Knausgaard’ın kirpilerini beklerken

"Roman yazarak istediği başarıyı elde edemeyen bir edebiyatçı, roman yazarak istediği başarıyı elde edememesi hakkında yazarak kazandığı bilinirliği roman yazarlığı statüsünü pekiştirmek için kullanmayı seçiyor... Edebiyat şudur budur ketlemelerini iradesiyle bir buzkıran gibi aşmayı başaran Knausgaard sıradan bir edebiyat meraklısından yazarlık ikonuna nasıl dönüştü?"

22 Nisan 2021 19:00

Son yıllar küresel sahnede iki edebiyat figürünün zuhurunu anbean izledik. Bunlardan göz önünde olmayı seveni, Norveç semalarından merhaba diyen Karl Ove Knausgaard idi. Görünmezlik pelerini kuşanmış olanı ise İtalyan topraklarının kim olduğu bilinmeyen markası Elena Ferrante. Kimlik meselesinin didik didik edildiği dönemde iki ismin de otobiyografik kurgu yaklaşımından beslenmesi, 1977 yılında icat edilen terimle otokurgu ekseninde üretmesi tesadüf olmasa gerek.

Elena Ferrante gizlediği hayatını çağrıştırıyora benzeyen Napoli Romanları dörtlemesi ile roman formatını biyografiye yaklaştırdı. Knausgaard ise dünya edebiyat gündemini, günlük formatını roman gibi kullanarak hayatını kurgusallaştırdığı, altı kitaplık Kavgam serisiyle domine etti. Kavgam’ın ardından benzer anlayıştaki Mevsim Dörtlemesi  geldi.

Knausgaard’ın istediği etkiyi sağlayamamış iki romanı sonrasında hayatını merkeze alan yapıtlarla tanınırlığı yakalaması dikkat çekiciydi. O günden bugüne denemeleri haricinde Norveç’in ikonik ressamı Edward Munch hakkındaki kitabıyla karşımıza çıkan yazar 2020 yılında –henüz Norveç ve İsveç dışında yayımlanmamış olan– Sabah Yıldızı isimli yeni romanıyla geri döndü. Roman yazarak istediği başarıyı elde edemeyen bir edebiyatçı, roman yazarak istediği başarıyı elde edememesi hakkında yazarak kazandığı bilinirliği roman yazarlığı statüsünü pekiştirmek için kullanmayı seçiyor. Bu anlamda çember tamamlandı gibi görünüyor.

2009 yılından 2011 yılına dek 3.500 sayfalık verimle gündelik gerçekliğinden aile tarihçesine her şeyi ama her şeyi ifşa eden yazarın Yale Üniversitesi’nin “Neden Yazıyorum” başlıklı konuşma serisindeki metni, Norveç edebiyatını dünyaya tanıtma misyonunu üstlenmiş NORLA organizasyonunun fon desteğiyle, çevirmen Haydar Şahin tarafından İstemsiz ismiyle dilimize aktarıldı ve yakın zamanda Monokl Edebiyat etiketiyle yayınlandı.

İstemsiz, Knausgaard’ın düşünsel dönüşümünü edebiyatla ilişkisi üzerinden belgelediği yarı teorik bir sunum; az sayfada sanat süreçleriyle ilgili zengin panorama seyrettiren bir çeşit kâğıttan kaleydoskop. Bunların yanı sıra kirpi gördüğünüzde edebiyat düşünmenizi garantilemek gibi sempatik bir başarısı da var. Kendimize itiraf edemesek de, metnin dünya çapında merak edilip okunmasının en önemli sebebi, edebiyat alanı can çekişirken bir yazarın şöhret halesini elde etmeyi nasıl başardığını öğrenmek.

Knausgaard ise okurlarının aksine, her şeyi itiraf edebilecek, insanüstü bir kuvvete sahip:

Görülmek istiyordum, bir yazar ününe kavuşmak istiyordum; yazar olarak özel, çarpıcı biri olduğumu, yapıtlarımın özel bir değer taşıdığını, genç bir lise öğretmeni veya muhabir değil de bir yazar ve sanatçı olduğumu göstermek istiyordum. Tıpkı daha önce bir futbolcu veya pop yıldızı olmayı düşlediğim gibi bunun hayalini kuruyordum. Sanki hiçbir değerim yoktu ve ancak başkalarının hayranlık duyduğu bir şey yaparsam değer kazanabilirdim.” (s. 54)

Bu kitabı okumak edebiyat üretimindeki taklit yapaylığına gömülmüş bilince canlılık aşısı yapmak anlamına gelebilir. Çağcıl edebiyat teorileriyle obezleştirilmiş yazı öğrencisinin bedensel derecede çiğ duyumlarını kâğıda dökmeyi nasıl keşfettiğinin öyküsünü izliyoruz. Edebiyat şudur budur ketlemelerini iradesiyle bir buzkıran gibi aşmayı başaran Knausgaard sıradan bir edebiyat meraklısından yazarlık ikonuna nasıl dönüştü? Cevap basit değil fakat acımasızlık, ödünsüzlük, umursamazlık, haset, öfke, tutku ve başkaldırı içerdiği tartışmasız.

