Gombrowicz: “Dünya hareket içindeki biçim demektir”

"Yazarın eserinde ne yaptığını anlatması çoğunlukla doğru bulunmaz ve eserin derinliğini yok eder. Bu gerçek önümüzde dururken Gombrowicz’te neden böyle bir dağılma yaşanmaz? Bütün bir dünyayı içine sığdırdığı, her biri roman sanatında atılım olan eserlerinde kendisinden yola çıkıp yolun sonunda yine kendisine varmayı böylesine bir ustalıkla nasıl başarıyor?"

22 Nisan 2021 18:00

Milan Kundera “Gombrowicz’in Atölyesinden Bakıldığı Haliyle Roman Tarihi başlıklı yazısında, roman tarihi hakkında konuşan romancının kürsüsünde ders veren profesörden daha çok, atölyesinde konuklarını ağırlayan ressama benzediğini söyler. [1] Romancı roman tarihini kendi okuma serüveninden hareketle ele aldığı için biz okurlar onun eserlerinin oluşumunda etkisi olan yazarları ve kitapları tanırız. Bir yandan da yazarın roman sanatı hakkındaki görüşlerini öğreniriz. Söz konusu Gombrowicz’in görüşleri ve aykırı atölyesi olunca büyük tartışmalar da kaçınılmaz olur.

Kundera’nın konuşmasını bitirdiği yerden başlayarak Gombrowicz’in atölyesinde konuk olmaya devam edelim. Gombrowicz’in atölyesi “duvara dayanmış tablolardan” oluşmaz. Onun yapıtları “dünya hareket içindeki biçim demektir” [2] anlayışıyla devinim halindedir. Bu devinimi insanlar arası ilişkileri temel alarak, ilişkilerin kaçınılmaz getirisi olan biçimlere durmadan saldırarak sağlar. İnsan kendisini ancak bir biçim içerisinde ifade edebilen ve diğer insanlarla iletişimini –seçim değil, zoraki olarak– biçime göre devam ettiren bir varlıktır. Bu anlayışla Gombrowicz’in romanlarının sınırları çoktan belirlenmiş tutsak kahramanları, sınırları ihlal etmek için gösterdikleri çabayla, sürekli olarak bozmaya yönelik tavırlarıyla beraberinde bir başka biçimi doğurur. [3] Gombrowicz biçimin maskesini düşürürken bir yandan da kendi bireyciliğini, özgürlüğünü belirlemeye çalışır. Arjantin’de yazdığı Trans-Atlantik yazarın belki de Polonyalılığı doğrudan hedef aldığı eseridir diyebiliriz ama bununla da sınırlayamayız.

Trans-Atlantik üstünkörü okunmayla ulusa karşı güçlü bir öfkenin mizahla beraber fantastik bir düzlemde işlendiği, özgün bir üslubun göze çarptığı, modernist bir eser olarak ön plana çıkar. Ancak yüzeyde gezindikten sonra derinlere dalmaya başlayınca daha büyük problemler, sorgulayışlar ve varoluşçu izleklerle karşılaşırız. Gombrowicz’in yapıtları bu anlayış üzerine kuruludur. Günlük’e şu notu düşer:

“Her edebi eserde uzak yakın değişik düzlemler olur, öncelikle öykü, ‘heyecanlandırmalı, eğlendirmeli, güldürmeli’dir, sonra ‘daha derin anlamlar’ kazanır ve son anlamda (eğer yapabilirse) dipsiz bucaksız, şaşkınlık uyandırıcı ve zaman zaman çılgınca bir hale gelir. Kuralı koymalı: Ancak önceki sanata bağlı olan ufak tefek ve kolay şeylere egemen olduktan sonra, çağdaş sanatın derin bölgelerinden söz edilmelidir” [4] 

Bir gün Caballito’dan yürüyerek dönerken Buenos Aires’e geldiği ilk günleri anımsamasıyla ortaya çıkar Trans-Atlantik’i yazma fikri. [5] Gombrowicz heyecanla o günleri yazmaya koyulur ve bunun kendisi için bir hatırat olmasını ister. Fakat bir noktadan sonra nasıl olduğunu anlamadan eser yazarı aşar, kendi kendini yazar. Gombrowicz bu durumu şöyle açıklar: “Bir yıl sonra baktım ki, Atlantik Ötesi’nin yazarı olmuşum.” [6]

