Kadir Işık'ın öyküleri: Boşlukların ve belirsizliklerin bıraktığı izler

"Kısa öyküler yazmıyor Kadir Işık, öykünün odağını dağıtmadan metnin atmosferini daha güçlü biçimde hissetmemizi sağlayacak betimlemeler ve kişileri biraz daha yakından tanımamızı sağlayacak diyaloglar konusunda dili sıkı değil, olay örgüsü de genellikle gerilimli olmakla beraber hareketli. Gelgelelim, kimi zaman daha sıkıştırılmış bir anlatımı yeğliyor."

22 Nisan 2021 20:00

Kadir Işık’ın Herkesten Uzakta’da yer alan öyküleri arasında hem ben-anlatıcıdan dinlediğimiz hem de dışarından bir anlatıcının aktardıkları var. Gelgelelim, bu farkın esaslı bir önemi yok, çünkü dış-anlatıcılar öykü kişilerinin iç seslerini duymayı becerseler de bize ben-anlatıcıların anlattıklarından daha fazlasını söylemiyorlar. Bunun iki nedeni var: Birincisi, anlatıcıların tutumu; öykü kişisinin çok yakınından konuşuyorlar, dışarıdalar ama baktıkları perspektif öykü kişisininkinden daha geniş değil genellikle, onun gördüklerini görüp işittiklerini işitiyorlar. Öbür nedense öykü kişilerinin de kendi iç dünyalarında olan bitenler hakkında söyleyebilecekleri dört başı mamur şeyler pek yok, olsa da ketumlar. Söyledikleri daha çok o andaki ruh hallerini bize taşıyor. Öykülerin genel atmosferini belirleyen de genellikle onların bu ruh halleri.

Işık’ın iki öyküsü (“Yüzleşme” ve “Sen Benim Her Şeyimsin”) bu anlamda öbürlerinden biraz farklı. Bu iki öyküde dış-anlatıcı iki ayrı kişiyi seslendiriyor. Öbür öykülerdeki gibi, yine her şeyin belirgin olduğu, adının konduğu, baştan sona çözümlenip bir sonuca varılmış doğrular, hakikatler değil bize aktarılanlar. Anlatıcı, bu iki öyküde her iki öykü kişisinin de çok yakınında, oradan sesleniyor. Dolayısıyla bu öykülerde iki ayrı kanaldan akan diyaloglar söz konusu. Bir yandan öykü kişilerinin konuşmaları akıyor. Kendi içlerinde olduğu gibi, dışarıya karşı da çok konuşkan değiller, yine de birbirlerine bir şeyler söylüyorlar. Kişiler ve olan bitenler hakkında (geçmişten çok şimdide olan bitenler hakkında) bu açık diyaloglar da bize bir şeyler aktarıyor. Beri yandan dış-anlatıcının çok derine inmeden kulak kabarttığı iç seslerin diyaloğu var – diyalog denebilirse, paralel iç monologlar aslında. Bu iç sesler, kuşkusuz, birbirlerini işitmiyorlar, ama iç seslerin karşılıklı ifade edilişinde diyaloğu andıran bir yan da yok değil. “Sen Benim Her Şeyimsin”de örneğin, Selçuk’un söylediklerinden Baki’nin ne anlam çıkardığı ya da arkadaşının söyledikleri karşısında neler hissettiği hakkında bir şeyler öğreniyoruz. Benzer biçimde “Yüzleşme” öyküsündeki karı koca için de bu durum geçerli. Gelgelim, “diyaloglar”ın iki ayrı kanaldan akmasına rağmen öykü kişilerinin birbirlerini anladıkları ya da çözümledikleri söylenemez. Kadir Işık, bu sonuncuyu özellikle okuyucuya bırakıyor.

“‘Niçin bu yürüyüş, daha ne kadar gideceğiz böyle,’ dedi kadın, durdu, geriye bakmadı, ileriye, dağın yamacına, sedir, gürgen, çam ağaçlarının iç içe geçtiği yamaca dikti gözlerini. Adamın içine dolan huzur kayboldu. Kadını olabildiğince kendi dünyasından uzaklaştırmak, uzaklara taşımak, dışarıda başka hayatların da olduğunu göstermek istiyor.” (s. 11)

Anlatıcı, önce kadının cümlesini aktarıyor, ama peşinden adama odaklanıyor. Adamın niyetinden ve kadının söyledikleri karşısında değişen ruh halinden bahsediyor. Anlatma açısını, açılarını sürekli bu şekilde kurmuyor ama anlatıcı, bir iki paragraf sonra açı değişiyor.

