"Annie Ernaux gibi edebiyatçılardan Didier Eribon gibi sosyologlara ya da Geoffroy de Lagasnerie gibi çağdaş filozoflara varıncaya kadar Ayrım’ın doğurgan bakış açısından faydalanmayan yok gibidir. Benim payıma da, 1873’te yayımlanan ve Paris sebze halini, buranın esnafını merkeze alan bir kitap düştü: Émile Zola’nın Paris’in Karnı."
07 Ekim 2021 17:30
Görece benzer grupların ya da sınıf fraksiyonlarının kültürel tercih ve pratiklerinin bir analizini mümkün kılacak şekilde, 1963’te başlatılıp 1967-68 yıllarında tamamlanan bir anket-sorgulama, çok zengin ve çok çeşitli bir malzemeye sırtını dayayarak kelimenin tam manasıyla Fransız toplumunun karnını deşerken, çağdaş Fransız kültürünün bir “değerler soykütüğünü” çıkarmaya girişir. Karşı ya da taraf olunsa da anıtsallığı konusunda hemfikir olunan bu eser, Pierre Bourdieu’nün Ayrım’ıdır. Kitabın sosyolojik olarak kurmaya çalıştığı, bütün bir toplumsal yaşamın, “sınıflandırıcıların” bizzat kendilerini sınıflandırdıkları beğenme ya da beğenmeme yargılarına (ve de sınıflandırmalarına) dayanmasıdır. Anket-soruşturma, bilgi başta olmak üzere, tercihlere, resme, müziğe, kitaplara, giyim kuşama, mobilyaya, sosyal yaşama, yemeğe, ayrı bir başlık olarak da fotoğrafa odaklanır.
Sosyal sınıfların kabaca “üst sınıflar” (ya da “egemen sınıf”), “orta sınıflar” ve “halk sınıfları” şeklinde üçe ayrıldığı eserde, bu grupların her biri, kendilerine özgü sosyal koşullanmaların ve varoluş koşullarının bir yansıması, ayrıca aynı grubun (ya da hatta aynı sosyal sınıfın) bütün üyeleri için ortak zevkler, tutumlar ve pratiklerin tutarlı sisteminin temeli olan belli bir kültürel “habitusla” karakterize edilir. Bununla birlikte,
“eserin genelinde de meslekler üzerinden tanımlanan üçlü bir sınıf ayrımı ile karşılaşırız: İşçi sınıfı, küçük burjuvazi, orta ve üst sınıflar. Kültürel sermayeleri üzerinden mertebelendirilen her sınıf da kendi içinde alt kesimlere ayrılır. Burjuvazi yüksek düzeyde iktisadi sermayeye sahiptir; entelektüeller ve işadamları bu sınıf içinde farklı kültürel sermaye donanımlarıyla birbirlerinden ayrılırlar. Toplumsal sınıflar içindeki sermayenin hacmi ve kompozisyonundaki farklılıklar sınıfsal farklılık ve antagonizmaları açıklar”. (s. 16)
Bu durumda mesela üst sınıfların yaşam tarzı, estetik beğenileri, etik-sosyal tutumları, bir “ayrımı”, bir mesafe duygusu ve kaygısını, bu sınıfın kültürel meşruiyetine dair bir iknayı yansıtacaktır. Halk sınıfları maruz kaldıkları her türden kısıtlama ve sınırlamaların dayattığı bir tür kaderci gerçekçilikle, orta sınıflarsa genellikle “kültürel iyi niyet” ve “çilecilik eğilimleri” ile karakterize edilir. Kitapta, “geniş bir beğeni çeşitleri ve kültürel pratikler grubunun ‘aktif değişkenler’ olarak tanımlandığı; sosyo-demografik ve meslekî bilgilerin ‘ek değişkenler’ olarak analize katıldığı” (Giriş, s. 12) bir harita ve koordinatları aracılığıyla, hem zamanın belli bir ânında toplumsal uzamın yapısının kurucu öğesi olan sınıflararası güç ilişkilerinin durumu hem de bu yapının dönüşümünün sonuçlarından ve etmenlerinden birini oluşturan şey, yani bireylerin ve grupların toplumsal uzamdaki konumları sayesinde korumaya ya da iyileştirmeye çalıştıkları tahvil stratejileri ortaya serilir. Sınıflararası değişik dikey ve yatay hareketlilikler sonucu karşımıza çıkan egemen sınıfın egemen fraksiyonları, egemen sınıfın ve küçük burjuvazinin entelektüel fraksiyonları, yeni küçük burjuvazi, büyük ve küçük burjuvazi, yükselişte olan burjuvazi, zayıf bir kültürel mirasa sahip ama nispeten önemli bir eğitim sermayesiyle donanmış yerleşik küçük burjuvazi gibi ayrımlar, bir yaşam tarzı “sistemi” kurmayı mümkün kılan genel davranış ilkeleriyle temsil edilir. Esasen bir sınıfın birliği, ifade edilen düşüncelerden çok bilinç dışında kurulur; beğeniler, iğrenmeler, sempatiler, antipatiler, düşler, korkular, sezgiler habitusun en derinine kayıtlıdır.
