"Kendimi bildim bileli önceliğim olan doğayla uyumlu yaşamak felsefesini hem bilimsel hem geleneksel bilgiyle bu kadar güzel iç içe geçirerek anlatan bir kitapla daha karşılaşmadım diyebilirim. Kitabın meselesi buyken gerek kapak tasarımı gerek başlık çevirisi hiç böyle bir algı yaratmayıp bir şifa kitabına davetiye hazırlıyor oysa..."
28 Nisan 2022 11:30
Benim kuşağımın değişmez bir ritüeli vardı küçükken. Her pazar sabahı TRT ekranlarından kovboy filmleri izlemek. Öyle uzun sürdü ki bu ritüel, uzunca bir süre ‘vahşi batı’nın etkisinde kaldık. Dünyanın farklı yerlerinden büyük umutlarla gelip bu uçsuz bucaksız toprakları ehlileştirerek kendilerine yeni bir yuva kurmaya çalışan ‘beyaz adam’ların vahşi Kızılderililerle savaşı anlatılırdı bu filmlerde. O çorak topraklar hakkında hiçbir şey bilmeyen, John Wayne’in karizmasına, sinemanın büyüsüne kapılmış gözümüzü ekrandan ayırmadan her pazar ritüelimizi yerine getirirken kim kimin yuvasını bozuyor aslında sorusu biz çocukların aklına düşmezdi hiç – belli ki büyüklerimizin de düşmemiş. Özgürlükler ülkesi, silahını çekmekte tereddüt etmeyen kahraman kovboylarca inşa edilmiş ve Kızılderililer en hafifinden ifadeyle gözü dönmüş vahşilermiş. Amerikalılar ve dünyanın herhangi bir yerinde bu filmler yoluyla anlatılan hikâyeye koşulsuz teslim olan küçük Amerikalılar, yani bizler için durum buydu. Dünyanın her yerindeki bazı insanlar için hâlâ öyle olduğundan eminim. Ama bazılarımız soru sormayı ve verilen yanıtları sorgulamayı öğrendik neyse ki…
Şimdi nereden çıktı bu kovboy-Kızılderili meselesi derseniz, Robin Wall Kimmerer’in sindire sindire okuduğum, Mundi Yayınları’nca Türkçesi yayımlanan –çeviri Ayşe Başçı–kitabı Bitkilerin Ruhu: Modern Bilimden Kadim Bilgiye Şifa’dan diyeceğim, zira kitabın yazarı Kızılderili halklarından biri olan Potawatomi bireyi. Ve köklü gelenekleriyle bilimsel verileri yaşamında doğallıkla bir araya getirebilmeyi başarmış, atalarından edindiği sorumluluk ve paylaşma bilinciyle deneyimlerini öğrencilerine ve meslektaşlarına aktarmanın yanı sıra yazmayı tercih etmiş bir bilim insanı; bir çevrebilimci, botanikçi ve anne.
Potawatomi savaşçılarını tasvir eden bir resim. Potawatomiler 1812 savaşında İngilizlerin yanında Amerikalılara karşı savaşmıştı.
Kızılderililere göre başlangıçta Gökdünya varmış. Gökkadın tıpkı bir akçaağaç tohumu gibi düşmüş gökten. Uzun süren düşüşünü Gökdünya’dan süzülen ışık sütunu aydınlatırken aşağıdaki sayısız göz onu izlemiş. Kazlar düşüşünü yavaşlatmak için kanatlarıyla destek verip onu suyun üzerinde tutmuşlar. Dalgıçkuşları, susamurları, kunduzlar, türlü çeşit balık çevrelemiş etraflarını ve sonunda kocaman bir kaplumbağa onu kabuğuna almış. Hayvanlar çok geçmeden Gökkadın’ın yaşaması için toprağa ihtiyacı olduğunu anlamış. Tek tek suyun dibindeki çamuru ona ulaştırmayı denemişler. Sonunda misksıçanı hayatını kaybederek başarmış bunu. Gökkadın kaplumbağanın kabuğunu kaplamış çamurla. Ayaklarını toprağa basarak dans etmeye ve şarkı söylemeye başlamış. O dans ettikçe toprak büyümüş, büyümüş. Elinde getirdiği Hayat Ağacı’nın dalları, tohumları, yemişlerini serpmiş toprağa ve yuva bellenen Kaplumbağa Adası, dünya yaratılmış.