“‘Dün gece yağmur yağmış,’ dedi adam. Ayaklarının altındaki toprak nemli, patikayı saran eğreltiotlarındaki su damlaları paçalarını ıslatmış. Rüzgâr uzaklardan dağ kekiğinin kokusunu taşıyor. Kadının sıkıntısı hafifledi, içine kısa süreliğine de olsa çoktandır hissetmediği bir huzur doldu.” (s. 12)

Bu kez de adamın konuşmasıyla başladı anlatmaya, ardından kadının ruh haline geldi. Dikkat edilirse, anlatıcı iç sese odaklandığında iç konuşmayı yapanın kendisiyle değil, öbürüyle ilgili hislerini aktarıyor daha çok. Anlatıcının bu tutumu aralarındaki gerilimi derinden duymamıza yardımcı oluyor. Bu ikisi arasında bir tetiktelik hali çok baskın. Öykünün gerilimi kişilerin bu tetikteliği hem koruyup hem de ortadan kaldırmaya yönelik konuşma çabalarında. Kadının bakışları canlandığında mesela, kadının o an ne hissettiğine değil, bu durumun adamın gözünden kaçmadığına çekiliyor dikkatimiz. Her ikisinde de belirgin bir yoklama isteği, çabası var, hem kendilerini hem öbürünü yokluyorlar. Yan gözle de baksalar, öbüründeki ruh hali değişimini izlemekteler. Kendi içlerine dönmüyor değiller, anlatıcı bize bunları da aktarıyor, sadece öykünün anlatı zamanıyla da sınırlı değil, geçmişten enstantaneler ya da süregelen hisler de var bize açılan. Ne ki bunların hiçbiri bu ikisi arasındaki gerilimin özüne, temeldeki nedenine dair, kesinlikli bir bilgi vermiyor bize.

Öykü boyunca bize her şeyin anlatılmamasının klişe bir tabirle “odadaki fil” esprisi olduğu, öykünün buna dayandığı zannedilmemeli. Evet, okuyucuya söylenmeyen bir şeyler var, ama bizden “odadaki fil”i esirgeyerek önümüze bir muamma koymuyor Kadir Işık. Fili gördüğümüzde taşlar yerine oturacak, ama murat edilen, taşların dağınıklığını da görmemiz. Bu daha önde belki, önemli olan filin varlığı ya da cesameti değil.

“Sen Benim Her Şeyimsin”de rol dağılımı eşit değil. Bu öyküde de anlatıcı hem Selçuk’un hem Baki’nin iç-sesini işitip bize aktaracak kadar öykü kişilerinin yakınına gidiyor, ama ağırlık Baki’de. Oysa öykü Selçuk’la başlamıştır. Bu öyküden “Yüzleşme”deki akışa benzer bir örnek:

“‘Keşke eskiden olduğu gibi hep burada olsaydın,’ dedi Selçuk. Bu insanların arasında güvenebileceği kimse olmadığından yakındı. Eskiden her söylediğine inanıyordu Baki, şimdi bir yere kadar. Oraya gelmekle iyi mi, kötü mü yaptığını düşünüyor.” (s. 55)