Bir örnekle açalım bu meseleyi:

Ertesi yıl yaratıcı yazarlık programına kabul edildim. Yılda yalnızca on öğrenci alıyorlardı ve okula başladığımda, daha o zamandan, kendimi yazar olarak görüyordum. Hiç kuşkusuz umutlarım suya düştü, yazdığım her şey yırtılıp atıldı; okulu bitirdiğimde yazar olarak kendime güvenim sarsılmıştı. Yine de yazmayı sürdürdüm, yılda birkaç öykü çıkardım, fakat yazdıklarımın hiçbiri yazarlık arzumu haklı göstermeye yetmiyordu; öykülerim kötü olduğu kadar anlamsızdı da. Geriye iradeden başka bir şey kalmamıştı neredeyse ve bu irade kramp gibi kaskatıydı, bir tür kabuk gibiydi. Uğraşmayı sürdürmemin en büyük nedeni bir yazar olmak için bu kadar uğraştıktan sonra başarısızlığın beni küçük düşürecek olmasıydı muhtemelen.” (s. 54-55)

Knausgaard önce beş milyon nüfuslu ülkesinde yarım milyon okura ulaşan Kavgam serisiyle fenomene dönüştü, oradan da dünyanın tanıdığı bir ünlüye. Farklı olan şuydu ki, çoğu yazarın aksine, Knausgaard’ın şöhret kültü ile sorunu yoktu. Knausgaard açık açık ifadelendirdiği üzere meşhur olmak istiyordu ve hatta esas sorun doğumundan ancak 41 yıl sonra bu tanınırlık seviyesine ulaşmasıydı. O, hayranlık uyandırma eğilimini yaka kartına iğnelemesiyle alışıldık yazar profilinden ayrışıyordu.

Gerçekten nitelikli kitaplar mı yazmak istiyordu yoksa takdir görme arzusu mu onu nitelikli kitaplar yazma hedefine sürüklemişti? Edebiyat ile mi ilgiliydi, ululuğunu onaylayan bakışlar biriktirmekle mi? Eşini aldatmayı düşündüğü pasajları eşine okutarak fikrini sorduğunu anlattığı pasajları da yazıya dökmekten imtina etmeyen bu insan, beğenilme bağımlılığı yüzünden anlamlı ilişkilerinin tümünü ezip geçen bir canavar mıydı? Tüm hikâye görünürlük imparatorluğunda ideal vatandaş olmaya indirgenebilir miydi? Belki…

Belki ama karşıt yaklaşım da var elbet. Knausgaard sanatçının hedefinin tam özgürlük olması gerektiğine inanıyordu. Kişinin kendi fobilerini, dogmalarını, komplekslerini faş etmesi, sosyalliğini inşa eden ezberlerini terk etmesi şarttı, evet ama yetmemeliydi. Anlamlı ve iyileştirici olanın konfor alanına da savaş açılmalıydı. Eğer hakikati aktarmaya yeminliyseniz, hasta gününüzde çorbanızı hazırlayan sevdiceğinizin mahremini beynelmilel bir gösteriye çevirmeniz adilik değil, zorunluluktu. Eğer bunu adilik kabul ederseniz, toplumun baskıcı sistematiğine omuz vermeye başlamışsınız demekti.

En derindeki karanlığı tamamiyle kâğıda dökemiyorsanız siz bir korkaktınız ve sanatçı addedilmek için yetersizdiniz. Bu kabulle yol almalıydı yazar. Knausgaard böyle yapmış ve yakınlarını hayranlarla değiş tokuş etmişti. İçsel değerlerin materyal kazanım için terk edilmesini imleyen Faust antlaşmasına imza attığını kendi de kabul ediyordu.

Kavgam serisinin ilk satırlarını sabah çocukları okula gittikten sonra yazmaya başladı. Çocuklarının az sonra okuldan döneceklerini yazdı ve aile düzeninde nasıl da sıkışmış olduğunu. Böyle başladı her şey. Coğrafyasının en lanetli kitabının ismiyle anılmayı seçmek nasıl bir çaresizlik algısının sonucuydu? Geri dönülemeyecek adımlar attığının farkındaydı fakat başka ne yapabilirdi? Yazar kimliğini kabul ettirmek peşinde buharlaşan kırk yıldan geriye sadece çocuklar gelmeden yıkanmayı bekleyen bulaşık kalmıştı.

