Yayıncı ve yazar Cem İleri yine bir “okuma” kitabıyla hem de Sebald’ı merkeze alan kitabı Okurun Belleği’yle Sebald okurunun iştahını kabartıyor. İleri ile hem yeni kitabını hem de Everest Yayınları’nın “deneme” dizisini konuştuk
04 Şubat 2016 13:50
Yazının da Yırtılıverdiği Yer bir Bilge Karasu okumasıydı, çok da hoş bir kitaptı. Sekiz yıl sonra bu kez Okurun Belleği geldi. Peki, Cem İleri’nin edebiyatta akrabalığı, kan bağı olan tür –ama aynı zamanda da yazmaya iten tür- deneme diyebilir miyiz?
Teşekkür ederim. Kitabın ele aldığı temel sorulardan biri de bu tür meselesi. İlgilendiğim, kan bağım olduğunu düşündüğüm, bir türden çok bir tür yazar yaklaşımı olabilir belki de. Bilge Karasu da, bu kitabın Sebald’la birlikte ana figürü olan Benjamin de, Barthes da, yaşamları boyunca bu meseleyle uğraşmış yazarlar. Bu dört yazar da kolay kolay etiketlenemeyecek yapıtlar ortaya koydular. Karasu klasik anlamda bir romancı değildir, zaten ancak iki kitabını, o da zorlayarak bu türe dâhil edebilirsiniz. Sürekli değişim, dönüşüm içinde bir yapıt onunki. Benjamin edebiyatla düşünce, denemeyle kurmaca arasında kalmış bir figür. Barthes son döneminde, gerçekten yazmak istediğini, artık yazmak istediğini, kurmacaya girmeyi fantezi haline getirdiğini söylüyor, zaten son dönem yapıtları hep bu kaymanın izlerini taşır. Sebald’ın durumu hepsinden ilginç belki de. Neredeyse 50’li yaşlarına kadar standart metinler yazan bir akademisyen, birdenbire “kurmaca” dediği metinler yazmaya başlıyor. Bu üç ismin de çok iyi tanıdıkları ve farklı bağlamlarda ele aldıkları Proust’un da yazmaya başlarken temel problemi buydu. Ne yazacaktı, eleştiri mi, deneme mi, roman mı? Kitapta, Sebald’ı merkeze alarak, tüm bu sancıları, geçiş aşamalarını ele almaya çalıştım. Aynı metin, farklı bağlamlarda kullanıldığında ne değişir, okur açısından, yazar açısından, eleştiri açısından? Benjamin ve Sebald bunu çok sık yapar örneğin. Düşünce yazısının içinden bir çocukluk anısı belirir ya da tam tersi, tez düzeyinde bir fikir bir anekdotmuşçasına anlatılır. Sebald daha da ileri giderek aynı konuyu şiir, şiirsel düzyazı, eleştiri ve roman biçiminde tekrar tekrar ele alır. Benim genelde tür meselesine, özelde de denemeye ya da kurmacaya bakışım, bu çalışmada da sürdürdüğüm ortak sorular, temalar çerçevesinde daha bir belirginlik kazandı diye düşünüyorum.
“Sebald hakkında konuşmak, daha baştan, özgün tek bir cümle bile üretebilmenin olanaksız olduğunu kabul etmeyi gerektiriyor. Okuru en çok kışkırtan da bu olanaksızlık oluyor çoğu zaman” diye yazmışsın. Senin bir okur olarak Sebald’la hikâyen nasıl başladı?