Beri yandan anlatıcının odağını aniden, bir cümleden öbürüne geçerken öbür öykü kişisine kaydırması her iki öyküde aynı işlevi görmüyor. “Yüzleşme”de eşler arasındaki gerilimin yoğunluğunu hissetmemizi sağlıyordu; “Sen Benim Her Şeyimsin”deyse Baki’nin tedirginliğini, kendi içindeki sorgulamasını belirginleştiriyor. Aradaki fark tuhaf biçimde bir başka benzerlikten kaynaklanıyor. “Yüzleşme”deki kadınla adam gibi, Baki de geleceğini nasıl kuracağını sorgulamakta. “Yüzleşme”deki kadınla adamın arasındaki gerilim ya da tetikte olma haliyse özünde bu geleceğin birlikte olup olmayacağına dayanıyor. Öykünün anlatı zamanının öncesinde bir şeyler olmuş ya da yaşanmış yahut beklenenin tersine olmamış ya da yaşanmamış (“odadaki fil”?) ama biz sorunun, gerilimin nedenini bilmiyoruz, geleceğin nasıl olacağı konusunda da kadınla adamın öngörüleri yok. Beraber çıktıkları dağ yürüyüşü bu soruya bir yanıt bulma çabası. Baki’nin durumu onlarınkini bir parça andırıyor. Doğup büyüdüğü ilçeye Selçuk davet ettiği için gelmiştir, ama davet geldiği sıralarda onun da “ihtiyacı olan tek şey bulunduğu şehirden, çevreden ve bir başına yaşadığı evden uzaklaşmak[tır].” Geçici bir soluk alma ihtiyacının yanı sıra, bulunduğu çevreden uzaklaşmayı esas olarak nasıl bir geleceğe doğru, hangi adımları atması gerektiği sorusuna yanıt bulabilmek için istediğini öğreniriz. Dolayısıyla onun için de gelecek belirsizliklerle doludur. Belki bir koordinat yitimidir söz konusu olan. Bu, sadece “Yüzleşme”deki eşler ya da Baki için geçerli değil. Kadir Işık’ın öbür öykülerinde de benzer bir belirsizlik krizi bulunduğu söylenebilir. Salt gelecekle değil, şimdiyle de ilgili bir kriz bu. “Yüzleşme”nin sonlarına doğru, anlatıcının kadın için “Nerede olduğunu biliyor,” demesi bu yüzden sadece tanıdık bildik bir yere çıkıp rahatlamasıyla ilgili değil. Ayağını şimdiye bastıktan sonra geleceğe doğru bir adım atmak mümkün. Öykü boyunca eşler arasındaki gerilimle ilgili olarak sezdiklerimizden biri de budur zaten. Bir süredir, geleceği tasarlamaktan geçtim, şimdide bile değildirler. Birbirlerine göre konum alamamaları bir yana, kendi başlarına da koordinatlarını yitirmişlerdir.

“Sen Benim Her Şeyimsin”de anlatıcının Selçuk’tan söz ederken Baki’nin iç sesine odağını kaydırması da Baki’nin kendi koordinatlarını belirleme çabasına işaret ediyor. Kısa süre önce işten atılmıştır, bunu Selçuk’a hemen söyleyememesinden atılmasının ardında siyasi nedenler olduğunu anlarız. “Memuriyetten atıldığını duymanın Selçuk’u huzursuz edeceğini düşündü,” diye geçirir içinden. İşten atılmakla yeryüzü ayağının altından kaymış gibidir Baki’nin. Selçuk, onu tam da bu belirsizlik anındayken davet etmiştir. Bu nedenle Selçuk’la beraber ne yaparlarsa yapsınlar Baki zihninin gerilerinde gelecekteki koordinatının çocukluğunun ve gençliğinin geçtiği ilçe olup olmayacağını tartmaktadır.

“Orada olmak ya da kısa süreliğine geçmişe dönmek bazı şeyleri anlaşılır kılıyor. Geleceği yeniden şekillendirmeye çalışırken hayata başladığı yerde olduğunu hissediyor. Sonraki adımın ne olacağını bilemiyor. Bazen o da içinde bulunduğu durumu Selçuk’a açıklamak istiyor ama çekiniyor, onu ürkütmek istemiyor.” (s. 45)

Öykü boyunca Selçuk daha dışa dönüktür. İlçenin önde gelenlerinden, “yeni zenginler[dendir.]” Çok kişiyi tanımaktadır. Baki onun gündelik hayatına eşlik ederken başka insanların hikâyelerini de ucundan öğrenir, Selçuk’un bu hikâyelerdeki yeriyse çokça belirsiz kalır onun için. Beri yandan Baki bu hikâyeleri de kendi sorunuyla iç içe geçirerek dinler, tartar.

“Baki içinde bulunduğu durumu, arkadaşını, Yaşar’ı, kızı, kahvedeki çelimsiz genç köylü üzerinden kendini sorguluyor.” (s. 59)

Kadir Işık’ın öyküleri her şeyin apaçık anlatıldığı bir kurguyla ilerlemiyor. Boşluklar, izler, gölgeler var, ama bizi hikâyenin bütününe (olabildiğince) taşıyanlar da bunlar. Yukarıdaki cümle bunlardan mesela.  Öykünün anlatıcısı Baki’nin sezdiklerini adını koymadan, üzerinde uzun boylu düşünmeden, tam da onun hisseder gibi olduğu şekilde aktarıyor bize. Belli belirsiz gelmiş geçmiş, ama bir iz bırakmış, kötü bir tat, bir kekrelik.