Kızılderili bilgeler Kolomb’dan beri kıtaya ayak basanların davranışlarını anlamaya çalışırken, “Sorun bu yeni insanların iki ayağının da kıyıda olmaması. Bir ayakları hâlâ teknede. Burada kalıp kalmayacaklarını bilmiyorlar” diyorlarmış. Bazı çağdaş akademisyenler de aynı gözlemi paylaşıp, toplumsal patolojilerin, dinmek bilmeyen materyalist kültürün temelinde yurtsuzluk, köksüz bir geçmiş olduğunu düşünüyorlarmış. Göçmen bir ulus olan Amerikalılar burada kalıcı olduklarını bilerek yaşamayı öğrenebilecek, buranın yerlisi olabilecekler mi diye soruyor Robin Wall Kimmerer ve hemen arkasından ekliyor; nihayet yuvaları olarak bellediklerinde ne olur?
Gökkadın ve daha sonra yaratılan ilk insan –Nanabozho– da tıpkı Amerikan halkı gibi göçmenmiş. Ancak Kızılderililerin inanışına göre Nanabozho’nun görevi dünyayı kontrol altına almak ya da değiştirmek değil, insan olmanın yolunu ondan öğrenmekmiş. Bunu da ablaları ve ağabeylerinden, yani hayvanlar ve bitkilerin rehberliğinden öğrenmiş. Abla ve ağabeyleri ona hayatta kalabilmek için üretmesi gerektiği konusunda da ilham vermişler. Ve zamanın döngüselliği gereği bilim ve teknoloji de Nanabozho’nun yöntemini benimseyip tasarım modellerini doğaya bakarak geliştirmeyi, topraktaki bilgiye saygı duyarak ve bu bilginin sahiplerini koruyarak buraların yerlisi olmayı benimsemiş.
Robin Wall Kimmerer, beş bölümden oluşan uzun anlatısında (421 sayfa) Kızılderililerin Toprak Ana’yla gıpta edici uyumunu inanılmaz örneklemeler, metaforlarla, bilge bir ninenin sakinliğinde anlatıyor. Yerlileşemediğini düşündüğü Amerikan halkıyla kendi halkları arasındaki kültürel farkları zaman zaman sert ifadelerle, örneklerle gözler önüne seriyor:
“Yerlileşmek, bizi bu toprağın beslediğini, bu derelerden su içtiğimizi, bedenimizi ve ruhumuzu bunların oluşturduğunu düşünerek yaşamak, sorumluluklarımızı burada yerine getirmek, çocuklarımızın geleceğinin önemli olduğunu, hayatımızın ve tüm sevdiklerimizin hayatının toprağa bağlı olduğunu bilerek ona özen göstermenin bilinciyle yaşamak.”
Kitapta sadece Potawatomilerin değil, diğer Kızılderili halkların yüzyıllardır süregelen geleneklerinden anlatılar çoğaldıkça çoğalıyor. Konuyla ilgilenen biri değilseniz, ki ben değildim, Kızılderililerin yaşam felsefeleri hakkındaki bilgilerinizin yüzeysel olduğunu sanıyorum. Evet tamam, artık çocukluğumuzun filmlerindeki gibi bir yerden bakmıyoruz meseleye, ama gündelik hayatımızın içinde sık sık karşımıza çıkan öğretiler de değil bunlar – ya da öyle sanıyoruz. Kitabı okumaya başladığımda biraz hazırlıksız yakalandım o yüzden. Alt başlık biraz kafamı karıştırsa da, beklentim ekolojik yöntemler ve bitkilerin gizemli yaşamlarıyla dolu, bilimsel bir kitaptı çünkü. Derken Kutsal Otun Ekimi’yle birlikte kendimi Kızılderili geleneklerinin içine düşmüş buldum. Kızılderili hikâyelerine göre toprakta ilk yeşeren bitki wiingaashk, yani Kutsal Ot. Vanilyamsı kokusunu bir kez içinize çekince unuttuğunuzun bile farkında olmadığınız şeyleri anımsatan, hem şifa hem ruh akrabalığı açısından maddi manevi değeri olan bu güçlü ayin bitkisi kitabın ana kahramanı.
