Bir okuma alegorisi olarak Oz Büyücüsü ya da fırtınanın içinde kitaba sığınmak

"Neye yarayıp yaramadığına bakmadan, ancak bir kitabın korkunç bir fırtınanın havaya uçurduğu evi bir beşiğe, alelade bir kilimi uçan bir halıya, kasırgayı ninniye, bir şapkayı bir boa yılanına, cansız bir kuklayı bir insana çevirebildiğini ve bizi çocuklar gibi mutlu kılma kudretine sahip olduğunu hatırlamalı ve okumalıyız."

17 Aralık 2020 13:45

Herhangi bir sahada yapılan kategorilendirme şeyleri anlaşılır kılıp işleri kolaylaştırdığı gibi, şeylerin üstünü örtüp gölgede de bırakabilir. Kategorize etme çabası benzerleri bir araya getirip derlerken, derleme açısından birer ayrıkotu gibi duran benzersizlikleri de törpüleyip hizaya sokabilir mi? Misal, kitaplarda yaş temel alınarak yapılan yetişkin ve çocuk kitapları kategorisi işlevsel olduğu kadar birçok muhkem ayrıntıyı da silikleştirebiliyor. Yetişkinlerin ekseriyetle bir daha dönüp bakmadığı ya da hiç okumadığı bu kitaplar edebi hazzı ve saf okuma deneyimini sunan kitaplardır. Oz Büyücüsü’nün okuyucuya haz ve mutluluk veren bir metin olarak ayrıca değerlendirilmeyi hak ettiğini düşünüyorum, ama aynı zamanda bu yapıtın genel yapısının bir okuma serüveninin alegorisi olarak ele alınması da yerinde görünüyor bana. Bu metinde, kitabın ana kahramanı Dorothy’yi bir okuyucu, yolculuğunu ve serüvenlerini kitaplar ve okuma süreci olarak değerlendirmeye çalışacağım; ulaşmaya çalıştığı Oz Büyücüsü’nü de kitaplardan (okumadan) doğru ya da yanlış beklentilerimiz…

Ama herhalde önce kitap ve kitabın ilk sahnesinin hafifliğiyle güzelliği üzerine birkaç şey söylemek gerekir.

Hafifliğin güzelliği

Oz Büyücüsü kurmaca külliyatı arasında pek sevdiğim prelüdlerden biriyle, yani hortumun bir evi yerinden söküp uçurma sahnesiyle başlar. Okurken insanı her anlamda hafifletip serin bir huzurun kucağına bırakan bir başlangıçtır bu. Yaşam sevincini yitirmiş ev ahalisinin (Henry Enişte ve Em Teyze) çorak, çimenlerin bile yeşil olmadığı, kurak, gri bir yerde (Kansas), dört duvarı, zemini ve çatısı olan tek bir odadan müteşekkil evlerinin hortum aracılığıyla sökülüp sağ salim harika manzaraların süslediği Kıtırsoylar’ın bölgesine uçurulması insanı kimi zaman yoklayabilecek çocuksu bir fanteziden öte bir şeydir. Bu olağanüstü durum derinlerde insanı sıkan kadim bağların ağırlığından, bu ağırlığın yıllar boyu yaratmış olduğu kaçış fantezilerinden beslenir biraz da. Bir yere ve birilerine bağımlı olmaktan bir an kurtulmak, aidiyetler yumağı bir mekânın (evin) olanaksız görünen bir yöntemle yerinden sökülüp uçan bir balon gibi başka bir yere sağ salim konması fikri okuyucuyu kitabın içine hızlıca çeker. Varılan yerin ürkütücülüğünün, yabancılığının hemen aşılması, iniş sırasında cadının (kötülüğün) öldürülmesi gibi yaşamdaki kimi ağır dönemeçlerin pek hızlı kat edilmesi okuyucunun yüreğine su serper. Olay örgüsünün ritmi, hızı ve olağanüstülüğü okuyucuda bir hafifleme hissi yaratır. Belki asıl hafiflik sadece nesnelerden (ev) değil, geçmişten de (ailevi bağlar) sorunsuz bir şekilde kopmaktan ileri gelmektedir. Çünkü böylece evden kaçışları andıran kopuşun tarihsel suçundan, bilindik cürmünden (aileden, evden kopuş) kurtulmuş oluyor kahraman. Calvino’dan hareketle hem hızlılığın hem de hafifliğin el ele vererek kotardığı, güzel bir sahnedir.