“Sebald fenomeni” 2001’den sonra, yavaş yavaş ortaya çıkıyor, genişliyor tüm dünyada. Sontag’ın yazara işaret etmesi önemli. 11 Eylül’den iki ay sonra, birlikte New York’ta bir konuşmaya katılıyorlar. Sebald, Austerlitz’ten bir bölüm okuyor, iki ay sonra da, ansızın, arabasının içinde can veriyor. Erken ölümü de bir şekilde ilginin artmasını sağlıyor. Ama esas mesele tam da bu kışkırtıcı yorumlanabilme potansiyeli. Bir yandan özgün bir okuma yapma, yeni bir bağlantı keşfetme, öngörülmemiş bir yaklaşım geliştirme arzusu uyandırıyor Sebald’ın metinleri, bir yandan da bütün bu okuma olasılıklarını bizzat metne yerleştirmiş olabileceğine dair ciddi bir şüphe uyandırıyor. Sebald hakkında yüzlerce akademik çalışmanın yapılmasının, hemen her gün yeni bir yazı, inceleme, kitap yayınlanmasının, konferansın, sempozyumun gerçekleştirilmesinin, gazete yazılarından denemelere, monografilerden derlemelere hemen herkesin ondan bahsetmesinin, yapıtından hareketle çağdaş sanat sergilerinin, fotoğraf okumalarının yapılmasının, yapıtın topografyasını keşfe yönelik geziler düzenlenmesinin nedeni de bu belki de. “Sebald hastalığı” deniyor buna. Ne mutlu ki, yalnız ve güzel ülkemizi teğet geçti bu hastalık!
Tam da onu soracaktım, Türkiye’de Sebald okuru var mı peki, senin gözlemlerin, duydukların ne yönde?
Bizde, 1999 yılında İletişim’in yayınladığı Göçmenler’den sonra 2006’ya kadar başka yayın yok. Can Yayınları Göçmenler, Satürn’ün Halkaları ve Austerlitz’i yayınlıyor. O tarihlerde zaten Sebald iyice tanınır hale geliyor. Sonra yine çok uzun bir sessizlik. Geçtiğimiz günlerde de Vertigo yayınlandı. Maalesef özensiz bir çalışma olmuş, adından başlayarak çok ciddi hatalar var kitapta. “Öykü” denmiş, öykü değil, fotoğraflar yanlış kullanılmış, en vahimiyse, Sebald’ın özellikle önem verdiği bir uygulama görmezden gelinmiş, Sebald’ın Thomas Bernhard’dan devşirdiği blok yazı iptal edilerek metnin anlamını etkileyecek düzeyde, metinle imgeler birbirleriyle ilişkilendirilmeye çalışılmış. Dolayısıyla önce Sebald yayıncısı var mı diye sormak gerek. Okuru yönlendiren bu çünkü. Elbette potansiyel bir Sebald okuru vardır ama 2000’lerden bu yana kültür ortamımız her geçen gün daha da kötüye gidiyor. Benjamin uzmanı geçinip Sebald’ın adını bile duymamış akademisyenler, yazara modern bireyin sıkıntılarını dile getirir gibi korkunç klişelerle yaklaşan eleştirmenler var maalesef. Türkiye’de Sebald gibi melez, türlerarası edebiyat üreten yazarların anlaşılması giderek zorlaşıyor. Bir süre önce çıkan bir romana ilişkin şöyle bir polemik vardı, yazar romanında Julio Cortázar diye yazmış, Julio’yu belirtmesinin okura saygısızlık olup olmadığı sorgulanıyor. Eğer metinlerarasılık bu düzeydeyse geçmiş olsun! Sebald’ın metinleri gönderme, anıştırma, ima, atıf, gizli alıntı, sahte alıntı gibi son derece zengin bir biçim kataloğu sunuyor çünkü okura. Bu arada “Bilge” Karasu’nun, Altı Ay Bir Güz’de, Gece ile Seksek karşılaştırması yaparken yazardan yalnızca “Julio” diyerek bahsettiğini hatırlatayım! Nereden nereye!
Biraz kitabı anlatır mısın? Hadi ben böyle bir kitap yazayım deyip oturmadın, çok uzun zamana yayıldı bildiğim kadarıyla ki bir de konumuz Sebald...
