Diktatörlük sendromu

"Babası hukukçu-yazar olan ve Kahire’nin nezih semtlerinden Garden City’de büyüyen 'beyaz Mısırlı' Asvani, ülkesi için demokrasi istiyor, ama demokrasinin önündeki en büyük engelin de Britanyalılar gibi davranmaktan âciz Mısır halkı olduğunu düşünüyor."

22 Nisan 2021 20:30

Ala El-Asvani’nin 2019’da yayınladığı kitabı Diktatörlük Sendromu (İletişim Yayınları, 2020) Türkiye (ve aslında tüm dünyada otoriter rejimlerin yükselişi) açısından ilginç bir anlatı olabilirdi. İki binli yılların başında Asvani’nin bir yazar olarak tanınması Yakupyan Apartmanı (2002) adlı romanının İngilizce çevirisi ile olmuştu. O dönemde romanın ilk Türkçe çevirisi Merkez Yayın tarafından yapılmıştı, daha sonra farklı yayınevleri tarafından basıldı. Edebi değeri tartışmalı da olsa, Kahire’de eski bir apartman ve sakinleri çerçevesinde kurgulanan roman Mısır’da toplumsal ve kültürel hayata ilişkin ilginç gözlemler içeriyordu. Asvani daha sonra Chicago (The American University in Cairo Press, 2007) başlıklı bir roman ve Friendly Fires (London, Harper Collins, 2009) adı altında küçük hikâyeler yayınladı ve Batı basınında geniş yer buldu.

Bu dönemde Asvani ile tanışıp birkaç kez sohbet edip röportaj yaptım; ülkesi için bir şeyler yapmak isteyen samimi bir demokrat, ilginç bir insandı. Asıl mesleği olan dişçiliği toplumdan kopmamak için sürdürdüğünü söylediği sohbeti muayenehanesinde yapmıştık. Bu arada farklı çevrelerden aydın ve demokratların oluşturduğu “Kifaya” hareketinin öncülerinden biriydi, Kahire’de 2006 yılında yaptıkları uluslararası toplantıyı izledim. Kifaya platformu o dönemde Mısırlı solcular arasında tartışma yaratıyordu, bazı solcular bu platformu İslamcılar (Müslüman Kardeşler) ile işbirliği yapması nedeniyle eleştiriyordu. Tanıdık geliyor, değil mi? Bu hareket daha sonra Arap Baharı gösterilerinde de öne çıkmıştı.

O dönemde Türkiye’de Mısır’ı en iyi bilen akademisyen olan Fulya Atacan ile, Kifaya çevresinden ortak arkadaşımız müteveffa Mustafa Labbad’la İstanbul ve Kahire’de uzun sohbetler ettik, tartışmalar yaptık. Mısırlı demokrat aydınlar, Müslüman Kardeşler, Arap Baharı mevzuları, Türkiye’de yaşananlar ile de bağlantı kurulabilecek, uzun bir hikâye; şimdilik bu konuyu bir yana bırakalım. 2008-2010 arasında çeşitli gazetelerde yayınladığı ve sonu “Çözüm Demokraside” (Democracy is the Solution) ile biten siyasi yorumlarını On the State of Egypt, A Novelist’s Provocative Reflections (The American University in Cairo Press, 2011) başlığı altında yayınlayan Asvani, diğer pek çok Mısırlı veya yabancı gözlemci gibi, Arap Baharı sonucunda Müslüman Kardeşler’in iktidarı döneminde hayal kırıklığına uğramıştı. Burası da tanıdık, değil mi? Sonuçta Müslüman Kardeşler’in askerî darbe ile iktidardan uzaklaştırılmasına örtük de olsa destek verdi ama sonra Sisi rejimine karşı muhalefete geçti ve Mısır’ı terk edip Amerika’ya yerleşti. En son romanı The Republic of Truths Arap Baharı dönemini konu alıyor.