“Yıllardır uzak yaşadığı ilçeyi unutmaya çalışırken sanki yeniden, daha kötü anılar biriktiriyor.” (s. 59)

Unutmaya çalıştığı tatsız anılar daha açık dile gelirken şimdideki hisler belirsizlikleriyle varlar öyküde – “sanki”ler az değil ve buna işaret ediyor. Beri yandan her şey büsbütün belirsiz de değil elbette.

“Sanki aradan on beş yıl geçmemiş ve Baki hiçbir yere gitmemiş. Arabanın farları kapanınca ev yeniden karanlığa gömüldü, geride bıraktığı her şey hafızasından silindi. Arkadaşına bakıyor, yarı karanlıkta kocaman gülümseme gördü yüzünde. Niçin bunu yaptığını sormak geçti aklından. Ona geçmişini mi hatırlatıyor. Belki de ait olduğu yeri. Yaptığının sürpriz olmadığını fark edince yol aldı Selçuk.” (s. 59) [Vurgu eklenmiştir.]

Baki’nin koordinat yitim ve arayışı sürüyor. Tanık oldukları, başkalarının halleri ya da Selçuk’un tavırları gibi, kendi geçmişi de kaçınılmaz olarak bu meseleye dönüyor. Anlatıcı, dikkat edilirse, bu kez de Baki’nin iç sesinden, sezdiklerinden, hissettiklerinden söz ederken birdenbire Selçuk’un arabayı çalıştırmasına atlayıveriyor. Bu ani geçişler akışı kesmediği gibi, iki arkadaş arasındaki etkileşimi hissetmemizi sağlıyor. Konuşmadan birbirlerini gözleyip tarttıklarını anlıyoruz. Bir yandan da anlatıcı Selçuk’u odağına aldığında, az önce kulak kesildiğimiz Baki’nin iç sesinin nereye varacağı, varabileceği sorusunu ortada bırakıyor. Belirsizliklerle belirliliklerin yer değiştirmeleriyle ilerliyor öykü.

Kadir Işık’ın “O Akşam Olduğu Gibi” öyküsündeki adamın üzerinde yürüdüğü zeminin de sallantıda olduğu söylenebilir. Öykünün başlarında bize bu kişinin “kendisini olan bitenin dışında gör[düğü]” söylenir. Televizyondaki bir felaket karşısındaki tutumudur bu. Ne ki olaya karşı kayıtsızlığı kendisini çok önemsemesinden değildir. Başta öyle zannedilebilse de. Babasının ölümüne neden olan, genetik olarak miras aldığı kalp rahatsızlığından ötürü korkuyordur. Kendi sağlığı hatta ölüp gitme kaygısı başkalarının acılarına karşı onu kayıtsız hale getirmiş gibidir, ama öykü ilerledikçe kendi sağlığı konusunda da aman aman bir düşkünlüğü olmadığı anlaşılır – dışarıya karşı duyduğu lakaydinin benzeri kendisi için de geçerlidir. Şu açıktır; içinde bir korku vardır, ama bunun ne korkusu olduğunu bilememektedir, Işık’ın öbür anlatıcıları gibi “O Akşam Olduğu Gibi”nin anlatıcısı da öykü kişisinin bilmediği şeyleri bizimle paylaşmaya yanaşmaz.

“Sol kolu ağrıdığında, üşüttüğünde ya da merdiven çıkarken nefes nefese kaldığında korkuyor. Ölüm korkusu değil, başka bir şey, tam olarak ne olduğu sorulsa açıklayamaz ama ölüm korkusu değil.” (s. 71)

Ölüm korkusu değilse ne? Bu kayıtsızlık, bu olan bitenin dışında, “herkesten uzakta” olma hali, arzu edilen bir şeyleri yaşayamamaktan da kaynaklanmıyor, ama bir şeylerin bu öykü kişisinin içinde çoktan kopmuş olduğu açıktır. Ölüm korkusu olmayan korkunun nasıl bir şey olduğunu düşünürken aklına gelen kelime “çürüme”dir.

