetli izler, izlenimler bırakmasından çok, için bir buğu gibi dışı istila etmesidir. Her şey bu buğulu, taşkın içselliğe bulanmış olarak görünmektedir Baret’e, ta ki “ora”dan duygularını tımar etmiş, serinkanlı bir kişi olarak dönene kadar.

Yalnızlar’ın mekânsal çapı dar olmasına rağmen (Göztepe ile Suadiye arasında Bağdat Caddesi’nin az altı ve az üstü) ilettiği zamansal, hatta tarihsel canlılık ve sahicilik çok daha güçlüdür. Henüz “sayfiye” sayılan bu iki kilometrekarelik alanda, taşradan İstanbul’a göçün yanı sıra yeni yeni başlayan tüketim kültürünün ve Amerikanizmin de fokur fokur kaynattığı hırslar, arzular, havailikler, tatminsizlikler ve hınçlar, başka hiçbir metinde böyle “işte bu!” diyeceğiniz kadar güçlü bir temsil bulmamıştır. Minyatür bir “Vanity Fair”. Bu fokurdayan ortamın yine de sosyal cisimler arasındaki boşluk ve mesafeler ihlal edilmeden resmedilmiş olması, olay örgüsünün de daha berrak bir biçimde belirginleşmesini sağlar. – Ama bu demek değildir ki Krikor’un iç dünyasını hiç seyredemiyoruz. Şüphesiz, “ora”-öncesi Baret’in iç konuşma ve sayıklamalarını dinlemek gibi aşırı yakın bir deneyim değildir bu seyir. Krikor’un içselliği, daha çok başkalarıyla temasları içinde (diyaloglarda) ortaya çıkar. Zaman zaman da, her şeyi gören anlatıcının keskin gözlemleriyle.

***

“Krikor sabırsızlıkla kadınların dönmesini bekliyordu. Her zaman olduğu gibi anlaşılmaz bir rahatsızlık vardı içinde. Bir erkekle, hele Garo gibi kendisi hakkında beslediği kanaatten haklı olarak şüphe ettiği birisiyle baş başa kaldı mı bu rahatsızlığı daima hissederdi. Konuşacak bir konu arar, bulamazdı. Zaten genellikle erkeklerle bir arada bulunmaktan, erkeklerle yarenlik etmekten hoşlanmazdı. Acaip bir korku, bir çekingenlik duyardı (…) Kadınlarla, yaşlı kadınlarla bir arada olmayı tercih ederdi. Yalnız onlar –Pupul hariç– erkekten sayar, hatta bazen hayran bakışlarla süzerlerdi Müsü Krikor’u (…) Kadınlarla kendinden emin bir şekilde oturur, canı sıkkın bir eda ile dinler, gerçekte sıcacık bir güvenlik hissederdi.” (a.b.ç.) – Bence mesele, “erkekten sayılma” isteği kadar, hatta belki daha çok, karşısındaki erkek veya genç kadın muhatap kadın tarafından kışkırtılmayacağını bilmenin tasasızlığıdır: ne erkekle muhtemel bir erillik yarışması, ne de genç kadınla bir cinsel yakınlaşma mecburiyeti. Çünkü bunların ikisi de şişko Krikor’un imkânlarını aşan bir çaba gerektiriyordur.

Garo’nun ona ilişkin merakı da isabetsiz değildir. Kendisi de Konya’da İzzet Paşa konağının aşçısının kızı olmasına rağmen “saraylı” özentisi içindeki Yeranik’in “çarşılı”, “bayağı” filan diye tepeden bakmaya çalıştığı bu gamsız, kumarı seven ve iş hayatında tuttuğunu kopardığı anlaşılan genç esnaf,[4] Krikor’la eğlenmeyi de iş edinmiştir: “Garo için Krikor’un en ilginç tarafı onun kişisel hayatıydı. Bir muamma… Başkaları ‘hanımabla’ derlerdi ona. Ama bu her şeyi açıklamaya yetmezdi. ‘Na yapar bu adam?’ Bu yaşında, on altı yaşındaki çocukların yaptıklarını yapamazdı ya!” (Fakat niye olmasın…)

Krikor’un, yazarının ve Baret’in kendi kendilerini soktukları sınavdan korkup geri kaçtığını söylemiştim. Aslında, anasından kopmaya hiç çalışmamış değildir:

Krikor anasının gözyaşlarının çok yakın olduğunu sezdi. Hiç ama hiç tahammülü yoktu anasının ağlamasına. Kendi haklı olsa bile, onun ağlamasından daima acı duyardı. Alçak sesle lanet etti, yerinden kalktı, hızlı adımlarla eve girdi (…) Süveteri sırtından çıkardı, köşedeki kanepeye fırlattı, anneciğinin ördüğü süveteri. Canı sıkkındı. Gene tiksintiyle karışık bir kızgınlık duyuyordu annesine. Gene iğrenmekteydi onun kocaman göğüslerinden, devasa kalçalarından. Onunla münakaşa edip kızdı mı böyle olurdu. Üşümek korkusuyla yaz sıcağında yün giydiğinde, çaresiz bir ürkeklik en meşru haklarını bile savunmaktan kendisi alıkoyduğunda, hep böyle olurdu. On beş yaşından bu yana kendisini pek değişmiş hissetmiyordu, dazlak kafasıyla yağlı göbeğinden başka… Eskisi kadar, belki eskisinden daha yoksundu kendine güvenden. Bunun sorumluluğunu anasına yüklemekten hoşlanırdı. Kendisini o kadar azarlamış, hor görmüş, her yaptığını o kadar kötülemişti ki! (…) Şimdi kendisi hükmediyordu, ama bazen içinde kökleşmiş bulunan bu korkudan asla kurtulamayacağını düşünür, ümitsizliğe kapılırdı. Ve vururdu. Her korkanın kendisini korkutan şeye vurduğu gibi (…) Yaşını aldıkça, bütün ömrünü ona karşı mücadele ile geçirmiş olduğunu hissediyordu. Anasının baskısından kurtulmak, bir kâbus, bir saplantı haline gelmişti. Ancak ekonomik bağımsızlığını elde ettikten sonra kurtulabildiği bir saplantı. Anasının istediği şeyleri yapmamakla başlamış, kendi istediği şeyleri ona yaptırmakla zafere ulaşmıştı. Fakat buna rağmen… Fakat buna rağmen… Bir an boş bulunup akıntıya kapıldı mı hemen anasının etkisine girerdi; onun sözü buyruk, onun zevkleri tartışma kabul etmez, onun gölgesi devasa… (a.b.ç.)

Çok aşikâr değil mi: hem isyan ediyordur bu “hanımabla” durumuna, hem de onu daha da büyük tehlikelere atılmaktan koruduğu için “hoşlanıyor”, zevk alıyordur. Freud’un “hastalıktan kazançlar” dediği tatlı aczin bir örneği. “Bir an boş bulunup…” diyor, ama aslında her an “boş bulunmaya”, yavaşça tatlılığın içine kaymaya teşnedir.

Şimdi, bu noktada, ben artık hiçbir şey kanıtlamaya çalışmadan, hiçbir şeyi göstermeye, vurgulamaya, hele hele “analiz” etmeye mecbur kalmadan, sadece Biberyan’ın kendi kendilerini çoktan tartmış ve yorumlamış cümlelerini bir kere daha lezzetle tekrarlamakla yetinmek isterdim. Tıpkı aşağı yukarı aynı zamanlardan Sabahattin Ali, Vüs’at O. Bener ve hemen ardından Troya’da Ölüm Vardı’nın Bilge Karasu’sunun cümleleri üzerinde gezdirmek istediğim gibi “ellerimi”. Emin olun, dokunsal nesnelerdir bunlar.

*** 

Krikor’un korkular ve tatlar arasında dikkat çekmeyen, takdir uyandırmayan erginleşmesinden söz etmek istediğimi söylemiştim. Bu bir süreç değildir, sınavlardan geçerek varılmış bir olgunluk değildir. Başında yoksa sonunda da olmayacak, daha uçucu, daha belirsiz, daha zor izlenen bir erdemdir, hatta bir “marifet”. Mesela, annesiyle teyzesi o saçma sapan “aristokratlık” yanılsaması üzerinde çekişirken, Pupul’un annesinin özentilerini paçavraya çevirmesini izler, teyzesinin külyutmaz zekâsını takdir eder, hatta gizli gizli ona hak verir ve “nihayetinde biz de taşralıyız” der, ama bir yandan da Pupul’un bu kadar katı olmamasını, kız kardeşinin budalaca hayallerine biraz imkân tanımasını ister: gözünü kırpmadan görür ama hoşgörür. Gevşeklik midir bu? Hayır, gereksiz hırgürden kaçınma yatkınlığı. Zarafet, diyecekti, arkadaşım İskender, sağ olsaydı eğer.

Ama en çok kitabın sonunda, Gülgün/Fatma/Sürtük’ün ölümünden sonraki anlarda tanıklık ederiz buna. Biliyorum, belki hiç kimse hak vermeyecektir bana, Krikor’un göreli sükûnetinde bir “olgunluk” bulmama. Ama izleyelim. Mahallede, cinayet evinin çevresinde bir teheyyüç başlamıştır. Krikor da dışarı çıkar, ama arkasından annesi bağırır: “Sen içeri gir. Şimdi gelirler, anlarız. Hava poyrasa dönmüş, içeri gir!”

Krikor ucundan su damlayan burnuna mendil bulmak için eve girdi.

