Denizler, tüccarlar, okuma kültürü

"Sorun şu ki, okuma kültürü gelişmiş ülkelerden farklı olarak Türkiye’de uzmanlaşmış kitapçıların sayısı bir türlü artamadı. İstanbul’dan Denizler Kitabevi benzeri, o alanda aradığınız eseri veya o eserle ilgili malumatı bulabileceğiniz kitapçı sayısı o kadar azalmış durumda ki, kültürel hayatımızda uzmanlıklar şaibeli hale gelecekler."

07 Ekim 2021 15:25

“Yazılı kültürü koruma yasası”nı veya haberlerde geçen adıyla “Sabit fiyat yasası”nı bu sıralar konuşurken görmezden geldiğimiz koca bir sorun var.

Kitap, yayıncılık, çeviri, editörlük, dağıtımcılık, vs. derken total işleyişin temel aktörlerinden birinin hikâyesini görmezden geliyoruz bazen. Oysa bugün Türkiye’deki kitapçıların durumu, kültürel hayatımızın içinde bulunduğu çıkmazları da işaret ediyor.

Kitapçı, insanların kitap satın almak üzere gittikleri, adlarına okur denen bu müşterilere kitap satılan bir dükkândır. Dükkândır ve müşterileri vardır, sahibi vardır. Tıpkı yayınevleri gibi, ticari işleyişe tabidirler. Yayın dünyası dediğimiz o geniş, saçaklı yapının handiyse tüm aktörleri bu ticari işleyişe tabidirler. Yayın dünyasında belki en masum görebileceğimiz aktör yazarlardır (bilerek çoğul kullandım, diğer tüm aktörler gibi yazarların da çok olması gerekiyor ki bir yayın dünyası kurulabilsin).

Yazar evde, defterinin başında bir ürün oluşturur, onu bilgisayarda Word dosyası haline getirir ve yayıncıya gönderir. Yayıncı burada artık, yayınevinin sahibi olmanın dışında bir şapkaya daha sahip oluyor: Yatırımcı. Yayıncı, yazarın yatırımcısıdır. Kendisine iletilen bir Word dosyasının ‘okur’ adlı müşterilerle buluşması projesine şu-kadar-bin TL yatırım yapar. Tabii, bizatihi kendisi yatırımcı rolünü üstlenen yazarların olduğu durumlar da mevcut. Fakat genel itibariyle, yazar, entelektüel sermayesine dayanarak ortaya koyduğu ürünlere yatırımcı arayan bir profesyonel okurdur. Bu haliyle de yayıncılığın en masum aktörüdür.

Yazar ve okur ve yayıncı

Yazar ve okurun ticari işleyiş içerisindeki üretici-tüketici sınırını böylece görmek daha rahat olabilir. Bir ucunda düğme olarak düşünebileceğimiz okur’un ve diğer ucunda da ilik olarak düşünebileceğimiz yazar’ın olduğu bir kumaş parçasını düşünelim. Düğme ile iliğin buluşmasını sağlayan aradaki kumaş kısımda ticaretle ilişki oranı hayli koyulaşıyor. Okur ve yazar uçlarında ise seyreliyor; zira onlar buluşmaya eğilimli, aralarında simbiyotik bir ilişki olan iki canlı türü.

Yayıncıdan itibaren işlere fena halde ticaret karışıyor, el-kapitalizme-mahkûm! Yayıncı o dosyaya yatırımını yapar ve matbaada basılmasını sağlar. Matbaadan çıkan ürünler dağıtımcılara, kitapçılara ve depoya ulaştırılır. Okur da ya kitapçılara giderek ya da online ortamdaki (neredeyse artık) herhangi bir yoldan veya yerden sipariş vererek kitabını edinir.

Burada işler kızışmaya başlıyor, zira elimizde bir türlü, nedense doğru ve düzgün verinin en az olduğu alanlara girmiş oluyoruz. Özellikle pandemi dönemiyle birlikte, zaten öncesinde var olan bir eğilim ciddi bir ivme kazanarak hızlandı ve artık genel okur kitlesinin kitaba erişim için online ortamları tercih ettiğini gözlemliyor, deneyimliyoruz. Ben bile kitapçıya gitmek yerine, artık daha çok eş-dosttan veya mahalle kitapçımdan rica ederek sipariş işini halletmeye başladım. Evinde veya ofisindeyken, başka bir yere gitme zahmetiyle uğraşmadan yemeğinin, elektrikli süpürgenin, kitabının... kuryelerle eline ulaştırılması, vazgeçilmesi zor bir lüks. Hâlâ, “hiçbir kitabımı kurye elinden almadım, hepsini sadece kitapçıdan/sahaftan/arkadaştan kendim edindim” diyebilen okurları ayakta alkışlamak gerekir!