Tam burada, kitabın ana karakterinden söz ederken, sona sakladığım bir eleştiriyi aktarmam daha doğru olacak sanırım. Eleştirim kitabın adının çevirisiyle ilgili. Orijinal adı Braiding Sweetgrass: Indigenous Wisdom, Scientific Knowledge and the Teaching of Plants. Sweetgrass kahramanımız Kutsal Ot, bilimsel adıyla Hierochloe odorata. Türkçede şekerotu diye geçiyor aslında ama stevia ile karıştırılmasın diye kitapta Kutsal Ot olarak kullanılmış. Kızılderililer Toprak Ana’nın saçları olarak kabul ettikleri Kutsal Ot demetlerini saç örgüsü yapıp evlerine asıyor, birbirlerine hediye ediyor, aynı ottan sepet örüyorlar. Kitabın orijinal adı da Kutsal Ot Örgüsü. Hatta orijinal baskısında kapak görseli olarak bu örgü kullanılmış.
Bütün omurgayı taşıdığı halde, Kutsal Ot bizim coğrafyamızda az bulunduğundan mıdır, bilinmediğinden midir, çeviride bitkilerin ruhu tercih edilmiş. Alt başlıktan devam edersek; Yerli Bilgelik, Bilimsel Bilgi ve Bitkilerin Öğretisi diye çevirebiliriz. Şimdi burada bitkilerin öğretisi kısmı şifaya nasıl evrilmiş, hiç anlayamadım! Modern Bilimden Kadim Bilgiye Şifa tercihi –hatta Bitkilerin Ruhu tercihi– kesinlikle yanıltıcı. Kitap kadim bilgilerle dopdolu olsa da şifaya odaklanmış bir içeriği hiç yok çünkü. Tam da orijinalinde olduğu gibi, yazarın genlerine işleyen geleneksel bilginin bilim insanı kimliğiyle yan yanalığı ve bitkilerin yapısı üzerine bilimsel bilgiler içeren, ekolojik yıkımı körükleyen modern sisteme rağmen doğayla uyumlu, onun bir parçası olarak yaşamanın mümkün olduğunu anlatan, derin, felsefi bir kitap. Arka kapakta da buna vurgu yapılıyor zaten, ‘gezegenimizin sesini duyurmak bizim sorumluluğumuz’ diyerek… Kitabın meselesi buyken gerek kapak tasarımı gerek başlık çevirisi hiç böyle bir algı yaratmayıp bir şifa kitabına davetiye hazırlıyor oysa. Dediğim gibi, çok yanıltıcı ve ilgisiz. Yayınevinin ikinci baskıda bu çeviri tercihini gözden geçirmesini umuyorum.
O halde gelelim şu bilimsel bilgilere, büyüleyici bitkilere… Robin Wall Kimmerer atalarının izinden yürürken, kendi kızlarıyla, komşularıyla ve öğrencileriyle olan deneyimlerinden yola çıkarak kurgulamış anlatısını. Bitkilerin çoğu halkları için yaşamsal önemi olan türler; Kutsal Ot, Akçaağaç, Dişbudak, Boylu Mazı, Yaban Çileği ve tabii Üç Kız Kardeş (Mısır, Fasulye, Kabak) ve Nilüfer ve Hasır Otu ve Likenler ve Algler, hatta Mantarlar, Somon Balıkları, Örümcekler, Ördekler, Semenderler… Morfolojilerini, üreme biçimlerini, türlerle olumlu olumsuz ilişkilerini ve daha nicesini öğrencilerine anlatır gibi anlatıyor bize. Hemen söyleyeyim, çok iyi bir öğretmen. Çünkü kuru bilgiye değil, deneyimlemeye ve gözlemlemeye inanıyor. Bazen evinin bahçesinde, bazen öğrencileriyle yaptığı bilimsel keşif gezilerinde ya da onların araştırmalarında, bazen yerli halkın üretimlerinde bilgilendiriyor bizi. “Bitkiler yaşam tarzlarıyla, değişime verdikleri karşılıkla sorularınızı cevaplayabilirler; önemli olan nasıl soracağınızı bilmektir” diyor yazar ve nasıl soracağınızı da anlatıyor. Bu kadar bilgiden söz edince anlatımın didaktik olduğu düşüncesine kapılmış olabilirsiniz; hiç değil. Her bölüm neredeyse öykü tadında. Çünkü biz sıradan insanların aksine, her canlı bir birey yazar için – Kızılderililer için. Dolayısıyla insanların gündelik yaşamı nasıl bir ilişkiler yumağıysa, bazen sıradan, bazen büyüleyici, bazen şaşırtıcı, bazen mutlu, bazen hüzünlüyse, bitkilerin yaşamı da öyle.