Asvani Diktatörlük Sendromu kitabının yayıncı arkadaşı Barbara Schwacke’ın fikri olduğunu söylüyor. Schwacke başlangıçta uzmanlığı olmayan bir konuda kitap yazma fikrine uzak duran Asvani’ye, “insanlığın genel olarak sergilediği diktatörlük alametleri” konusundaki düşüncelerini “tıbbi bir rapor biçiminde yazmasını salık vermiş”. Nerden baksanız kötü bir öneri ama toplumsal-siyasal olaylara ilgi duyan ve dahası, romancılığı ile popülerleşen bir doktorun böyle bir öneriye direnmesinin zor olduğunu tahmin edebiliriz. Sonuçta Asvani Mısır’ın hali pürmelali ve diktatörlük üzerine düşünürken kafasında cevap veremediği sorulara Etienne de La Boétie’nin Gönüllü Kölelik Üzerine Söylev’ini[1] okuyarak ikna edici cevaplar bulmuş. Boétie’nin 1530-1563 arası yaşamış ve “Gönüllü Kulluk” üzerine yazdıklarının ölümünden sonra, 1577’de yayınlanmış olduğu dikkate alınırsa, keşke beş yüz yıla yakın bir süre içinde siyaset teorisi çerçevesinde bu konuya ilişkin yazılmış, zihin açıcı birkaç kaynağa[2] daha baksaydı diye düşünmemek elde değil. Diktatörlük üzerine her kalem oynatan bu konu üzerine tüm siyaset teorisi külliyatını hatmetmeli demiyorum ama “diktatörlük” denince 16. yüzyılda yazılanlara dönmektense, öncelikle 20. yüzyılda faşizm, Nazizm, totalitarizm tecrübeleri ve bunlar üzerine yazılıp çizilen onca şey hiç mi hatırlanmaz?

Aslında mesele bu konularda yeterince malumat sahibi olup olmamak değil; Asvani’nin kitap boyunca sergilediği kafa karışıklığı bile değil. Asıl sorun, siyasete ilgi duyan pek çok benzeri gibi, deneyim ve düşüncelerini (arkadaşının cesaretlendirmesi ile olsa da) ilk kez yaşanıyor ve düşünülüyor sanıp büyük başlıklar altında toplamakta tereddüt etmemesi. Doktorlar kızmasın ama işin içinde belli ki bir de doktorlara mahsus yanıltıcı özgüven var. “Mademki insanların hastalıklarını teşhis ve tedavi ediyoruz, toplumlarınkini de benzer bir yöntemle halledebiliriz veya deneyebiliriz” fikri aslında doktorlara mahsus değil; 19. yüzyıldan itibaren öne çıkan pozitivist “sosyal bilimler” arayışının ifadesi. Bu yaklaşımın sorunlarını birinin doktorlara izah etmesinde fayda var. Dahası, bu yaklaşımın öncelikle soyut planda kuramsal değil, politik bir sorun olduğunu, sorunu “hastalık”, çözümü “tedavi” olarak kodlamanın olsa olsa otoriter siyasetlerin dili olabileceğini hatırlatmak gerek. Fizyolojik veya psikolojik patoloji dilini politik alana taşımanın en “masum” sonucu toplumsal-siyasal iktidar ilişkilerini sorgulama alanı dışında tutmaktır. Almanya’da Nazizmin yükselişini İkinci Dünya Savaşı sonrasında Hitler’in psikolojisi ve/veya kitle psikolojisi ile açıklamaya kalkan yaklaşımlar da dahil olmak üzere, bu bakış açısı “diktatörlük” konusunu aslında tarihsel/toplumsal/siyasal çerçevesinden soyutlar. En kötüsü, gözlerinizin önünde diktatörlüğe giden gelişmeleri kavrayamazsınız. Maalesef son zamanlarda ABD’de Trump yönetimi, İngiltere’de Brexit oylaması, Avrupa’da popülist söylemlerin yükselişi sıklıkla, patolojik olmasa da derinlikli sorgulamalardan aciz, İslamofobi, yabancı karşıtlığı, “post-truth çağı” gibi terimlerle, sığ çerçevelerde yorumlanıyor.