Mekân, sanat, edebiyat ilişkileri üzerine başka bir kitap yazmakla meşguldüm. Önceden bu konuda yazdıklarımı da kapsayacak bir çalışma. Sebald halen yazmaya devam ettiğim bu kitabın bölümlerinden biriydi. Giderek genişledi, Benjamin’le birleşti, hatta o kitabı içeren ne varsa hepsini kapsamaya başladı ve sonuçta bağımsız bir okumaya dönüştü. Karasu çalışması gibi, bu da bir tür okuma denemesi. Kesinlikle akademik bir çalışma değil. Karasu kitabıyla ilgili olarak, akademik çevrelerden çok ciddi eleştiri geldiğini, kitabı bir şablona oturtamadıklarını biliyorum, ki orada özellikle, ilk kitabım olduğu için, kendimi çok fazla denetlemiştim. Burada kendi adıma çok daha özgür davrandığımı söyleyebilirim. İkisinde de amacım, kabaca, ele aldığım yazarın üslup özelliklerini, edebiyata bakışını, kendisini ilişkilendirdiği yazınsal hattı, hatta giderek dilini ödünç almak, kendime mal etmek ve yazarın yaratmak istediği okuma deneyiminin bir benzerini kendi metnimde yineleyebilmekti. Okuma deneyiminin yazıya aktarılması çabası. Bunun olanaklı olup olmadığının sınanması da denebilir. Barthes buna üst-okuma diyor, okumanın okuması. Bir tür kurmaca karakteri olarak düşünülen “okur”un metin içindeki serüveni.
Zaten sen de kitapta Sebald’ın “okur için oluşturduğu zihinsel oyun alanı”ndan bahsediyorsun. Okumayı açma, okumayı öngörme, okumayı kurgulama önerisi… ve “okumayı okumuş oluyorsunuz, Sebald adlı okurun belleğiyle karşılaşıyorsunuz” diyorsun. Okununca da tükenen kitaplar değil kitapları... Yani aslında Sebald’ı anlamak pek kolay değil...
Az önce bahsettiğim üst-okuma her tür yazara, metne uygulanabilir. Ama her yazar okuru Sebald kadar önemsemez, okuru hemen hiç düşünmediğini söyleyen pek çok önemli edebiyatçı vardır. Sebald’ın durumu burada farklılaşıyor. Akademik bir kariyerin sonunda, birdenbire, “şüpheli, güvenilmez bir meşguliyet” olarak gördüğü kurmaca “işine” giriyor. Dolayısıyla, bir okuma ve üst-okuma uzmanı olarak, farklı bir kurmaca anlayışı geliştiriyor, ki burada okur başrolde. Okuru özgürleştiriyor, okumanın da bir tür araya girme, kesintiye uğratma, parçaların yerlerini değiştirerek yeni bir düzen oluşturma işi olduğunu gösteriyor. Kendisi üst-okuma olan bir metni okuma denemesi benimkisi. Başlık da bunu ifade ediyor, kitap aynı anda hem Sebald’ın, hem benim, hem Sebald okurunun hem de Okurun Belleği’nin okurunun belleklerinin okuma anında nasıl işlediğiyle ilgileniyor. Bu dizgeye başka figürler de katılıyor tabii kitap boyunca, kitabın alt başlığı “Benjamin Okuru Sebald,” ama “Proust Okuru Benjamin” de, “Benjamin Okuru Austerlitz” de devreye giriyor zaman zaman.
Biraz roman, biraz anı-anlatı, biraz gezi edebiyatı... Türsel bir belirsizlik var Sebald’da ama bu bir şekilde kendi içinde de dengeli. Bu analitik düşünerek, bir şeyler hesaplayarak yaptığın bir şey mi, yoksa Sebald yazınca mı böyle oluyor tam kestiremiyor insan...