Kendimi bildim bileli önceliğim olan doğayla uyumlu yaşamak felsefesini hem bilimsel hem geleneksel bilgiyle bu kadar güzel iç içe geçirerek anlatan bir kitapla daha karşılaşmadım diyebilirim. “Bir ayağımı bilim dünyasına, diğerini de yerlilerin dünyasına koyarak ikisi arasında acemice ve tehlikeli bir şekilde sallanıp durduğum bir dönem oldu. Sonra uçmayı öğrendim. En azından denedim” diyor yazar. “Bilim ve geleneksel bilgi farklı sorular soruyor, farklı dillerde konuşuyor olabilir, ama her ikisi de bitkilerin sesine gerçekten kulak verdiklerinde aynı noktada buluşuyorlar” diyor. Tabii o kendi geleneklerinden yola çıkarak bunu söyleyebiliyor. İçine doğduğu kültür nedeniyle bizlerden avantajlı olduğu kesin. Tüm türleri birey kabul eden, Toprak Ana’nın sunduklarını bir hediye olarak görüp kendisi de her zaman ona hediyeler veren, ihtiyacından fazlasını almayan, hasadın yarısını diğer türlere bırakan, hep saygılı, tam anlamıyla doğuştan ekolojist bir gelenekten, bir kültürden.
Kutsal Ot’u ekmeyi, ona bakmayı, hasat etmeyi ve örmeyi uzun, bilgilendirici, düşündürücü, aydınlatıcı bir şekilde deneyimletiyor bize yazar. Annelik meselesine kulağı tersten tutturarak olabilecek en bütüncül yerden baktırdığı çarpıcı bölümün özellikle altını çizmek istiyorum. İyi bir anne olmak çocuklarımıza dünyaya özen göstermeyi öğretmek demek yazara göre. Biz yaraladığımız halde, yaralıyken bile bizi besleyen, bizi kucaklayan, bize hayranlık ve neşe dolu anlar sunan dünyamıza özen göstermeyi öğrenen çocuklar ona zarar veremez çünkü. Ama işte dünyaya özen göstermeyi öğrenememiş çok insan var ve o insanların Kutsal Ot’u yaktığı bölüme geliyor nihayetinde kitap. “İnsanlar yarattığımız kolektif hasarın sonuçlarını biliyorlar, doğal kaynakları tüketmeye dayalı bir ekonominin bedelini biliyorlar, ama durmuyorlar. Çok üzülüyorlar, çok sessiz kalıyorlar” diyor Robin Wall Kimmerer bu yakma/yıkma eylemini aktarırken. İnsan eliyle oluşan küresel iklim değişiminin, her yere yayılan toksik anlayışın yarattığı sonuçları ve yine halklarının çabalarını, kendi gözlem ve çözüm önerilerini dillendiriyor. Gezegenimizin sesini duyurmak dediği tam da bu; “Toprak ‘imdat’ derken ümitsizliğe yenilebilir miyiz hiç?” diye soruyor:
“Islah ümitsizliğe karşı güçlü bir panzehirdir. Toprak Ana’nın bugüne dek bize cömertçe sunduğu ziyafetin tadını çıkarttık ama artık tabaklarımız boş, yemek odası darmadağın. Bulaşıklarımızı Toprak Ana’nın mutfağında yıkamaya başlamamızın vakti geldi. Bulaşık yıkamak insana angarya gibi gelir, oysa yemeğin ardından mutfağa geçen herkes bilir ki, kahkahalar, keyifli sohbetler, dostluklar hep orada yaşanır. Bulaşık yıkamak da tıpkı ıslah çalışmaları gibi yeni ilişkiler kurmamızı sağlar.”
•
GİRİŞ RESMİ:
Potawatomi'lerin devlet parkına (eyalet tarafından yönetilen doğal park) dönüştürülmüş topraklarından bir sonbahar manzarası. (Fotoğraf: Christopher J Franklin)