1939 yapımı Oz Büyücüsü'nün afişi (solda). Film 1940'ta Türkiye'de Billur Köşk adıyla gösterime girmişti... Ortada sihirli yakut ayakkabılar; Judy Garland bu pullu ayakkabıları filmdeki Dorothy karakterini oynarken giymişti... L. Frank Baum'un 1900 tarihli The Wonderful Wizard of Oz adlı kitabının, 1893 ekonomik krizini konu edinen siyasi bir hiciv olduğu söylenir. Eseri dinî bir alegori ya da güçlü Dorothy karakteriyle ilk feminist manifestolardan biri olarak görenler de vardır.

Kitaplardan neler bekleriz?

Dorothy her ne kadar sağ salim güzel bir yere konmuşsa da aileden, yuvadan ayrı düşmüştür. Hem felsefenin hem de edebiyatın en kadim meselelerinden biri olan ayrılık, yuvaya (yaşama başladığımız yere, ilk kaynağa) dönüş mitinin ilk tohumunun atıldığı yerdir. Dorothy’nin evine dönmek için bulması gereken kişi Oz Büyücüsü ve ulaşması gereken yer de Zümrüt Şehir’dir. Dorothy’nin elindeki tek sermaye ise, iniş sırasında evin altında kalarak ölümüne sebep olduğu Doğunun Kötü Cadısı’ndan kalan büyülü ayakkabılardır. Tüm okuma müptelalarının elindeki tek sermayenin kitap olması gibi, Dorothy’nin de elinde henüz onunla ne yapacağını bilemediği bir çift ayakkabı kapağı açılmamış kitap vardır. Kitap (yolculuk) boyunca okuyucuların kitaplardan, okumadan beklediklerine benzer birtakım şeyleri yol göstermeyi, aydınlatmayı Dorothy ayakkabılardan bekleyecektir, Dorothy ile tanışanlar da benzer bir şeyi ondan bekleyeceklerdir. Böylelikle Dorothy’nin kısa bir giriş yaptığı yolculuğu ya da okuma serüveni hızlı bir şekilde devam eder.

Dorothy yolcuğun başında sırasıyla Korkuluk, Teneke Adam ve korkak bir aslana rastlar. Kitabın kahramanları yahut temalarıyla böylece tanışır, onların dertlerine ve çıkmazlarına şahit olur. Okuma serüveni boyunca aklımıza düşen soruların, cevabını merak ettiğimiz şeylerin, dahası, okumaya niyetlenirken o metinde olmasını umduğumuz cevherlerin bir temsilcisi olarak ele alabileceğimiz bu varlıkların yükte hafif, pahada ağır dertleri vardır. Teneke Adam âşık olmak için bir kalp, Korkuluk kendisine ahmak denmemesi için bir beyin, Aslan da varlığının tanımı haline gelmiş olan cesaretten yoksunluktan kurtulmak için cesaret dilemektedir. Dorothy ise eve dönmek istemektedir ama evin yolunu bulacak yol bilgisine sahip değildir henüz. Dorothy ve yeni tanışları eksik ve gedikleriyle bir araya gelip tamama ermek gayesiyle arkadaş olurlar. Bu yeni tanışıklık ortak bir arkadaş grubunu andırdığı gibi, herhangi bir okuyucunun okuma sırasında karşılaştıklarının veya okuma serüveninden beklediği şeylerin birer temsilcisi ya da göstereni olarak da görülebilir. Buradan bakılırsa fiziken tek başına içi kalabalık olan Dorothy zihin, kalp ve eylem açısından zayıf, eksik, acemi halde serüven dolu yolculuğa çıkmış bir okuyucu imgesinin cisimleşmiş hali olarak duruyor karşımızda.