Mısır’da otoriter rejim ve münhasıran Mübarek iktidarı bir dizi tarihsel, toplumsal, siyasi gelişmenin sonucu idi. Gerçi Nâsır dönemi de Arap milliyetçiliği ve sosyalizm karışımı, otoriter bir siyaset anlayışına dayanıyordu, ancak 1973 Arap-İsrail savaşından sonra ABD ile ittifak ve ekonomik liberalizm siyasetine geçiş, içerde Nâsırcılık ve sol siyasetlere karşı Müslüman Kardeşler ile ittifak, dış politikada mevcut iktidarların kendilerini İslamcılık tehlikesine karşı en iyi kalkan olarak takdim etmeleri siyasi sistemi darboğaza sokmuştu. Mesele Asvani’nin ileri sürdüğü gibi Mısırlıların Nâsır döneminden başlayarak, savaş kaybetmiş de olsa “diktatörlere büyülü bir bağlılık göstermesi”, Britanya gibi savaş kaybeden Churchill’i başbakanlıktan indiren “psikolojik olarak sağlıklı bir toplum”[3] olmamaları değildi. Otoriter rejimlerin “makbul vatandaş”ı korku ve sadakat üzerinden ürettiği doğrudur, ancak Asvani’nin ileri sürdüğü gibi “Ülkesi için yeni bir anayasa hazırlanmasından ziyade cinsel gücünü artıracak yeni bir ilaç bulmaya çalışan, ya da ülkesinde özgür ve adil bir seçim yapılmasından ziyade oğlunu kazançlı bir işe sokma isteyen makbul vatandaş”[4] siyasi bir sorunun izahı değil, sonucudur. Asvani’nin iddialı başladığı diktatörlük çözümlemesinin, sorunu “tüm hayatını otoriteye itaat ve yaltaklanma ile geçirdiği için koyun gibi” davranan Mısırlılarla açıklamaya varması aslında sadece kafa karışıklığının sonucu değil. Batı dışı dünyada kendini “demokrat” olarak gören seçkin aydınların pek çoğunda rastlayabileceğimiz üsttenci bir bakış, hatta sıradan insan nefretinin ifadesi. Babası hukukçu-yazar olan ve Kahire’nin nezih semtlerinden Garden City’de büyüyen “beyaz Mısırlı” Asvani ülkesi için demokrasi istiyor, ama demokrasinin önündeki en büyük engelin de Britanyalılar gibi davranmaktan âciz Mısır halkı olduğunu düşünüyor. Asvani’ye göre, “Diktatörlük sendromu bir diktatöre ihtiyaç duyan ya da onu kabul etmeye razı halkla başlar”.[5]

Asvani (Paris, 2014)

“Diktatörlük sendromlarından faşizmin tetkiki açısından Mısır oldukça elverişlidir” diye düşünüyor[6] ama Mısır’ın bu hale nasıl geldiğini anlayamadığını söylüyor, çünkü ona göre “20. yüzyılın ilk yarısında Britanya işgali (1882-1956) ve kralın tek adam olma çabalarına rağmen Mısır görülmedik ölçüde bir entelektüel hoşgörüye sahipti”.[7] Bu iddianın tuhaflığını anlamak için Mısır tarihini uzun boylu bilmeye gerek yok; herhangi bir modern Ortadoğu tarihi kitabını açın, o dönemde yaşananlara bir göz atın, yeter. Bırakın entelektüel hoşgörüyü, okuma yazma oranı 1930’larda yüzde 20, 1950’de yüzde 33-34 civarındaydı. “Az olsun, koyun gibi olmasın” diyebilirsiniz de, böyle düşünmenin sonucunun demokrasi olmadığı kesin.