Sebald anlatı, anı, deneme, yolculuk yazısı, günlük, eleştiri, yaşamöyküsü, özyaşamöyküsü gibi farklı türleri bir arada kullanıyor ama yalnızca bu değil yaptığı. Bütün bu türleri yine bu şekilde kullanan onlarca yazar sayabiliriz. Önemli olan neyi hangi amaçla yaptığı. Diğerlerinden farkı belki de burada. Kitap boyunca bunu bir alt sorgulama olarak sürdürmeye çalıştım. Stratejilerinin, buluşlarının, oyunlarının, deneyselliklerinin ne kadarı bilinçli ne kadarı rastlantısal sorusunun yanıtını aradım. Sebald’da yalnızca yazınsal türler değil mekânlar, imgeler, alıntılar, hatta kendinden yaptığı alıntılar, çok çeşitli okumalar, gazete haberleri, belgeler, özetler, pastişler bir arada yer alıyor. Ortaya çıkan bu tuhaf yazının arkasında devasa bir seçme-bir araya getirme-programlama-ilişkilendirme aygıtının işlediğini görüyor okur bir süre sonra. Metnin gücü de buradan kaynaklanıyor. Hiçbir zaman emin olamıyorsunuz, baştan sona alıntılardan oluşan güvenilmez bir “kurmaca” mı bu okuduğunuz, yoksa “gerçek” bir yazar mı karşınızdaki.
Gerçek derken?
“Gerçek”ten kastım şu: Sebald sürekli okuyan bir figüre dönüşüyor metin boyunca. Yazısı, sayısız okumanın içinden geçiyor. Günlükler, mektuplar, belgeler, ansiklopedik bilgiler, gazete kupürleri. Okurla yapılan anlaşmanın devredışı bırakılması demek bu. Karşınızda bir yazar yok, senin gibi benim gibi, başkalarının yazdıklarını okuyan biri var. Okuyan ve her satıra gölgesini düşüren bir okur.
Sebald’ın yazıları hem ölülerle konuşmanın bir yolu olarak görülüyor hem de anma/hatırlamadan ziyade bellek/hafıza/hatırlama ikilemini yazma şekli açısından çok önemli... Sen ne dersin?
Proust belleğin Newton’ıysa, Sebald da Einstein’ıdır diyenler var! Metinsel düzeyde bu bellek mekanizmasının nasıl ele alındığına değinmiştim. Bütün bu stratejilerin, araç-gereçlerin, okura yönelik oyunların amacı tabii ki Sebald’ın belleğin işleyişini her yönüyle inceleme arzusu. Yapıtın ana konularından biri Yahudi Soykırımı, ama babası Nazi olan ve Almanya’yı terk ederek İngiltere’de sürgün hayatı yaşayan bir Alman olarak bir yandan kendisine ve geride bıraktığı ülkesine yönelik bir suç ve kefaret eleştirisi yaparken, bir yandan da Alman Kentlerinin Bombalanması konusundaki en ciddi çıkışlardan birini yapıyor. 2. Dünya Savaşı sırasında Alman kentlerinin ittifak devletleri tarafından tamamen yerle bir edilmesinin, Alman toplumunda uzun süren bir sessizlik ittifakına yol açtığından, konunun adeta bir tabuya dönüştüğünden ve birkaç örnek dışında hiç kimse tarafından gerektiği gibi dile getirilmediğinden, anımsanmadığından söz ediyor Yıkımın Doğal Tarihi adlı kitabında. Suçluluktan dolayı kendi yaşadıklarını unutmayı tercih eden bir toplumun karşısına dikilip soruyor; bütün bu olup bitenler, Almanya’nın kültürel belleğinde neden bu kadar silik bir yer tuttu? Bu akıl almaz sessizliğin, boşluğun, konuşmakta, yaşananlardan söz etmekte, anımsamakta gecikmenin nedeni ne? İki farklı bellek, iki farklı unutma/anımsama biçimi arasında kalıyor kişisel olarak. Geçmişi inkâr etmek, geçmişe takılıp kalmak, geçmişi bugün için anlamlı bir biçimde yorumlamak gibi bir dizi farklı tutumu yan yana getirmeye çalışıyor. Şu iki soruyu yan yana soruyor: Yaşamadığınız bir olayı nasıl anımsarsınız? Yaşadığınız bir olayı nasıl anımsamazsınız? Toplumsal ve kişisel anlamda belleği ele alırken, sahte anı, verimli yanlış anlama, yedek bellek, epifani, şok, istemli/istemsiz anı gibi farklı disiplinlerden gelen bir kavram ağını da metnine ekliyor. Sonuçta ortaya bellek kuramına ilişkin son derece karmaşık bir yapı çıkıyor.