Kitaplardan büyük şeyler bekleyenlerden bu beklentiyi yanlış ve hakir görüp kitaplarda kaybolmayı bekleyenlere değin kimin doğru, kimin yanlış, kimin güzel, kimin çirkin beklentilere sahip olduğuna bakmadan, her okuyucunun okuma eyleminin temelde bir beklenti içerisinde olduğunu söyleyebiliriz. Okuma serüveni sürecinde beklentiler sürekli değişebildiği gibi, sabit kalanları da olabilir. Belki kitap denince akla ilk gelen bilgi ve bilginin yapacağı aydınlanmadır; az ya da çok her kitap, istese de istemese de doğru veya yanlış bilgiye dair bir nüve sunar okuyucuya. Bu durumu Dorothy’nin aklına düşen sorular yahut Yaverlerin dile getirdikleri şeyler üzerinden okursak, Korkuluk’un kendisine ahmak denmesinden kurtaracak bilginin yerleşeceği ve üretileceği bir beyin istemekle, kitaplardan beklentimizin ilk adımını oluşturan şeyi ima ettiğini söyleyebiliriz. Aydınlanmanın, öğrenmenin en önemli nesnesi ve adresi olan kitaplarla haşır neşir olduğumuz her an bilinçli bilinçsiz bizi aydınlatmasını, bilgiyle donatmasını bekleriz. En azından uzun yıllar milyonlarca insanı kitaplara yönelten temel sebeplerden birinin bu olduğunu rahatlıkla iddia edebiliriz. İçi boş, insan suretinde yapıldığından hayvanları korkutmaya yarayan Korkuluk bir beyin dilerken, yıllardır gölgesi, silik bir temsili olduğu insanın seviyesine çıkmayı, sahip olacağı beyinle tamamlanmayı arzulamaktadır. Onu tamama erdirecek şey de bilgi ve aklı taşıyacak bir beyindir. Dorothy’nin yanına Korkuluk’u alarak devam ettiği yolculukta tanıştığı ikinci kişi Teneke Adam’dır. Teneke Adam pas tutmuş, yerinden kıpırdayamaz haldedir. Teneke Adam’ın istediği şey bir kalptir. Kitapların, özellikle kurmaca eserlerin bize verdiği duygu ve hissiyata, yüreğimize attığı romantik tohumlara (Teneke Adam birkaç kez “Bir kalbim olsa severdim” der) ve buna dair malumata ev sahipliği yapacak yuvanın bir kalp olması makul bir seçenektir. İnsanı algılama ve hayal kurma konusunda son derece yetkin yerlere taşıyan kitaplar beyin ve zihin kadar yüreğe de hitap eder. Kitaplardan sadece bilgimizi artırmasını, yeni şeyler öğrenmeyi bekleyemeyiz; kitapların bizlere empati yeteneği kazandırmasını, duygusal topografyamızın sınırlarını genişletip hissetmede, düşünmede derinlik imkânı bahşetmesini umarız. Yürek ve onun sembolize ettiği şeylerden yoksun bir insan boş, cansız bir tenekeye benzer. Kitaplar teneke bedenlerimize ruh veren mucizevi şeyler olagelmiştir.

Okuyucu, okuma sayesinde bu iki temel organla ve onun temsil ettiği zenginliklerle donatıldıktan sonra bambaşka bir ihtiyaç doğar onun için. Bu ikisinin terkibinden doğan, bunlardan taşan, artık bir yaratıcılığa, geniş çaplı bir etkiye dönüşmek isteyen, yatışmaz bir istek. O da eyleme yahut yaratma isteğidir. Bu eyleme isteği kimi zaman tüm dünyayı gezme, görme, yerinde mütalaa etme; kimi zaman öğrendiklerinin kişiye yüklediği sorumluluk duygusuyla harekete geçme, insanlığa hizmet sunma ya da insanlığa yön verme; kimi zaman kendi içinde, uzun bir yalnızlık eşliğinde hayallere dalıp bunları yazıya geçirme isteği biçiminde de zuhur edebilir. Bir beyine ve bir kalbe sahip birinin yapmanın, etmenin, üretmenin kıyısına gelip durduğu anda dileyeceği ilk şey yapabilme cesareti olsa gerek. Yıllardır okuduklarıyla yüklenmiş okuyucunun eyleme geçmemesini, kitaptan ilhamla bir aslanın cesaretten yoksun olması gibi bir duruma benzetebiliriz. Çok az insanın okuduklarından sonra “dükkânını” kapatıp eldekileri çürümeye bırakmaya ya da yakıp yıkmaya razı olduğu malum. Yükünü alan, sermayesini toplayan okuyucu bakiyesinin ona dikte ettiği yolda yürümek için harekete geçme isteği kadar cesaretine de ihtiyaç duyar. Dorothy’nin çıktığı yolculukta karşılaştığı üçüncü varlık olan korkak Aslan’ın cesaret dilemesi bu durumun metaforu olarak okunabilir. Silahını kuşanmış, atına binip öylece bir süvari gibi duran kişinin (aslanın/okuyucunun), kuşandığı teçhizatın bir gereği olarak ileri atılıp harekete geçmesi beklenir.