“Hâlâ kendini yaşlı hissetmiyor, sadece yıpranmış, belki biraz çürümüş. Aklına gelen, daha önce kullanmadığı çürüme üzerine bir süre düşündü, elini yağlı göbeğine koydu. Her ne kadar hayatın bazen onu köşeye sıkıştırdığını hissetse de yaşamını düzene sokan iyi kötü bir işi var elinde.” (s. 72-73)

“Çürüme” üzerine ne düşündüğünü bilemeyiz. Uzun boylu düşünmemiş olmalı, anlatıcı başka bir konuya atlıyor. “Hayatın onu köşeye sıkıştırması[na]” ve bunun karşılığında elde ettiği “iyi kötü bir işi” olduğuna. Işık’ın yukarıda değindiğim öykülerindeki tutumunu, öykü kişilerinden birinden söz ederken öbürüne sıçramasını andıran bir yan var sanki burada da. Nasıl ki bir öykü kişisinden öbürüne geçtiğinde öncekini büsbütün geride bırakmıyor, onunla ilgimiz (ve sorularımız) sürüyorsa, burada da “çürüme” bahsinin sonlandığını, geride kaldığını düşünmek doğru olmaz. Belli ki “çürüme” dediği şeyin hayatın sıkıştırmasıyla düzenin sürmesini temin eden “iyi kötü bir iş” arasındaki gerilimle, bocalamayla bir ilgisi var.

Kısa öyküler yazmıyor Kadir Işık, öykünün odağını dağıtmadan metnin atmosferini daha güçlü biçimde hissetmemizi sağlayacak betimlemeler ve kişileri biraz daha yakından tanımamızı sağlayacak diyaloglar konusunda dili sıkı değil, olay örgüsü de genellikle gerilimli olmakla beraber hareketli. Gelgelelim, kimi zaman daha sıkıştırılmış bir anlatımı yeğliyor. Anlatıcının konum değiştiriverdiği, birinden ya da bir durumdan söz ederken onu bırakıp öbürüne sıçradığı anlar bunlardan. Bana öyle geliyor ki, böylesi anlarda metnin bize tam anlamıyla açılmayan, kapalı yanları bir anlığına açılır gibi oluyor, ama hemen peşinden önceki ritme dönüyor. Yine de bir iz kalıyor buralarda.

Kitapla aynı adı taşıyan bir öykü var, ama “herkesten uzakta” sözü öbür öykü kişilerinin çoğu için de geçerli. Kiminin arzusudur bu, kimininse içinde bulunduğu durum. Kişinin kendi koordinatlarını bilememesiyle de ilgisi var bu tabirin. “Herkes” insanı sadece çevreleyenleri ifade etmez, aynı zamanda insanın kendi koordinatları belirlerken aldığı kerterizler ya da referanslardır, başkalarıyla aramızdaki mesafeleri de göz önüne alırız konumumuzu belirlerken – nerede olduğumuz, bir yanıyla kime yakın, kime uzak olduğumuzdur.  Öncelikle tabii ki yakın ilişkiler, aile bağları. “Yüzleşme” ve “Sen Benim Her Şeyimsin”de bu meselenin evlilik ya da arkadaşlık bağlamındaki görünümleri vardı, “Ben Ablanım” ve “Babamın Defteri” başlıklı öykülerdeyse Kadir Işık kişinin ebeveyniyle ve kardeşiyle ilişkisinde kendisini konumlandırırken yaşadığı zorlukları odağına alıyor. Şu cümleler “Ben Ablanım”ın anlatıcı-kahramanından.

“Başka bir şey, benim de bilmediğim başka şeylerden dolayı babamla aynı ortamda kalmaktan rahatsız oluyorum. Ama nedeni hakkında en ufak bir açıklamam yok. Ben anlatmayacağım, o anlamayacak, elimden gelen tek şey susmak.” (s. 33)

“Benim de bilmediğim” değinisi dikkat çekmiş olmalı. Bu bilmeme hali Işık’ın öykü kişilerinin ortak yanı. Beri yandan bu kişinin sadece babasıyla değil, ablasıyla ilişkisi de gerilimlidir. En yakınlarından başlayarak genişleyen bir çevre içerisinde temas ettiği hemen herkesle ilişkisinde sorunlu bir yan vardır.  