Asvani’nin diğer bir ilginç iddiası, “Halkların dikta rejimlerine yatkınlığındaki önemli faktörlerden biri(nin) devlet nosyonunun olmaması”. Ona göre “Kabileci kültürel gelenekleri olan halklar otoritarizme fazla direnemezler”.[8] “Ama hani Mısır 1956’ya kadar ‘entelektüel hoşgörü’ cenneti idi, sonradan mı kabileci kültürü benimsedi?” diye sorabilirsiniz. Her şeyden önce Asvani’nin modern otoriter siyasetler ile pre-modern baskıcı düzenler arasındaki farkı anlamadığı belli. Öyle bile olsa, “Mısır ne zaman kabilecilik düzeyine düştü?” sorusunun cevabı örtük olarak kitapta mevcut. Müslüman Kardeşler ile bazı sol demokrat aydınların bir araya geldiği Kifaya hareketinin mensubu olarak solcu arkadaşlarını kızdıran Asvani sonunda dönüp dolaşıp faturayı İslamcılık’a çıkarıyor. Dahası, “İslamcılık” tanımı dolaylı yoldan da olsa (tıpkı bizim 1990’larda tanık olduğumuz tartışmalar çerçevesinde olduğu gibi) sınıfsal tepkilerini ele veriyor. İslamcılık’ın otoriter bir siyaset anlayışına sahip olduğu kesin ama İslamcılık da pek çok diğer otoriter ve faşizan siyasi akım gibi, alttan gelen toplumsal tepkilerin bir ifadesidir. Müslüman ülkelerde solcuların bir kısmı bu gerçeği kabul etmeye yanaşmadı. Asıl ilginç olan, tam tersine bazı sol, demokrat, seçkin aydınların İslamcılar ile siyasi ittifaka çok hevesli olmasıydı. İslamcılar için nasıl “demokrasi hedefe varmak için binilen bir tramvay” ise, bu kesim için de, “demokrasi hedefine varmak için İslamcılar’ın tramvayına binmekten başka çare yoktu”. Üç beş aydın bir araya gelerek toplumsal destek ve siyasal güç elde edemeyeceğine göre, bu şartları haiz İslamcılar’ın yükselttiği dalga üzerinden demokratikleşme yolu açılabilirdi. En iyi ihtimalle taşralı, alt-orta sınıf veya köylü, “yeterince okumamış, yeterince düşünmemiş, yeterince yontulmamış” bu kesim zaten yönetebilmek için aydınların tavsiyelerine ihtiyaç duyacaktı. Uzatmayayım, gerisini biz de yaşadık. Kısacası, iyi niyetinden hiç kuşku duymadığım Asvani de, kafa karışıklığı ile, tutarsızlıkları ile, hayal kırıklıkları ile, demokratlıkla seçkincilik arasında savruluşları ile, hâlâ kuyruğu dik tutma çabaları ile bu takımdan biri. Yine de keşke böyle bir kitap yazmaya kalkışmayıp mahcup olacağı şeyler söylemeyeymiş!

 

NOTLAR:


[1] Etienne de La Boétie, The Politics of Obedience: The Discourse of Voluntary Servitute, New York, Free Life Editions, 1975 (Türkçesi: Gönüllük Kulluk Üzerine Söylev).

[2] Bu konular üzerine sayısız kaynak arasında doğrudan bu başlık altında yazılmış bir değerlendirme olarak bkz. Michael Rosen, On Voluntary Servitude False Consciousness and the Theory of Ideology, Cambridge, Polity Press, 1996.

[3] Diktatörlük Sendromu, s. 21.

[4] A.g.e., s. 39.

[5] A.g.e., s. 137.

[6] A.g.e., s. 63.

[7] A.g.e., s. 63.

[8] A.g.e., 110.

 

GİRİŞ RESMİ:


Sacha Baron Cohen, 2012 yapımı Diktatör'de (solda), Charlie Chaplin 1940 yapımı Büyük Diktatör'de (sağda).