Günlük’te eserin yazılma sürecinde nasıl bir ruh hali içinde olduğuna da değinir:

“Arjantin’de bulunduğum sürede çalışmak zorunda kalmamın baskısı beni o derece sarsmıştı ki, projenin uzun dönemde ve geniş ölçekte gerçekleşmesi teknik olanaksızlık haline geldi. Dikkatimi toplayamıyordum. Bürokrasi beni yutmuştu, gerçek hayat denizdeki gelgit gibi benden uzaklaşırken, küçük kâğıtları ve saçmalıklarıyla beni alaşağı etmişti. Son bir çabayla yazdığım Atlantik Ötesi’nde buradaki deneyimlerimin çoğunu bulacaksınız.” (s. 202)

Eserin yazarın yaşamöyküsünden fazlasıyla beslenmesine rağmen anılarını topladığı bir kitap olarak addedilmemesini Llosa’dan alıntılayarak, “Başlangıç noktasıyla varış noktasının farklı olduğu, yaşamöyküsel malzemelerin dönüşümden geçtiği, zenginleştiği, mutlak özerklik kazanarak tek başına yoluna devam ettiği bir kurmacaya” sahip olmasıyla açıklayabiliriz. [7]

Gombrowicz ölümüne dek yazmayı sürdürdüğü Günlük’te Trans-Atlantik’in oluşum süreciyle birlikte okura ve eleştirmenlere eseri anlamlandırması için yol gösteren yazılar da kaleme alır. Yazarın eserinde ne yaptığını anlatması çoğunlukla doğru bulunmaz ve eserin derinliğini yok eder. Bu gerçek önümüzde dururken Gombrowicz’te neden böyle bir dağılma yaşanmaz? Bu sorunun cevabını bilmemekle birlikte, cevabını bilmediğim bir başka soruyla ilişkisi olduğunu düşünüyorum. Şöyle ki, bütün bir dünyayı içine sığdırdığı, her biri roman sanatında atılım olan eserlerinde kendisinden yola çıkıp yolun sonunda yine kendisine varmayı böylesine bir ustalıkla nasıl başarıyor Gombrowicz?

2017 yılında Neşe Taluy Yüce’nin çevirisiyle özgün metninden Türkçeye kazandırılan Trans-Atlantik’te Gombrowicz’in Polonya halk anlatısı ‘gawęda’ tarzıyla yazması, yurtsever Polonya edebiyatını parodileştirmesi, sözcük türetmeleri-tekrarları, sözdiziminde yaptığı oyunlar, atasözleri-deyimler kullanması başka dillere çevrilmesini –her eserinde olduğu gibi– güçleştirmekte. Bu nedenle elimizdeki titiz çevirinin oldukça kıymetli olduğunu bilmekle birlikte eserin görmezden gelinemeyecek kadar dikkat çekici taraflarından birine daha değinmek istiyorum. Şöyle ki, Neşe Taluy Yüce kitabın girişinde yer alan “çevirmenden” başlıklı yazısında, eserin çeviri sürecinde “birkaç paragrafının Fransızcadan ve birkaç farklı dil çevirilerinde özgün metinden farklılık gösterdiğini” söylüyor. [8]

Neşe Taluy Yüce bu durumu fark ettiğinde, yaptığı araştırmalarda ‘çifte çeviri’ konusunda bir açıklamaya rastlayamadığını belirtiyor. “Gombrowicz iki farklı metin yazmış olabilir mi?” sorusunu sormakla beraber, elimizdeki metnin özgün metnin çevirisi olduğunu söyleyip endişe etmememizi de ekliyor. Kitabın yayımlanışından hatırı sayılır bir zaman geçtiğini ve henüz ilk baskıda olduğunu göz önünde bulundurarak ‘çifte çeviri’ konusunda bir gelişme yaşandı mı, merak ettim. Neşe Taluy Yüce, “yazarın önce yazdığı bölümü daha sonra belirsiz bir nedenle değiştirdiğini” aktardı. [9] (Bu bilginin ilk kez paylaşılmadığını, Neşe Taluy Yüce’nin daha önceden de bunu dile getirdiğini eklemeliyim.)