“[Ablamın] bana inandığını sanıyordum. Babam gibi beni suçlamamıştı hiç. Fark etmez, aynı şey, ikisi de aynı şeyi düşünüyor. Onların, sadece onların da değil, tanıdığım ya da beni tanıdığını sanan birçok insanın hakkımdaki düşüncelerini değiştirmeye çalışmaktan yoruldum.” (s. 39)

Kendi konumumuzu biraz da başkalarıyla aramızdaki mesafeler vasıtasıyla belirleriz, dedim, ama bu mesafeyi kurmak / korumak her zaman elimizde olmaz, bir de onların müdahaleleri var çünkü, bize dair düşünceler ileri sürerek çekiştirmeleri ve tabii, bundan sakınmanın ne kadar mümkün olabildiği meselesi. “Hayır, orada değil, buradayım,” demek, öbürlerini ikna etmeye çalışmak kolay değildir, bazen bu mecburiyeti duymak bunu hayata geçirmekten daha da zor olabilir üstelik. Onlardan kaçınmak için harcadığımız yoğun çaba da konumumuzu yitirmenin nedenlerinden biri olabilmektedir.

Kişinin başkalarıyla arasındaki mesafe ayarı bahsi “Burada Yabancı Birini İstemiyoruz”da da çıkar karşımıza. Bu öykünün anlatıcısını roman yazmak için birkaç aylığına Suriye sınırındaki bir köye gitmişken tanırız. Ne var ki köylüler hiç hazzetmemişlerdir onun varlığından.

“Bir yabancı olduğumu düşünüyorlar, belki de haklılar, artık ne onlara ne de gittiğim, uzun süre yaşadığım yerlerden bir yere aitim. Zamanla tanışacağız, bazılarıyla samimi olacağız ama şimdi değil, aramızdaki mesafeyi kontrollü bir şekilde ayarlamam gerekiyor.” (s. 89)

İyi niyetli düşüncelerdir bunlar; öykü kişisi “kontrol”ün kendisinde olacağını zannediyordur. Öykü ilerledikçe kontrolün kendisinde olmadığı, hatta kontrolün mümkün de olmadığı ortaya çıkar. Köyde diyalog kurabildiği tek kişi Suriye’deki iç savaştan kaçan Bahri olur. Muhaliflerin mi, Esad güçlerinin mi, kimin yaptığını bilemediği bir saldırıda yaralanmış olan Bahri’nin hikâyesine kayıtsız kalamaz. Başlarda “Günü geldiğinde [Bahri’nin] anlattıkları yazacağım başka bir hikâyede yaşayabilir,” diye geçirir içinden. Gelgelelim, öykü ilerledikçe anlarız ki Bahri’nin hikâyesi sadece yazıda değil, anlatıcının kendi hikâyesinde de bir biçimde yaşıyordur. Onun ailesi de 90’larda boşaltılan köyden kaçmak zorunda kalmıştır. Kadir Işık’ın öbür öykü kişilerinin koordinatlarını yitirmeleri daha çok bireysel hikâyeleriyle ilgiliydi, bu öyküdeyse toplumsal-tarihsel nedenlerin de ne denli etkili olduğu ortaya konuyor. Mesafe ayarı yapmak bu nedenlerle de hiç kolay değildir, çok önceden, belki kişiler doğmadan önce belirlenmiştir bazı mesafeler. Beri yandan, kendini bir yerde konumlandırmak ve ardından ben buradayım, demek kadar, kişinin bulunduğu yeri gizlemesi de zor ve yorucudur.

Kitaba adını veren “Herkesten Uzakta”nın anlatıcısı da, “Burada Yabancı Birini İstemiyoruz”daki adam gibi yaşadığı büyük şehirden, İstanbul’dan uzak bir kasabaya gider. Kasabada “yabancı enişte”dir. Eşine miras kalan atadan kalma evi satın aldığını öğreniriz. Ne var ki kasabalı nezdinde bu bir yakınlık nedeni değildir.

“Üzerime yönelen bakışlar dostane değil. Ait olmadığım, beni kabul etmeyen bir yerin mülkiyetine sahip olmam oranın yerlisi olanların beni içlerine kabul etmesine yetmiyor.” (s. 109)

Bu adamın az önce değindiğim öyküdeki roman yazmak için sınır köyüne giden adamdan farklı olarak kasabalılarla daha yakın olmak, yeni bir mesafe ayarı yapmak gibi bir beklentisi yoktur. Esas mesafeyi İstanbul’daki eski hayatıyla arasına koymuştur. Gittiği kasabada yeni bir hayat kurmasını desteklemeyeceğini bildiği için kızını aramaz, ama bir zaman sonra kızı çıkıp gelir. Gergin tartışmalar yaşanır aralarında. Genç kadın, bir süre önce vefat eden annesinin rolünü üstlenmiş gibidir babasının karşısında.