Solda Türkçede çok sayıdaki Oz Büyücüsü baskılarından ikisi... Oz Büyücüsü'nün yerli uyarlaması 1971 yılında Ayşecik ve Sihirli Cüceler Rüyalar Ülkesinde adıyla Tunç Başaran tarafından yapılmıştı...

Yolculuk hakikatin kendisi mi?

Kitapların, okumanın bize neler edebileceklerine dair yapılacak bir listede başı çekecek ilk üç şeyin hissetme, öğrenme ve eyleme gibi temel beklentilere girmek olduğunu, bu üçünün de toplamında bir hakikat ihtiyacının hâsıl olduğunu okuma tarihinden referans alarak rahatlıkla söyleyebiliriz. Oz Büyücüsü’nün olay örgüsünü ve kahramanların arzularını da bunun edebi bir betimlemesi olarak okuyabiliriz böylece. Okumadan umduğumuz bu ihtiyaçların yaşamla terkibinden doğan hayata bir gaye, okumaya bir bahane, huzursuzluğa bir reçete babından bir hakikat dilediğimiz çoğu okuyucunun malumu. Bu minval üzerine hakikati bize verecek kişiyi ya da yeri bulmak öteden beri temel okuma izleklerinden biri olmuştur. Okuma serüveninde eldeki üç temanın terkibinden doğan şeyi bir hakikat arayışı olarak kabul edersek, tutkulu bir okuyucu olarak Dorothy bunu bulmak için üç yaveri yahut üç gücüyle harekete geçen bir “hakikat yolcusu” olarak düşünülebilir. Zira Dorothy eve dönmek istemektedir, bunun imkân ve cevabının Oz Büyücüsü’nde olduğu söylenmiştir ona. Dorothy’nin eve dönme arzusu onun yahut okuyucunun hakikati olarak görülebilir. Belki birçok büyük metinde olduğu gibi bu romanın da derin bir kavrayışla işaret ettiği hakikat bilgisi de başladığımız yere/eve/yuvaya/kaynağa dönmekten başka bir şey değildir. Bu yüzden Dorothy’nin istediği şey eve dönmektir. Eve dönüş yolunda deneyim kazanarak, bundan haz alarak çıkılan serüven tamamlanmış olacak. Bu sayede iyi bir kitabın başlı başına büyük bir yolculuk olduğunu hatırlamış oluyoruz bir kez daha.

Dorothy ve yaverleri birçok badireden sonra Oz Büyücüsü’ne ulaşmayı başarırlar. Ulaştıklarında onları büyük bir sürpriz beklemektedir. Oz Büyücüsü, umulan kudretli büyücü büyük hakikatin kendisi yahut göstereni değil, elden ayaktan düşmüş yaşlı biridir. Oz Büyücüsü kitapta okuyucuların mutlak isteklerini gerçekleştirecek hakikati (yolu) gösterecek kişi ya da hakikatin kendisi olarak lanse edildiğinden, ilkin kendini ele verip gerçek yüzünü göstermez. Oz Büyücüsü kendine biçtiği büyük ve korkunç sıfatları göstermek için her seferinde Dorothy ve arkadaşlarının karşısına farklı bir kılıkta çıkar. Hakikatin tarih, zaman, mekân ve onu talep edenin içinde bulunduğu durum karşısında dönüştüğü haller gibidir bu gösteri. Sanırım tüm iyi okuyucuların ve kitapların onları en sonda ulaştıracaklarını bildiği şey hakikatin değil, onu temsil eden bir şeyin, onları bu yolculuğa çeken bir işaretin, imanın olduğu gerçeğidir.