Gombrowicz böylece beni bir bilinmezlikten alıp başka bir bilinmezliğe götürmüş oldu. Başta oldukça tuhaf gelen bu bilinmezliğin Gombrowicz’i özümsedikçe –isteyerek veya istemeyerek değiştirmiş olsun– en azından benim için normalleşmeye başladığını söylemeliyim.

Çünkü biz Polonyalıyız: diz çökme, boşluk, küfür

Romanın başkahramanının, aynı zamanda anlatıcısının adı Gombrowicz. Romanın başlangıç noktası da yazarın 1939 yılında yaşadığı olayın bire bir aynısı. Başkahraman Gombrowicz, 1939 yılında yazar arkadaşlarıyla beraber gemiyle Arjantin’e gider. Savaşın başlayacağının anlaşılmasıyla arkadaşları İngiltere’ye dönme kararı alır. Gombrowicz Arjantin’de kalmayı tercih edeceğini yurttaşlarına söylerken vatansever bir tutum takınır:

“Polonya’ya gitseydiniz gelirdim, ama İngiltere’den bana ne? İngiltere’den veya İskoçya’dan bana ne? Ben burada kalıyorum.” [10]

Yurttaşlarını uğurladıktan sonra ülkesine küfretmeye başlar:

“Yelken açın, yurttaşlarım, gidin Ülkenize! Fora yelken o kutsal, ama galiba Lanetli Ülkenize! Yelken açın o Aziz, Karanlık Canavara, hani yüzlerce yıldır can çekişip de, bir türlü geberemeyen! Yelken açın o Aziz Ucubeye, hani doğa tarafından lanetlenmiş, evvel ezel doğmakta olup da bir türlü Doğmayan. Fora yelken fora, ne Yaşamanıza, ne Gebermenize izin vermemesi, ancak sizi sonsuza dek Varolmak ile Varolmamak arasında tutması için. Aziz Sümüklüböceğinize yelken açın, sizi Sümükle kaplaması için!” (s. 23)

Arjantin’de başkahramanın rahata ereceğini ve özgürce yaşayacağını düşünürken, özgürlük beraberinde parasızlığı ve yalnızlığı getirir. Gombrowicz soluğu göçmen yurttaşlarının yanında alır. Kendisine iş bulması için önce arkadaşıyla görüşür, daha sonra büyükelçi ve işveren ortakları Baron, Pyckal, Ciumkała ile tanışır.

Gombrowicz elçiliğe gittiğinde büyükelçi önce az miktarda para vereceğini söyler ve başından savmaya çalışır. Gombrowicz savaştan bahsedince büyükelçinin milliyetçi duyguları kabarır, kendinden geçer. Büyükelçi ulusal değer yaratması gerektiğini düşünür ve vazifesini yerine getirmek için onu Polonya’nın en büyük yazarı olarak tanıtmaya karar verir. Gombrowicz ayrıca gazetelere Chopin, Mickiewicz ve Kopernik’i öven yazılar yazacaktır. Gombrowicz itiraz etmek ister, ancak içinde bulunduğu zor durumdan kurtulmasının başka yolu olmadığı için sesini çıkarmaz. Yurttaşlarının şirketinde de çalışmaya başlar.

Gombrowicz akşam pansiyona döndüğünde kırmızı-beyaz bir buket ve müsteşar imzalı bir mektup teslim alır. Mektupta sanatçılar onuruna bir akşam düzenleyen Ficinati’ye beraber gideceklerini haber verir müsteşar. Daha sonra iki buket daha alır ve pencerenin önünde çocuk korosunun şarkılar söylediğini görür. Ulusal kimliğinin ön plana çıkartılmasıyla büyük bir Polonyalı yazar olduğu haberi tüm yurttaşlarına yayılmıştır.