Bahçeye döndüğünde Pupul yeni dönüyordu.

Onu asla bu derece canlı, heyecanlı görmemişlerdi.

“Vurmuşlar!” diye soludu, “Parça parça etmişler diyorlar. Kafasını, organlarını gövdesinden ayırmışlar…”

Yeranik dehşet içinde yüzünü elleriyle örttü.

“Kimi ayol?”

“Sürtüğü.”

“Hiii!..”

Pupul yerinde duramıyordu. Çehresinde bir parıltı vardı. Gençleşmişti sanki. Ömründe ilk defa hayal kırıklığına uğramıyordu. Kekeledi.

“Adam… o adam… karanlıkta…”

Devam edemedi. Kendi sözlerinden heyecanlanmıştı. (…)

Krikor’un aklı başka yerdeydi. Uzun uzun sümkürdü, zoraki [?] bir soğukkanlılıkla:

“Eh!” dedi, “Başına gelecek vardı. Çok kaşınıyordu.” (a.b.ç.)

“Zoraki”yi anlamadım, çünkü “aklı başka yerde” olduğu için bu ölüm bahsinde zaten soğukkanlı olmalıdır. Nezih okurların ve belki yazarın da bu konuda beni haklı bulmayacaklarından endişeliyim. Ama kıyas noktası Pupul’dur burada, Pupul’un söylentiden, özellikle kanlı cinayet söylentisinden aldığı zevk, duyduğu aşırı heyecan. Bu sevimli ve zeki kadın, kendi bayağı heyecanlanmalarına hâkim olamıyordur. Bizimkiyse (artık böyle dememi mazur görün) sahiden ilgisiz, çıkarsız ve heyecansızdır, çünkü “aklı başka yerdedir”. Alacalı bulacalı mahalle söylentisi iştahını gıcıklamıyor, onu herkesin zaten beklediği klişe laftan ötesini söylemeye sevk etmiyordur.

Bu olgunluk mudur, ben de bilmiyorum. Ama Ahmet Hakan Coşkun’ların sona ermeyen çağında “olgunluk” adına bundan fazlasını da bekleyebilir miyiz?

 

NOTLAR: 


[1] Mahkûmların Şafağı’nda şu cümleleri okuyoruz: “Üzerinde uzun zamandır çalıştığım psikolojik kavrayış daha on dokuz yaşında olmama rağmen meyvelerini veriyor, ama ziyadesiyle aleyhime çalışıyordu. Sanırım insanların çoğunun, görünürde sebepsiz yere bana karşı düşmanca duygular ve kin beslemesinde bu özelliğimin de etkisi oldu (…) Muhtemelen bir başkasının içlerine nüfuz etmesinden, örtülerini kaldırmasından dolayı duydukları içgüdüsel öfke ve nefretti söz konusu olan.” (a.b.ç.) Yazının sonunda bu soruna döneceğim.

[2] Romanın hemen başından küçük bir Proust’gil vinyet: “Bahçe kapısı açıktı. İçeri girdiği anda tanıdık bir koku kendisini selamladı. Bu, evden uzak olduğu dönemde çoğu kez özlemini duyduğu mutfak, yemek ve ‘ev’ kokusuydu. ‘Hemen gidip pirzola aldım sana. Aksilik bu ya, bugün etimiz yoktu.’ Baret’in aklı pirzolada değil, kokusundaydı. Bu koku yaşamından bir bölümü canlandırıyordu belleğinde. Koku vardı, ancak o eski yıllar yoktu. Sanki hâlâ Anadolu’daydı da evine özlem duyuyordu.”

[3] Az önce söylediğimi destekleyebilecek bir pasaj: “Makro” durum (Ermenilik) ancak “mikro” durumun (evrensel, aidiyetsiz bireysellik) bir eklentisi ya da şerhi olarak girmektedir: “Bir de…”

[4] Ama Garo da sadece Krikor’un tahsili ve ailenin o ne idüğü belirsiz “görgü” farkıyla kendi toplumsal statüsünden ayrışan bir “Konyalı” çevrede küçümseniyor olmanın hıncını duyar: “Acımaya alışkın olduğu biri [Krikor], kendisine gülebileceğini sanıyordu. Biraz önce Hilda’ya duyduğu tahrip etme arzusu bu defa Krikor’a yöneldi. Krikor’un dazlak kafası ayna gibi parlıyordu. Garo etrafına bakındı, kendisi için iyilik düşünmeyen, aksine, başına bir şey gelse sevinecek insanları gördü. Karısı bile… Şapkasını, çantasını, eldivenlerini kucaklamış, düşmanca nazarlarla kendisini süzen öz evladı bile…” Tıpkı Proust’un gördüğü gibi: Heveslerin ve hırsların panayırında hiç kimse kırgınlık ve kızgınlıktan muaf değildir.