Hiçbir şeyin önemsiz, hiçbir şeyin izole olmadığı, en ufak bir davranışın, yaşam dekorunun en küçük bir unsurunun diğerleriyle birlikte simgeleştiği bu devasa organizmada, bu kat kat açılan ayrım ve çatışmalar arasında insanın kendini “yakalamaması” imkânsızdır. Belki de bu yüzden Annie Ernaux gibi edebiyatçılardan Didier Eribon gibi sosyologlara ya da Geoffroy de Lagasnerie gibi çağdaş filozoflara varıncaya kadar Ayrım’ın doğurgan bakış açısından faydalanmayan yok gibidir. Benim payıma da, 1873’te yayımlanan ve Paris sebze halini, buranın esnafını merkeze alan bir kitap düştü: Émile Zola’nın Paris’in Karnı. Bana esin verense, kitabı açıklarken yazarının kendi ağzından söylediği şu sözler: “Göbeklerini şişiren ve onları iki yana sallayan kapitalizm hayranları ile açlıklarıyla yaşamaya alışmış yoksullar”…
Belli bir türe sığması zor bu gölgede kalmış yapıtta, 1840’lı yıllarda Paris’te hukuk öğrenimi görmekteyken annesini kaybeden Florent, annesinin sonraki evliliğinden olan üvey kardeşiyle birlikte beş parasız kalır. Eğitimini bırakıp üvey kardeşi Quenu’yü de yanına alarak bir yatılı okulda öğretmenlik yapmaya başlar. Bir süre sonra komşusu, lokanta sahibi Gavard’la iyi ilişkileri sonucu, Gavard, Quenu’ye yemek yapmasını öğretir.
Florent 2 Aralık 1851 Darbesi sırasında yaşanan ayaklanmalar neticesinde yanlışlıkla tutuklanıp Cayenne’e sınır dışı edilir. Oysaki tek yaptığı, bir genci alev almış bir barikattan kurtarmaya çalışmaktır. Yedi yıl süren korkunç bir ıstırap ve açlık onu bir deri bir kemik bıraksa da evrensel kardeşlik hayaliyle yaşamaya devam eder. Her türlü işte çalıştıktan sonra bir yolunu bulup tekrar Paris’e döner. Ancak geri döndüğü yer esnafın, satıcı kadınların gerçek ve sahte komplocuların dünyasıdır. Geçen zaman içinde üvey kardeşi, güzeller güzeli karısı Lisa’nın zekâsı sayesinde kasap olmuş, saygın bir pozisyondadır. Karı koca o dönemde İmparatorluğu belirleyen ekonomik ve politik liberalizmden faydalanmayı bilmiştir. Kaçak Florent bu kardeşin evinde başka bir kimlikle yaşamaya ve tehlike pahasına devrimci çıraklarla görüşmeye başlar. Kaçak oluşu bütün mahalleden gizlenmektedir. Ancak yengesi Lisa’nın baskısı yüzünden, ayrıca nefret ettiği bir hükümet için çalışma konusundaki isteksizliğine rağmen Paris halinde denetici olarak çalışmak zorunda kalır. O andan itibaren dedikoduların ve kamusal bir kötülüğün hedefi haline gelmiştir. Bu koca şişman dünyada sıska görüntüsüyle kendisini-zaten-ele veren bu adamın bir sırrı olmalıdır.