Akşam davetine katıldıklarında yurttaşlarının baskısıyla büyük Polonyalı rolünü oynar, bir yandan da içinden sövmeye devam eder. Salonda içine düştüğü durumu şöyle anlatır Gombrowicz:

“Beni boklu olarak gören benim boklular yüzünden, tüm öteki bokluların gözünde boklu gibi görünmek korkusuyla ve bu boklu herife üstün çıkmak isteyerek çığlık attım: “Bok, bok, bok…” (s. 54)

Witold Gombrowicz halihazırdaki Polonyalılık anlayışının kendisi için anlam ifade etmediğini cüretkârca dile getiren bir isimdi. Polonya’nın anakronizm hastalığından mustarip olduğunu söylüyordu; bu anakronizmin çıkış noktası da yalnızca ulusa hizmet anlayışında bireyin birinci öncelik olmayışı ve herkesi birbirine benzeten Polonya geleneğine bağlılıktı. Şimdinin insanı, geçmişin Polonya’sını inşa edenlerin yapıp ettikleriyle, eserleriyle, hatta aldatmacalarıyla tarihinin bir sonucu olarak sloganvari söylemlerle onların tekrarı olarak yaşamı sürdürmektedir.

Romanda da şimdiye kadar süregelen Polonyalılık biçimini, merkezine Arjantin’de yaşayan göçmen yurttaşlarını ve onların düştüğü gülünçlükleri alarak tabiri caizse yerden yere vurur Gombrowicz. Başkahramanın büyük bir ciddiyetle davranan şovenist yurttaşlarının, anakronizm hastalığı sebebiyle her eylemlerinde tutarsızlık, kendini beğenmişlik, komiklik ve içinde bulunulan zaman diliminin getirdiği ulusal ve evrensel problemleri görmezlikten gelme göze çarpar. Başkahraman Gombrowicz olaylara dışardan bakmaz, aksine tam ortasında yer alır. Yurttaşlarının önünde Polonya biçimine diz çökerken bir yandan da içinden durmaksızın tekrar eder: “Boşluk, boşluk, boşluk…” Ulusal kimliğini reddetmeyi göze alamayan başkahraman Polonya’ya hizmet eden bir yazardır artık, Büyük Polonyalı Dâhi Gombrowicz’tir.

Babaistan-Oğulistan: Erdem ölüm, günah yaşam

Gombrowicz’in içine düştüğü durumlar katlanılmaz bir hal alırken salonda yürümeye başlar. Yürürken kendisiyle birlikte yürüyen Gonzalo ile tanışır. Gombrowicz onun hakkında öğrendiklerini şöyle anlatır:

“Bu adam Libya’da doğmuş bir Melezmiş, babası Portekizli, anası İranlı Türk’müş, adı da Gonzalo’ymuş; çok Zenginmiş, sabah saat on bir veya on ikide yataktan kalkar, kahve içermiş, sonra sokağa çıkar, Delikanlıların veya Oğlancıkların peşine düşermiş.” (s. 58)

Gonzalo cinsiyetsizliği, yurtsuzluğu, uyumsuzluğu, aykırı karakteri ile şaşkınlık yaratan, mesafeli yaklaşılan birisidir. Gonzalo’nun toplumun inandığı, kabul ettiği biçime karşı gelen, onları alaşağı eden bir sapkın olduğu düşünülür. Romanın son sayfalarında Gombrowicz ve yurttaşları Gonzalo’nun evine girdiklerinde farklı bir dünyanın içerisindedirler. Her şeyiyle ilginç bir evdir burası. Farklı farklı hayvanların çiftleştirilmesiyle ortaya çıkmış hilkat garibeleri, üst üste yığılmış nesneler, sanat eserleri ve tuhaf çalışanlarıyla anarşi hâkimdir.

Gonzalo, Gombrowicz’in karşısına çıktığında Gombrowicz’in özgürlük kazanacağını düşünürüz. Gombrowicz’in yalnızca kendine söyleyebildiği düşüncelerini Gonzalo sakınmadan herkese söyler. Gonzalo ile tanıştığında ‘beraber yürüyorduk’ diye sık sık tekrarlaması salt bir yürüme değildir, en azından başlangıçta dünya bakışı birlikteliğidir.