Sebald’ın birinci tekil anlatımı hem bütün türleri içinde barındırıyor hem de aslında bütün türlerden ayrı düşüyor. Gerçek fotoğraflar kullanması ve metinlerin birinci tekil şahıs anlatımla yazılması da cabası... Sen neler düşünüyorsun anlatımı ve fotoğraflar kullanması konusunda.
Kitaplarında görsel malzemeye yer vermesi Sebald’ın alametifarikasına dönüşmüş durumda, oysa bunu ilk yapan Sebald değil, bu yöntemin çok uzun bir geçmişi var, hiç şüphesiz. Rodenbach, Breton gibi tarihsel örnekler ya da Geoff Dyer, Enis Batur gibi çağdaşlar. Her yazar bu ekstra malzemeyi kendi yapıtının gereklerini yerine getirebilmek adına kullanıyor sonuç olarak. Sebald açıklamalarında bu imgeleri, okuma hızını yönlendirebilmek amacıyla kullandığından söz ediyor. Sebald’ın metinlerindeki görsel malzeme çok çeşitli: fotoğraf, elyazısı, kartpostal, kartvizit, ilan, kupür, film karesi, film afişi, resim vs. Bütün bunlar altyazısız, kaynakçasız olarak kullanılıyor, nereden, ne zaman geldikleri, ne oldukları belli değil. Belgelerin bir kısmı gerçek, çoğu ise yazar tarafından uydurulmuş, bağlamı değiştirilmiş, manipüle edilmiş, yeniden-üretilmiş. Belleğin görsel karşılığı olarak ele alınıyor ilk katmanda bütün bu malzeme. Ama bununla sınırlı değil. İmgelerin kendi aralarında kurduğu ilişkinin bir benzerini anlatının kendisine de uyguluyor Sebald. Ayrıca yine imgelerden bağımsız olarak, çok zengin bir sanat tarihi birikimi söz konusu, onlarca resimden, müzeden, sanatçıdan söz ediliyor kitaplarda. Ben bu katmanlı yapıya bir katman daha ekledim kitabımda. Çağdaş sanatla, mimariyle, hatta ilk başta Sebald’la hiç alakası yokmuş gibi gelebilecek isimlerle bir arada okumaya çalıştım Sebald’ı. “Kavramsal edebiyat” denen ama henüz tanımı tam olarak yapılamamış, sınırları belirsiz alana dâhil olduğunu, yapıtını anlamak için mutlaka çağdaş sanat konusunda bir birikim sahibi olunması gerektiğini düşünüyorum.
Psikanalist Adam Phillips, onun yeni bir çeşit romancı olmasından ziyade yeni bir tür tarihçi olduğunu söylemiş. Sen de hemfikir misin?