Paris’in Karnı, yiyecek bolluğu yüzünden Paris Sebze Hali’ne atıfta bulunan bir metafordur. Hal burada, yiyecekten başka bir şeyin önemli olmadığı capcanlı bir dünya olarak tasvir edilir. Güzellik, zenginlik ve refah yemekle kafiyelidir. Lisa gibi en güzel kadınlar, kasap dükkânlarındaki etler gibi tombul ve yağlıdır. Paris halinin bu kişileştirilmesi, şehri bir sindirimin yeri, fizyolojik bir organizma yapar. Okur aç ve sıska Florent ile tezat oluşturan Paris halinin yiyecek bolluğu betimlemelerine dalar. Kalbinde devrimci olan sıska Florent, bolluk içinde kaygısızlığa gark olmuş bu göbekli, şişman dünyaya entegre olmakta nafile çabalar; bu organizma tarafından önce asimile edilecek, ardından reddedilecek, kısa bir süre sonra da kusulacaktır.
Zola roman boyunca “şişmanlar” ve “sıskalar” arasındaki rekabet temasını geliştirir; bir şişman, bir zayıfı, başka bir şişmanın üzerinde yükselmek için kullanabilir. Paris kalbi olmayan koca bir karındır; hal esnafı için şişman, müreffeh ve sağlıklı bir adam temiz bir vicdana sahip, dürüst bir adamken, sıska bir adam büyük olasılıkla kendi çöküşüne neden olan affedilmez eylemlerde bulunan, açlıktan ölmek üzere bir adamdır. Tam bir empati eksikliğidir söz konusu olan, zayıflara acıma ya da şefkat yoktur. Tüccarların çoğu bir refah döneminin timsali olan İmparatorluğu sever; ne varsa birikimle, açgözlülükle ilgilidir. Zola’da bir şişmanın başka bir şişman üzerinde yükselmesinin savaşı, Bourdieu’nün, hıncın izini taşıyan, bile isteye baskıcı bir ahlakçılığa sahip küçük zanaatkârların ve tüccarların oluşturduğu “düşüşteki küçük burjuvazi” ile, geleceğe dair iyimser beklentileri ve çileci rasyonalizmleri yükselen bir sosyal yörüngeyi yansıtan orta düzey yöneticiler, teknisyenler, bir dereceye kadar da öğretmenlerden kurulu “yükselişteki küçük burjuvazi” “ayrımını” kulağımıza fısıldar. Kahramanlardan biri olan ressam Claude Lantier, Florent’la bir sohbeti sırasında şunları söyleyecektir:
“… Ben bir zayıf olmaktan nefret ediyorum. Bir şişman olsaydım rahatça resim yapabilir, güzel bir atölyeye sahip olabilir, tablolarımı daha iyi fiyata satabilirdim. Oysa bir zayıfım. Demek istiyorum ki, şişmanların burun kıvırdıkları şeyler için bile kendimi paralamam gerek… İsterseniz bütün tanıdıklarımızı sınıflandırabilirim… Gevard bir şişman, ama kendini zayıf yerine koyan bir şişman. Basit bir tür… Matmazel Saget ve Madam Lecoeur ise zayıflar sınıfından; üstelik çekinmek gereken türden, şişmanlamak için her şeyi yapabilecek umutsuz zayıflar… Arkadaşım Marjolin, küçük Cadine, Sarriette henüz gençliğin açlıklarıyla dolu masum üç şişman. Dikkat etmek gereken nokta, bir şişmanın yaşlanmadıkça cazibeli bir yaratık olarak kalmaya devam ettiğidir… Siyasi arkadaşlarımıza gelince, hepsi genellikle zayıf.” (s. 235-236)
Florent olabildiğince nahif, adaleti ve mazlumların hakkını zafere eriştirmek için hükümete karşı bir ayaklanma başlatmaya çalışır. Bununla birlikte yola çıktığı hal çevresinden dostları bile arkasından iş çevirecek, dürüstlük kisvesi altında çeşitli işbirlikleri, çıkar çatışmaları, cephe ittifakları vs. ona karşı birleşecektir. Bourdieu’de sınıflar ya da sınıf fraksiyonları arasındaki ayrımların genel davranış ilkeleriyle temsil edilmesi gibi, Paris’in Karnı’nda da şişmanların şişmanlar, zayıfların zayıflar arasında tavır tutarlılığı söz konusudur. Mesela burjuva korkaklığının bir portresi, sessiz bencilliği içinde İmparatorluğu ve Kilise’yi destekleyen tam da bu Lisa aracılığıyla temsil edilir. Lisa, Florent’ı ihbar etmek üzere Emniyet Müdürlüğü’ne gittiğinde, ayaklanma hazırlığı ve gizli buluşmalar konusunda bir tek kendisinin bilgi sahibi olduğu düşüncesindedir:
“Dazlak şahıs onun sözünü kesmeden, bıkkın havasıyla dinledi kadını. Lisa konuşmasını bitirince sadece şunu sordu ona:
– Siz bu adamın yengesisiniz, değil mi?