Beklendiği gibi olmaz. Gombrowicz, Gonzalo’yu arkadaşı olarak kabul eder ama ona açık bir destek vermez, tarafına geçmez. Gonzalo, Gombrowicz’e özgürlük sağlamadığı gibi başına da işler açmaya başlar. Gombrowicz’in yurttaşına asılır, asıldığı oğlanın babasının emekli binbaşı olduğunu öğrenir. Bu olayla başlayan ve romanın sonuna kadar devam edecek olan binbaşıyla Gonzalo’nun çatışmalarında her iki tarafa da eşit mesafede yaklaşır, orta yolu bulmaya çalışır Gombrowicz. Gonzalo arkadaşı, binbaşı yurttaşıdır. Gonzalo’nun kirliliğine içten içe sempati duyduğunu sezdirse de, binbaşıyla duygusal bir bağ kurduğunu, düştüğü acınası durumlar için üzüldüğünü de hissettir.

Gombrowicz’in ikili oynamasını engellemek isteyen Gonzalo binbaşı ve oğlu İgnac üzerinden isimlendirdiği ‘Babaistan’ ve ‘Oğulistan’ kavramlarıyla Gombrowicz’i yanına çekmeye çalışır. Gombrowicz katı tavrından taviz vermez:

“Bil ki biz Polonyalılar, Babalarımızı olağanüstü sayarız; Bir Polonyalıya Babanın oğlunu sapkınlığa yönlendirmesini söyleme.” (s. 79)

Gonzalo:

“Polonyalı olmanın sana ne faydası var ki?!” Sonra devam etti, “Polonyalıların bu zamana kadar sanki çok keyifli bir yazgıları olmuş da. Polonyalı olmaktan tiksinmiyor musun? Çektiğin Acı yetmedi mi? Yıllardan beri süregelen İşkence, Istırap yetmedi mi? Al, bugün yine derinizi yüzüyorlar. Demek derine bu kadar düşkünsün? Başka Biri olmayı, Yeni Biri olmayı istemiyor musun? Oğlanlarınızın hep Babalarının peşinden gitmesini, bir döngü oluşturmasını mı istiyorsun? Baba da, Babaistan da cehennemin dibine gitsin! Oğul, oğul, bak onu anlarım! Ne yapacaksın Babaistan’ı? Oğulistan daha iyi değil mi? Oğulistan’ı Babaistan’ın yerine koy da gör!” (s. 80)

Oğul İgnac’ın görüşlerinin hiçbir önemi olmaz. Babası onun yerine nasıl bir hayat yaşayacağına çoktan karar vermiştir. İgnac askere gidecek ve ulusuna hizmet edecektir. Gonzalo’nun bunu bozmak istemesiyle yeni bir çatışma ortaya çıkar. Bu çatışmada baba-oğul, binbaşının Babaistan, oğul İgnac’ın Oğulistan olarak adlandırılmasıyla karşı karşıya getirilir. Metaforik olarak baba ve oğul erdem-günah, ölçülülük-sapkınlık, güzellik-çirkinlik, olgunluk-gençlik ve en geneliyle kültür-birey, otorite-birey ilişkisini temsile dönüşür. Bu temsil yazar Gombrowicz’in biçimi bozmaya yönelik bir girişimdir. Polonyalı üslubunun hedef alınmasıyla başlayan süreç aslında en başından beri insanın insanla olan ilişkisine, ona dayatılan rollere ve bu rollerin getirdiği tutsaklığa yapılan evrensel bir vurgudur.

Gülmekten, Tak, Gülmekten Tak-Tuk, Takatuka!