Okurun Belleği’nin amaçlarından biri de zaten bunu gösterebilmek. Kitabın ciddi bir bölümü Benjamin üzerine. Benjamin’in Pasajlar çalışmasının, tarih felsefesinin, türlerarası biçeminin, aura, diyalektik imge, uyanış, şok, alegori, kök-olgu, kristalleşme gibi kavramlarının, 19. yüzyılı, moderniteyi, modernizmi, endüstri çağını, kentleşmeyi okuma biçiminin Sebald’ın yapıtını nasıl etkilediğini anlamaya çalışıyorum. Sebald’ın, tamamlanamayan Pasajlar’ın 19. yüzyıl için düşlediği, düşündüğü, tasarladığı yapıyı 20. yüzyıla uyarladığını söyleyebilirim. Benjamin’in yanı sıra Annales okulunun, Foucault’nun, mikro-tarih çalışmalarının etkileri de görülüyor Sebald’da. Rastlantılar, isimlerin, doğum ve ölüm tarihlerinin benzerlikleri, aynı yerde farklı zamanlarda gerçekleşmiş olaylar, Sebald için, sürekli peşinden koştuğu, büyüsünden kurtulamadığı bir cazibe merkezi oluşturuyor. Anlatısını da bu tarihsel malzemenin üzerine inşa ediyor.
Everest Deneme dizisinden bahsetmeni isteyeceğim ama ona gelmeden önce şunu sormak istiyorum: Türkiye’de deneme ya da melez türler yayıncılık ve okur dünyamızda nasıl yer buluyor, senin bu yöndeki gözlemlerin nedir?
Tabii piyasada çok ciddi bir roman pornosu söz konusu. Roman yazmayanı dövecekler yakında. Bu aslında yayıncılık piyasasının yavaş yavaş bir sektöre dönüşmesinin de göstergesi, ahlayıp vahlayacak halimiz yok, bu enflasyon bir süre daha devam edecek, sonra bir parça durulacak gibi geliyor bana. Her yerde aşağı yukarı bu süreç işlemiş, işliyor. Denemenin de, melez türlerin de bu büyüme içinde kendilerine daha geniş bir yer bulacaklarını düşünüyorum.
Geçmişte deneme kitapları daha çok yayımlanıyordu diyebilir miyiz? Bugün yazılmıyor da mı yayınlanmıyor, yoksa yayıncıların ilgisi mi yok deneme türüne?
Bugün çok daha fazla kitap yayınlanıyor, yayınevi sayısında ciddi bir artış söz konusu, yalnızca mimarlık, sanat hatta güncel sanat gibi alanlara odaklanmış yayınevleri bile ortaya çıkmaya başladı. Denemenin de, melez türlerin de, deneysel, avangard edebiyatın da bir okurunun olduğunu düşünüyorum. Yayıncıların ilgisinden çok, sorun her zaman olduğu gibi okuru doğru yönlendirmede, kitapların sınıflandırılmasında, doğru bir şekilde okura sunulmasında ortaya çıkıyor. Bunun çeşitli yolları var, kitapçılar bu işlevi üstlenme konusunda yetersiz, ilgi alanlarına, türlere göre sınıflandırılmış kitapçı sayısı çok az. Kitap ekleri ve eleştiri ayağı da bu anlamda gerekeni yapmıyor bence. Yıl sonunda gördük, bir sürü liste çıktı ortaya, Borges’in Çin Ansiklopedisi gibi, kitaplar saçma sapan, tutarsız bir şekilde yan yana getirilmişti. Yayıncılar da kendi kitaplarını doğru konumlandırma sorunu yaşıyorlar. Bu işin yolu Türkiye’de hâlâ farklı diziler, alt-diziler oluşturmaktan, her birine de farklı kapak tasarımları yapmaktan geçiyor. Okurun buna ihtiyacı var. Everest’te ikinci yılım doldu. Bu kısa sürede birçok yeni diziye başladık. Klasikler, Modern Klasikler, Gündem, Keşif, Resimli Hikâyeler, Büyük Aşklar, Sanat, Tek Ciltte. Ayrıca “Unutulmayan Kadınlar” gibi eski dizilere de devam ettik. Sonuncusu da “Everest Deneme”.