“Hâlâ annesinin sormak istediği ama sormaya cesaret edemediği cevapların peşinde. Hiçbir zaman anlamaya çalışmadılar, benimle ilgili yargılarının dışına çıkamadılar.” (s. 113)

“Herkesten uzakta” olmak bir kez daha başkalarının yargılarının ötesine geçmek anlamıyla karşımıza çıkıyor bu öyküde, ama orada kalmıyor, anlatıcının bu kasabaya geldikten sonra yavaş yavaş yaşadığı değişim, kızıyla tartışmaları sırasında söylediği gibi esasında “kendini bırakma” çabasıdır, kendi geçmişini. İnsanı çekiştirip duran, koordinatını belirlemesine engel olan her zaman “herkes” değildir; kimi zaman da kendi geçmişi, eski koordinatıdır bunu yapan.

“Geride bıraktıklarım hayatım boyunca çalışarak edindiğim servetim, ayak bağı olan malvarlığım.” (s. 111)

“Saatler sonra yeniden, geride bıraktığım hayatın anılarından kurtuldum, kızım gelmeden önceki durgun düşüncelerime kavuştum.” (s. 116)

Kadir Işık’ın bu öyküsünün akışı hayli dinamik. Uzak bir kasabaya gitmiş, orada yeni bir hayat kurmayı arzulayan şehirli öykü kişisinin “durgun” düşünceleriyle başlıyor, kızının gelmesinin ardından gerilimli bir diyalogla ilerliyor ve bu diyalog vasıtasıyla adamın geçmişi, eşi ve kızıyla ilişkisi vs hakkında bir şeyler öğreniyoruz. Sonrasındaki doğaya çıkış ve sakin başlayan doğa betimlemeleriniyse gerilimli olaylar izliyor. Bu dinamik, inişli çıkışlı olay örgüsü anlatıcının sakin, sözü uzatmayan ama meramını ifade eden cümleleriyle aktarılıyor. Işık’ın öykü kişilerinin ortak bir anlatı tonu var. Duygusal iniş çıkışlardan uzak bir ton bu, ayırt edici özelliği dışarıda olan bitenleri (içeriler genelde meçhul) dikkatle izleyip aktarmaya çalışmaları. Öykülerin anlatı zamanındaki bu “durgunluğa” kolay ulaşmadıkları da hissedilir, koordinat yitimi süreklileştikçe içselleşen bir yersiz yurtsuzluk hissiyle başka türlüsünün mümkün olmadığını sezmiş olmaktan kaynaklanan bir kayıtsızlık hali hayli baskındır çoğunda. Şunu da söylemek mümkün: Bu nedenlerle hislerin geri planda olması dışa dönük berrak bir bakış sağlıyordur.

Olayların en gergin olduğu anlarda anlatıcı bize yaşadıklarını anında nakleden bir kip yeğlediği halde hislerinden doğrudan söz etmez. Gerilimli olayların sona ermesinin ardından, “Sisin sardığı evime varınca üzerime sinen ölüm korkusundan sıyrıldım,” der – yeniden geçmiş zaman kipine dönüp ifade eder bunu. Gelgelelim bu hissini de çok uzatmaz, üzerinde durmaz. Yaptıklarını anlatmaya devam eder, “Eve girdim, ışığı açtım...” Beri yandan söz arasında değiniverdiği “ölüm korkusu” sözünü yadırgamayız, o durgun, donuk tonla anlatılmış da olsa o bölümde anlatıcının yaşadığı gerilimi biz de hissetmişizdir.

Kadir Işık’ın boşlukların ve belirsizliklerin bıraktığı izlerle ilerleyen öykülerinde sonlar da önemli. Hikâyenin bütününü görmek gene çok mümkün olmasa da büyük oranda boşluklar doluyor. Öyküleri yeniden düşünmek ihtiyacı duyuyoruz bu noktada. Ne var ki hikâyedeki boşlukların dolması öykü kişilerinin içlerindeki boşlukların ne olacağı konusunda (bir-iki istisna dışında) çok şey söylemiyor. Ya da söylüyor, dolmadıkları gibi daha da genişleyeceğe benziyorlar, o boşluğu ve öykü kişilerini Kadir Işık’ın bize iyi kötü tanıtmış, hissettirmiş olmasının bize söylediği bir şey bu.

•