Oğul İgnac’ın Gonzalo’nun etkisi altına girdiğini gören Gombrowicz, Gonzalo’nun niyetini binbaşıya itiraf eder. Bunun üzerine binbaşı oğlunu kurban etme kararı aldığını bildirir. Gombrowicz bu kararın şaşkınlığını yaşarken kapıda onları dinleyen Gonzalo, İgnac’ın babasını katledeceğinin haberini verir. Gombrowicz’in ‘Baba Katilliği’ ile ‘Oğul Katilliği’ arasından seçim yapması gerekir. Babaistan’ı seçip mevcut olanı mı koruyacaktır yoksa Oğulistan’ı seçip değişim mi isteyecektir?

Tam bu noktada hiç hesapta olmayan bir şeyle karşılaşır başkahraman. Baron, Pyckal ve Ciumkała tarafından kaçırılır ve uyandığında kendini bir bodrumda bulur. Bu bodrum, işyerindeki muhasebecini kurduğu Mahmuzlu Şövalyeler Birliği’nindir. Birliğin amacının, “lanetli yazgımızın üstünden gelmek, doğanın düşmanlığının ırzına geçmek ve onu değiştirmek” olduğunu açıklar muhasebeci. (s. 131) Bunun için işkence ve korkunç şeyler yapması gerektiğini söyler. Birkaç gün içerisinde bodrum insanlarla dolar, herkes birbirini mahmuzlayarak acı çektirmeye başlar. Başkahramanın, yurttaşlarının yüzüne baktığında ‘çarmıha gerilmiş İsa’nın gerginliğini’ gördüğünü söylemesi, herkesin birbirine acı çektirmesi ve bu acıyla lanetli yazgılarının üstesinden geleceklerine inanmaları akıllara ‘Mesihçilik’ anlayışını getirir.

Polonyalı edebiyatı, Polonya’nın tarih boyunca yaşadığı bitmek bilmeyen işgallerin, kırılmaların, büyük devletler tarafından düşman ilan edilmesinin sebebini büründüğü Mesihçilik rolüyle özdeşleştirir. Polonyalılar çektiği bu büyük acılar sayesinde günü geldiğinde de özgürlüğe kavuşacağına, ‘Ulusların Mesihi’ olduğuna inanır.

Polonya edebiyatı bir yandan ilk Hıristiyanların çektiği acılarla Tanrısal bir aidiyet geliştirirken, bir yandan da Polonya’nın geçmişte çektiği büyük acıları hatırlatarak yüksek bir ahlaka ulaşmayı amaçlar. Bu yüksek-dizginlenmiş ahlakı her Polonyalı doğuştan hazır bulduğu için beraberinde durağanlığı getiren dar bir biçime hapsolur. Polonyalının Polonya’yla sağlıklı bir ilişki kuramamasının sebebini Polonya’nın yurtsever yazarlarına bağlar Gombrowicz. Mickiewicz ve Sienkiewicz ile biçimlenen bu anlayışta ulusa kayıtsız şartsız teslimiyet, ulusa hizmet, dizginlenmiş bir ahlak ve özgürlüğe giden yolun acıdan geçtiği inancı vardır. Bu yazarların eserlerinin etkisi halkın tamamında karşılık bulmuş, efsaneleşmiştir. Gombrowicz’in, Polonya’nın mitini hedef aldığı bodrumunda çekilen acı anlamsız, anlamsız olduğu kadar akıl almaz karşılanır.

Derneğin daha korkunç eylem yapmak için Oğul İgnac’ı öldürmeye karar vermesiyle Gombrowicz çıkış yolunu bulur ve Gonzalo’nun evine döner. Gonzalo’nun evinde gündem değişmemiştir. Evde şenlik vardır. Büyükelçi de dahil kalabalık bir grup katılır. Adım adım cinayetin yaklaştığını, ne yapacağını düşünür Gombrowicz. Bu sırada bahçede Baron, Pyckal, Ciumkała ve muhasebecinin geldiğini görür. Koşarak evdekilere haber vermeye gider. Cinayet ânının geldiğini görür. Bu sırada Binbaşı yere düşer ve herkes kahkahalara boğulur. Cinayetin yaklaştığı gergin atmosfer kahkahalarla bozulur, hafifler. Zıt kutupların bir araya geldiği baloda Gombrowicz’in tercihini kimden yana kullandığını öğrenemeden ve kimse kimseyi öldürmeden hikâye sonlanır.