Everest nasıl karar verdi peki Deneme dizisine? Okur ihtiyacı mı, yoksa Everest’in edebiyat iştahı mı?
İkisi de! Diziler kısa süre içinde çok olumlu tepkiler aldı, hem okurlarımızdan hem de kültür sanat çevresinden. Doğru bir iş yaptığımızı gördüğümüz için de devam ediyoruz. Her yıl bir, iki yeni dizi başlatmayı planlıyoruz. Everest’in zaten çok ciddi bir deneme koleksiyonu var, fakat bu dizi daha özel bir alanı tarif ediyor. Türlerarası, cins, kurmaca olmayan yaratıcı metinleri bir araya getiriyor. Son dönemde, özellikle Amerika’da bunu “creative nonfiction” diye adlandırıyorlar, Enis Batur “tanımlanamaz yazınsal nesne” diyor, Sebald “şüpheli, güvenilmez bir meşguliyet” diyor, Montaigne kısaca “deneme” diyordu.
Okurun Belleği’nde ele aldığım konulardan biri de buydu. Denemeden romana ya da romandan denemeye geçiş. Az önce de değinmiştim, Roland Barthes son dönem seminerlerinde “Romanın Hazırlanışı” konusunu ele alıyor ve eleştirel metinden, denemeden, üst-metinden, düşünce yazısından kalkarak düpedüz kurmacaya, “yaratıcı” anlatıya yönelme arzusunu anlamaya çalışıyor. Bu arzuyu bir tür “fantazya” olarak görüyor ve yazı türünü değiştirmenin, kısa metinden uzun metne, parçalı anlatımdan uzun anlatıma, eleştirel denemeden romana geçmenin olanaklarını araştırıyor. Tabii ki Barthes’ın aklından hiçbir zaman “roman” yazmak geçmemişti ama bu “fantazya”nın melez türlerin ortaya çıkışında büyük bir rolü var. Tersi yönde bir gelişme çizgisi de söz konusu tabii, romandan kurmaca olmayana doğru gelişen. Barthes’tan çok önce, Michel Butor romanın bittiğini ilan edip başka bir yazıya yönelmişti. Okurun ihtiyacından önce demek ki yazarın gereksinimleri belirleyici burada.
Peki, kitapları neye göre, nasıl seçiyorsunuz?
Okumak istediğim kitapları yayınlıyorum! Şaka bir yana, dönemin ruhuyla ilgili tabii ki bu. Aynı dönemde pek çok isim, birbirlerinden habersiz bir şekilde, benzer metinler üretmeye başlıyor. Sebald’ın yanı sıra Claudio Magris, Predrag Matvejević, “Everest Deneme” dizisinde yayınlayacağımız Roberto Calasso, Cees Nooteboom, Geoff Dyer, David Shields, Enrique Vila-Matas gibi. “Everest Deneme” dizisi benzer bir arayış içindeki yazarları bir araya getirerek, okura daha derli toplu izleyebileceği, aralarında bağlantılar kurabileceği bir bütünlük sunmayı amaçlıyor.
Sanıyorum senin ve Armağan Ekici’nin kitabı dışındakilerin hepsi çeviri kitap. Türkçe telifli kitaplar da olacak mı bu dizide?
Tabii, olacak. Sefa Kaplan’ın “Gözleri Görmeyen İki Adam: Cemil Meriç – Jorge Luis Borges” adlı kitabı önümüzdeki ay yayınlanacak. Ayrıca Yasemin Çongar’ın bir kitap hazırlığı var. Üzerinde çalıştığımız başka projeler, isimler de var. Telif kitapların daha da artacağını düşünüyorum çünkü bu yan yanalık yazarlara da itici bir güç oluyor. Bazen yazar, elinde tam olarak adlandıramadığı, bir yere oturtamadığı bir metin varsa, bunu nasıl değerlendireceğini bilemiyor, dizilerin bir işlevi de bu, yazara yeni bir olanak sunmak.