Kitaba erişim yönteminin ağırlıkta kitapçıdan online’a geçmiş olması, pandemi öncesinde de zaten ciddi sorunlar yaşayan kitapçıları elbette çok derinden etkiledi. Ancak sorun daha karmaşık. Örneğin memleketin en büyük şehri olan İstanbul’daki kitapçıların sorunu gibi, okur olarak “kitapçı” sorunumuz da çok eskilere dayanır.

Bugün İstanbul’daki bütün kitapçıların elindeki kitapların listesini önümüze koysak, listenin çok büyük bir kısmının son üç yıl içerisinde yayımlanmış kitaplarla sınırlı olduğunu göreceğiz.

Birçok sorunun cevabını net bilemediğimiz gibi bu sorunun da cevabını elimizde veri veya araştırma olmadığı için net olarak bilemiyoruz ama görünen o ki, kitapçının tutabildiği yayın hafızası üç yıl civarıysa; beklenen, hedeflenen okur performansı da bu kadarlık olur! Dolayısıyla kitapçıların okurlardan beklentilerini düşünürken, üstlendikleri misyonu da hesaba katmaları gerekir. “Satmıyor yeaa!” deyip kitap raflarının yerini peluş oyuncak veya telefon kılıflarına ayırınca konumuz dağılıyor tabii.

Kitapçılar ve okuma kültürü

Otuz yıl öncesinin Türkiye’sindeki kitap üretimiyle bugünün Türkiye’sindeki kitap üretimi uçurum seviyesinde farklılaştı, arttı. Kitapçılar da bu hızı yakalamak için yeni yayımlanan kitaplara giderek daha fazla yer ayırdılar. Taze satış, hızlı sirkülasyon, beklemeyen depo sistemine geçtiler. Ticari açıdan haklı oldukları bir yan var; fakat sadece ticari açıdan.

Kültürel açıdansa işler iyice karışıyor. Dijitalleşmeyle birlikte değişmeye başlasa da okur, okuma kültürünü dergilerden ve kitapçılardan edinir. Dijitalleşme bu gerçeği sadece dijitalleştirdi. Online’da da dergiye ve kitapçıya denk gördüğü yerlere göre gelişiyor okuma kültürü. Kimse Migros’ta veya Trendyol’da kitap satılıyor diye okur olmaz; oradan alışveriş yapsa da kendini okuma kültürünün içinde saymaz, sadece erişimini kolaylaştırıyor ve kısıtlıyordur. (Yarın bir gün “bilmemne giyim veya emlak markasının okurları” diye bir kategori icat ederse marka reklamcıları, hiç şaşırmam!)

Neticede okur dediğimiz şey, dergi ve kitapçı formatlarını tüketerek kitap-kültür-sanat-eğitim alanlarına açılan bir canlı türü. Online’dan farklı olarak kitapçıların, kendilerine dezavantaj gördükleri fizikî bir avantajları var oysa. Henüz online ortamlarda gelişmemiş olan, tutunabilecekleri son iki avantajlarından biri olan uzmanlık. Eskiden hangi alandan kitap arıyorsak, gideceğimiz kitapçıya öyle karar veriyorduk. Öyle çok da parlak bir dönem canlanmasın kafanızda. Neticede otuz yıl önce henüz onlu yaşlarımdaydım, dolayısıyla büyük oranda bu bahsettiğim kısıtların içinde büyüdüm ben de ama anı kitaplarından ve sohbetlerden 50-60-70’ler İstanbul’undaki kitapçı mantığının daha okur-dostu (reader-friendly) bir mentalite taşıdığını sanırım herkes teslim edecektir.

Otuz metrekarelik bir dükkâna üç-beş bin civarında kitabı rahatlıkla yerleştirmek mümkündür, gittiğiniz kitapçının metrekaresinden hesapla düşünelim bunu. Bugün artık kitapçılarımızın metrekareleri daha büyük ama içerdikleri ürün sayısı o oranda büyümüş sayılmaz. Dahası, büyük oranda uzun bir yeni çıkanlar listesi toplamına evrilmiş durumdalar.