Hikâyeye tekrar dönmek için eserin ilk kez yayımlandığında nasıl yankı uyandırdığına bakalım. Witold Gombrowicz, Trans-Atlantik’in “bugüne dek yazdığım en vatansever ve en cesur eser” [11] olduğunu söylese de, okurlar tarafından “en kutsal duyguları incittiği için” yorum almaz, görmezlikten gelinir. Yazar arkadaşları tarafından büyük bir şaşkınlıkla karşılanır. Kitap hakkında çıkan eleştiri yazıları ve okur mektupları da Gombrowicz için hayal kırıklığıdır:

“Bu okuyucular yalnızca iki büyük soruna değinmişler: Hangi cesaretle cümlenin ortasında büyük harf kullanıyorum? Hangi cesaretle b… sözcüğünü yazıyorum?” [12]

Okurların Gombrowicz ile uyuşmaması hiç şüphesiz vatanseverlik anlayışındaki farklılığın ve Gombrowicz’in kışkırtıcılığının bir sonucu olarak karşımıza çıkıyor. Gombrowicz, Trans-Atlantik’te düşlediğinin Polonya düşmanlığının aksine, yeni bir Polonyalılık önerisi olduğunu söyler. Açıkçası onun Polonyalılık önerisinde de kutsal olarak addedilen her şey gülünç karşılanır. Gombrowicz gençken Polonya biçiminin yapaylığını keşfettikten sonra Polonya’yla ilişkisini kestiği ve tamamen bireyciliğini ön planda tuttuğu bir yaşam sürmeye karar verdiğinde, bu bireyciliğin zamanla kendisini geliştireceği yerde daha da zor durumda bıraktığını fark eder. Günlük’e “Bu durum hiçbir şeyi çözmedi, en başta da dilimi çözmedi zaten” diye yazar. (s. 229) İnsanın varlığını insanlarla devam ettirebildiğini fark eder. Polonya gerçeğini bulmaya karar vermesi ve önerisi böyle bir arayışın sonucunda ortaya çıkar. Yazar Polonya’dan kopmasının mümkün olmadığını farkına vardıktan sonra, halihazırda bulunan Polonya biçimine kendisini hapsetmek istemediği için çözümü ülkesiyle ilişkisine yeni bir öneri getirmekte bulur.

Gombrowicz’in Polonyalı insan tasavvuru, bireysel yaşamın güçlendirmesini engelleyen, dizginlenmiş ahlak dayatan tek kutupluluğa karşı, Polonya’ya duyulan sahte sevgiden, hayranlıktan uzak, olgunlaşmamış, mümkün olduğunca bireyci bir tutum alır. Karşıtlıkların birbirini yarattığını da göz önünde bulundurarak zenginleşmeyi sağlayabilen bir alan açmaya çalışır kendine. Nitekim başkahramanın bir ayağıyla her zaman mevcut olanın yanında yer alırken, bir ayağıyla da karşı kutupta yer alması tercih isteğinin olmadığını, aksine isteğinin karşı kutbunda hareket halinde olduğu bir çatışma –uzlaşma– olduğu anlaşılır. Babaistan’a karşı Oğulistan’ı tercih ettiği anda biçime hapsolacaktır; amaç hapsolmak değil, biçime karşı duyarlılığı artırmak, maskeleri düşürmektir. Gombrowicz’in tercih isteksizliği ve eserin belirsizlikle sonlanmasında roman sanatı anlayışı da hâkim bir rol oynar. Onun anlayışına göre edebiyat meseleleri çözen bir rol üstlenmemelidir, edebiyat bu meselelerin farkında olan ve bunları açığa çıkartan bir sanattır.