“Fakat masamın başına geçip bilgisayarımı açınca oraya erişmenin hiçbir yolu yok, sonuçta dil kendi anlamını taşıyor, biçim kendi anlamını taşıyor ve yazmaya başlar başlamaz içimde, bana ve beni oluşturan şeye yakın, apaçık, pırıl pırıl ve çıplak duran şey kökten değişim geçiriyor; artık yakın değil, artık benim değil, dilin ve biçimin beraberinde gelen anlam uzaklık yaratıyor, onu başka bir şeye dönüştürüyor, en iyi olasılıkla bir deneyimi anlatan ama onu kendisinde içermeyen bir metin, en kötü olasılıkla duygularına egemen olamayan bir adamın özentili yazısı olup çıkıyor.” (s. 50)

İçindekileri sansürsüzce kâğıda dökmenin takdir görmek için tek yol olduğuna karar veren, becerikli bir adam tanıdıkları için tehlikeye dönüşür. Paragraflar dostane bağların çözülüşünü yankılar artık. Edebi birikimin önüne geçer magazin. Sanılanın aksine, gerçeğinizi doğrudan anlattıkça gerçeği kaybetme ihtimaliniz artabilir. Knausgaard İstemsiz kitabında farklı düşündüğünü vurgulasa da, edebiyatın kodlanmış bir sistem olması gerçeğe yaklaşmayı gereğinden fazla zorlaştırmaz. Ne sahtelik bariyerleri yükseltmektir amaç ne züppelik taslamak. Edebiyattaki kapalı anlatımın amacı gerçekle aradaki mesafeyi kaybetmemektir. Mesafe olduğu sürece şüphe ölmez. Şüphe devam ettiği sürece kendinden eminlik balçığına saplanmak ertelenir. Sanatçı kendini gerçekliğe mesafelendirerek bilinmeyenin hediyelerine imkân açar.

Edebiyatın ilk tezahürü olan şiir sanatının deneyime dair değil, deneyimin algılanışındaki biricikliğe dair olmasıdır mesele. Kimse günlük yaşamını olduğu gibi anlatamaz, bu mümkün değildir, çünkü yaşam psikolojik filtremizden geçerek ulaşır bize; hatta yaşamak dediğimiz tam da deneyimin algı kanallarında, bize özgü öğrenilmişlikle şekillenmesidir. Dolayısıyla yaşadıklarınızı kendinizden ayırarak önünüzdeki sayfaya yerleştirmeye çalışırken netlik ayarını artırmak demek yargılarınıza daha da meşruiyet kazandırmak demektir. Kendi düşündüğünüze inanmaya başlarsınız. Empati azalır. Karşınızdakini düşmanlaştırırken acaba demezsiniz artık. Frenle işiniz kalmamıştır, gaz pedalına yüklendikçe yüklenirsiniz. Eşinizin öz kıyım düşüncelerine sürüklenmesini serinizin altıncı kitabına konu ederken, her şeyin sanat için kurban edilmesini gerektiğini anlatan vaazlar vermekte beis görmezsiniz.

Büyük bir edebiyatçı mısınızdır yoksa sadece yetenekli bir ün düşkünü mü? Bunu bilemeyiz ama daha acısı, İstemsiz kitabındaki tondan anlaşılacağı üzere, bunu siz de bilemezsiniz artık. Sınır aşımı gerçekleşmiştir. Ne çocukların eve gelmesini beklerken gelecekte şaheserlere imza atacağı hayallerine gömülmüş çaresiz kişisinizdir siz ne de herkesin “ailesinin kirli çamaşırlarından bahsedip ünlü oldu” dediği fenomen. Yeteneğinizle kitlesel onay ihtiyacınız arasında bölünüp inhilal etmiştir prensipleriniz. Kandırmış mısınızdır hayatı yoksa o mu sizi kandırmıştır, asla emin olunamaz.

Van Gogh’tan ve bahçedeki kirpilerden bahsedersiniz “neden yazıyorsunuz” diye sorulduğunda. İncelikli analizlerinize devam edersiniz kitaptan kitaba; zeki ve birikimli olduğunuz konusunda hemfikirdir herkes ama işte bir parazit vardır sanki frekansta. Farkındasınızdır bunun; ne yazık, gerçeklikten esirgediğiniz şüphe kendinizle ilişkinizde baş köşeye yerleşmiştir şimdi. Yetersizlik hissi bırakmamaktadır peşinizi, yazma motivasyonlarınızı aktardığınız konuşmaya dahi siner:

Hangi hakla Munch’ten ve Van Gogh’tan söz ediyorum? Kirpileri roman yazmaya benzetmek aptallık değil mi! Yazdıklarım beş para etmiyorken neden yazdığım konusunda konuşmamı niye dinlesinler insanlar?” (s. 52)

Dürüstsünüzdür, evet, tabuları yıkmışsınızdır. “Tam bir sanatçı” mı diyeceklerdir sizin için? Belki de evet fakat merkezinizde misiniz yoksa hâlâ takdir edilme ateşi mi sürüklemekte benliği? Yol içe dönmemiş ve dışarıya doğru gittikçe uzaklaşan siz olmuşsunuzdur sanki.

Uzaklardan kendinize el sallarken buluruz sizi. Biraz servet, biraz şöhret ve tonla övgü. Karlı akşamlarda yıldızlara bakıp kurduğunuz düşlere yer kalmış mıdır? Önemsizdir bu çünkü tamamı istemsizce gelişmiştir ve olması gereken olmuştur, falan filan. Çıtırdayan şöminenin başında kendinizi sahtekâr olmadığınıza ikna etmeye çalışmaktasınız, dışarıda ise imzanızı bekleyen milyonlar var. Bahçedeki kirpiler hakkında düşünmek için güzel bir gece.