Sorun şu ki, okuma kültürü gelişmiş ülkelerden farklı olarak Türkiye’de uzmanlaşmış kitapçıların sayısı bir türlü artamadı. İstanbul’dan Denizler Kitabevi benzeri, o alanda aradığınız eseri veya o eserle ilgili malumatı bulabileceğiniz kitapçı sayısı o kadar azalmış durumda ki, kültürel hayatımızda uzmanlıklar şaibeli hale gelecekler. (Bunun bütün dünya için geçerli bir terminal dönem olduğunun farkındayım ama Türkiye’de yeterince yaygın ve uzun süreli bir okuma kültürü oluşamadan, gecikmiş modernleşmenin bir yansıması olarak, bitişine tanık olmamızdan kaynaklanan kayıplarımızın olduğunu işaret etmek için söyleme ihtiyacı duyuyorum.) Kaldı ki ben daha bu yazıyı bitiremeden Denizler Kitabevi’nin kapandığı/taşındığı haberleri çıkıverdi! Bu sadece bir Beyoğlu’nun dönüşümü hikâyesi değil, kültürel hayatımızın ciddi bir erozyon yaşadığının en bariz göstergesidir.

Denizler Kitabevi, Beyoğlu. 

Sahaflar ve sıkı okurlar

Bütün fırtınalara, rüzgârlara rağmen ve yine de ayakta duran sahafların bu açıdan hak ettikleri şekilde dikkat çekmedikleri kanaatindeyim. O gençliğimin kitapçı durakları arasında sahaflar “uzmanlık” açısından yönlendiriciydi. Sahaflardan duyduğumuz, “O kitabı arıyorsan şurada bulursun” cümlesi tanıdıktır. Bugün artık online ortamda bu cümleye ihtiyacımız yok zannediyoruz, halbuki “o konuda şu ve bu ve şunlar da var” bilgilerinin alındığı, paylaşıldığı, sohbetlerin edildiği, dostlukların kurulduğu, kurların yapıldığı, çayların sonsuza kadar içildiği, vs. son derece kültürel mekânlardır sahaflar.

Bugünün dijital dönüşümüne de en hızla onlar adapte olmuş gibi görünüyorlar. İnternet satış siteleri üzerinden dükkân-depo ayarını yapıp kârını devam ettirebilme becerisini gösterdiler. Sahafların karşısında kitapçılar ise yayın hafızalarını merdiven boşluklarından aparılan santimetrekarelere bağladılar.

Okuma kulübü, kafe, elişleri gibi yan yöntemlerle okurun kitap ile online ortamda değil, kitapçıdan buluşmasına yeni yollar icat edenler, bulanlar oldu tabii. Bir şehirde bir semtin kültürel birikiminin bir yansıması haline geldi böyle kitapçılar.

Ticari açıdan kitapçılar için doğru yatırım yöntemi, eğilimi bu kafe-kitapçı modeli olabilir ama kültürel hafıza açısından ciddi sorunları olan bir davranış biçimi bu. Üstelik bunu tespit etmeye veya görmeye gönlü olan da yok gibi görünüyor.

Aslında bu hikâyede sahafların kültürel açıdan kitapçıları yerle bir etmiş olmaları gerekirdi. En büyük toplama en ekonomik yoldan ulaşan onlar. Fakat beklenen gerçekleşmiyor. Neden? Türkiye’deki okur toplamının profili hakkında çok acı bir tabloyu işaret ediyor bu durum.

Yine ben gençken Türkiye’deki “sıkı okur”un 500 kişi civarında olduğu söylenirdi. Bilmeyiz, bilemiyoruz böyle rakamları. Şimdilerde de en çok 2-3 bin civarında olduğunu, best-seller ve uzmanlık okurlarını da dahil ederek taş çatlasın 10 bin sularında olduğunu düşünebiliriz. Neredeyse 90 milyonluk nüfus...

Piyasaları dükkânlarıyla analiz etmek verimli sonuçlara neden oluyor. Yayın piyasamızı konuşurken okurun kitapla buluştuğu dükkânların kültürel ve ticari yanlarını hesaba katmadan düşünmek zaman kaybettiriyor.

Türkiye’de bir yayın sektörü değil, bir yayın piyasası var henüz ve bunları konuşmaya başlamadığımız sürece ne kitapların sabit fiyatı, ne kitapçıların dünyası, ne okurluğun hülyası gerçekçi bir temele oturabilecek.