Eserin vatanseverliğini ya da tek meselesinin Polonya olmadığını göstermek için revizyon önerisini sadece Polonya için değil, başka uluslardan insanlar için de isteyerek destekler Gombrowicz: “Problem, Polonyalının Polonya’ya karşı ilişkisiyle değil, insanın ulusa karşı ilişkisiyle ilgilidir” [13] der. Nitekim Günlük’te Arjantin üzerine değerlendirme yaparken de Polonya için söylediklerine benzer şeyler söylediğini görürüz. “Ülkemiz insanının vatanla ilişkisi ne durumda, ya da daha açık bir ifadeyle bu revizyona ülkemiz insanının ihtiyacı var mı?” sorularını sormakla yetinip bırakıyorum.

Gombrowicz’in eserleri üzerine ne kadar konuşulursa konuşulsun her zaman için dahası var! Dahasını ihmal ettiğimi bildiğim için son sözü yazarına bırakıp aradan çekilmek istiyorum:

“İşte bu garip yaratıyı, bu piç kurusunu bir zarfa koyuyor ve yayıncıya gönderiyorum. Sonra siz de basında şunları okuyorsunuz: ‘Gombrowicz’in Atlantik Ötesi’nde söylemek istediği...’, ‘Nikâh’ın savı şudur…’, ‘Gombrowicz Ferdydurke’de, demek istemiştir ki…’” [14]

 

KİTAPLAR:

  • Witold Gombrowicz, Günlük 1953-1958, çev. Neşe Taluy Yüce, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, 2015.
  • Witold Gombrowicz, Günlük 1959-1969, çev. Neşe Taluy Yüce, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, 2017.
  • Witold Gombrowicz, Trans-Atlantik, çev. Neşe Taluy Yüce, İstanbul, Everest Yayınları, 2017.
  • Milan Kundera, Perde, çev. Aysel Bora, İstanbul, Can Yayınları, 2020.
  • Mario Vargas Llosa, Genç Bir Romancıya Mektuplar, çev. Emrah İmre, İstanbul, Can Yayınları, 2019.
  • Osman Fırat Baş, Gombrowicz İnsanı, Ankara, Elips Kitap, 2006.

NOTLAR:


[1] M. Kundera, Perde, çev. Aysel Bora, Can Yayınları, 2020, s. 81.

[2] Witold Gombrowicz, Günlük 1953-1958, çev. N. Taluy Yüce, YKY, 2015, s. 343.

[3] ‘Gombrowicz’te Biçim ve Hareket’ üzerine Osman Fırat Baş’ın yazımda da sık sık faydalandığım kitabı Gombrowicz İnsanı kapsamlı bir incelemeyi içeriyor. Bkz. Osman Fırat Baş, Gombrowicz İnsanı, Elips Kitap, 2006.

[4] Witold Gombrowicz, Günlük 1959-1969, çev. N. Taluy Yüce, YKY, 2017, s. 32.

[5] Trans-Atlantik, Türkçeye ilk kez –Fransızca çevirisinden– Atlantik Ötesi adıyla Yaşar Avunç tarafından çevrilmişti.

[6] Witold Gombrowicz, Günlük 1953-1958, YKY, 2015, s. 304.

[7] Mario Vargas Llosa, Genç Bir Romancıya Mektuplar, çev. Emrah İmre, Can Yayınları, 2019, s. 26.

[8] Farklılık gösteren bölümler Çevirmenden başlıklı yazıda yer alıyor.

[9] Trans-Atlantik ve çevirisine dair paylaştığı kıymetli bilgiler için Neşe Taluy Yüce’ye çok teşekkür ediyorum.

[10] Witold Gombrowicz, Trans-Atlantik, çev. N. Taluy Yüce, Everest Yayınları, 2017, s. 22.

[11] Witold Gombrowicz, Günlük 1953-1958, çev. Neşe Taluy Yüce, Yapı Kredi Yayınları, 2015, s. 145.

[12] Witold Gombrowicz, Günlük 1953-1958, çev. Neşe Taluy Yüce, Yapı Kredi Yayınları, 2015, s. 28.

[13] Witold Gombrowicz, Trans-Atlantik, çev. N. Taluy Yüce, Everest Yayınları, 2017, s. 15.

[14] Witold Gombrowicz, Günlük 1953-1958, çev. Neşe Taluy Yüce, Yapı Kredi Yayınları, 2015, s. 114.