– Evet, dedi açıkça Lisa. Biz namuslu insanlarız… Kocamın bu olayla lekelenmesini istemiyorum.
Adam sabırsız bir havayla:
– Görüyorsunuz işte, bir yıldan fazla bir süredir bu meseleyle uğraşıyorum. İhbar üzerine ihbar yapılıyor… Bakınız, işte dosya burada." (s. 294-295)
Lisa önüne konan dosyayı karıştırır. Florent’ın hale gelişi, hayatı, ayaklanma hazırlıkları için akşam buluşmaları, ne varsa dosyadadır. En hayret verici olanı ise, çeşit çeşit el yazılarıyla yazılan bir sürü mektuptur. Lisa bunlar arasında hal esnafından bazı tanıdıklarının yazısını tanır. Hepsi Florent hakkında ipe sapa gelmez beyanlarla doludur. Dazlak görevlinin odasından çıkan Lisa, bekleme odasında ona aniden arkasını dönen hal çevresinden tanıdıklarıyla karşılaşır, ama kendini onlardan daha beter hissedecektir. Eve doğru dönerken, ortada bir “pişmanlık”, bir “vicdan azabı” olsa da ailesi, kocası için korkulacak bir şey olmadığını düşünür. Sonuçta Florent’ı ele veren kendisi değildir; bizzat mertçe, yüreğini ortaya koyarak polise gitmiştir. Bu noktada romanın gücünü oluşturan şey, kendi dürüstlüklerinden emin, gönül rahatlığıyla kurulu düzenden yararlanan ve onu yavaş yavaş sindirenlerin aşikâr edilmesidir. Zira Bourdieu’nün izinden gidersek, her sosyal sınıfın içinde benzer konumdaki bireyler, dünyayı benzer biçimde algılar, benzer biçimde davranır ve değerlendirir. Lisa da kısa bir “iç hesaplaşma” neticesinde Florent konusunda rahat uyuyacağına kani olur.
Kültürel pratikler sosyolojisinde ana referans eser olan Ayrım, toplumsal alanın bir güç alanı olarak tanımlanması, beğeni-yargılama inşasının mekanizmalarının gün yüzüne çıkarılması, yaşam stillerinin –hiyerarşik oldukları için– sembolik bir tahakküm biçimini temsil etmeleri, egemen sınıfın üyelerinin “meşru beğeninin” taşıyıcıları olmaları gibi açılımlarıyla çok değişik, yaratıcı içe doğuşlar uyandırıyor. Benim en ilgimi çeken ve Zola’yla bağlantı kurmamı sağlayan şey ise, herhangi bir sosyal sınırın hem engel hem de seviye olarak işlev gördüğü, engelin toplumun diğer üyeleri tarafından erişilemeyen unsurlardan oluştuğu, seviyeninse bir sosyal topluluğun tanınma kriterlerine karşılık geldiği burjuva alanı. Eserde karşıma çıkan “Yükselişte olan küçük burjuvazi kapitalizmin tarihini sonsuz bir biçimde yeniden yazar”, “Küçük burjuva tarzı ‘yükseliş’ talihsiz eski arkadaşların inkârını kapsayan bir kopuşu gerektirir”, “Küçük burjuva, burjuva olmak için kendini küçülten bir proleterdir” gibi Bourdieu aforizmalarıysa tuz ve biber.
Bourdieu’yu Zola’nın gölgesinde –ya da tam tersi– okumak yoğun bir deneyim, hatta belki de acı verici; her paragrafta, her cümlede aynada kendini yakalamaya benziyor. Bu kitabın bir insanın hayatını değiştirebileceğini düşünüyorum; halen aralıklarla bazı bölümleri tekrar tekrar okuyorum ve kitabı ne zaman açsam içimde tuhaf bir entelektüel aydınlanma hissi, tuhaf bir heyecan duyuyorum. Zira Bourdieu’nün sözleriyle: “Belirlenmiş (damgalanmış?) doğarız ve özgür olmak için çok küçük bir şansımız vardır.”
•