Oz Büyücüsü’nden talep edilen Beyin (bilmek), Kalp (istemek) ve Cesaret’i (eylem) okuyucular da başta kitaplardan talep eder. Ama yaşlı ve güçsüz Oz Büyücüsü hiçbirine hazır bir şey vermez; bunların kendisinde değil, bizzat bunu isteyende olduğunu işaret eder. Tıpkı Mantıku’t-Tayr’ın finalindeki kuşların yolcuğunda olduğu gibi; bulunacak cevherin ve hakikatin ulaşılan sonda değil, sona gelmeyi göze alanın kendisinde olması gibi. Oz Büyücüsü bu kadim bilginin izinde, kendisinden istenenlerin onları isteyende bulunabileceğini ima ederken yolculuk sırasında yaşadıkları deneyime odaklanmalarını ister. Böylece yolculuğa sona ulaşma, menzile varma yahut en zirveye tırmanma üzerinden verilen anlam, görüş ve inançların aksine, yolculuğun kendisini esas alan, bilgece bir tavır ortaya koyar. Birçok metin örtük kurgusuyla okuyucusuna yolun sonunda insana hazır bir kalp, bir beyin verilmesinden çok, onun bu yolda yürürken edindiği şeylerin asıl beyin ve kalp olduğunu tekrar eder. Ve nihayet büyük bir sürprizle güzel bir girişle başlayan okuma serüveni, herkesin yanlış şekilde istediği ama bir şekilde sahip olduğu bilgisiyle biter. Eğer bir hakikat varsa, onun da bulunduğumuz yerden bir sebeple ayrılıp yolculuk ederek tekrar geri dönmemiz olduğunu bize gösteren Ulysses/Odysseia’da olduğu gibi yolculuğun kendisidir. Yolculukta edindiğimiz ya da geliştirdiğimiz beyin, kalp ve eyleme gücü sayesinde hem kemale hem hazza ulaşmış oluruz. Söz konusu döngü hem yaşam, hem okuma hem de yolculuk için geçerlidir. Bu üçü de form bakımından aynı izlekleri takip eder. Odysseia’nın ve Oz Büyücüsü’nün temel kesişim noktasının da bu döngü olduğunu söyleyebiliriz.

Kitaplar daha ne yapabilir bize?

Peki, bize hazır bir kalp, bir beyin ve harekete geçecek cesareti vermeyecekse kitapları neden okumalıyız? Ya da bütün bu ele avuca gelen “faydacı” analiz dışında kitapların bize verdiği, daha doğrusu yaşattığı başka bir şey yok mu? Belki de kitaplar bizim içimizde olanı ortaya çıkarma, bizde olanı bize gösterme ve bunu yaparken de müthiş bir haz verme dışında pek bir şey yapamazlar. Ama bunun zaten yeterince değerli olduğunu iyi okuyucular bilir. Belki de yukarıda sayılan ve bizde bulunan Beyin, Kalp, Cesaret’e ulaşmak gibi görünen şeyler asıl hazza ulaşmak için yolculukta yanımıza aldığımız azıklardır. Çıkacağımız yolculukta ulaşacağımız sondan çok, katıksız bir haz, saf bir mutluluktur kitaplarda bulacağımız.

Kitaplar dışarıda kopan tüm fırtına ve can sıkıcı şeylere rağmen kasırgaya kapılan bir evin içinde mışıl mışıl uyumamıza imkân ve buna inanmamıza olanak verdikleri için de benzersiz şeylerdir. Çıplak ve çorak bir bakışın bu bakışın ardında kitap dolu odalar bulunmayan bir bakış olduğunu da anlayabiliriz– hortumun, kasırganın önünde (yıkım ve türevleri) savrulan bir ev olarak gördüğünü kitap tutkunları huzur veren bir beşik, korkunç bir uğultu olarak duyduklarını söz konusu kaygıyı yatıştıran bir ninni olarak algılama kudretine sahipler. Belki ne yaparsak yapalım bir son veremeyeceğimiz kötülüklere, hortumlardan kaynaklı korkunç uğultuyu ninniye çevirecek güzellikte kitaplara sandığımızdan daha çok ihtiyaç duyuyoruzdur. Mutluluk kendini unutmaksa, kitap bunun en iyi aracıdır. Hortum sesini ninniye, uçan bir evi gökte süzülen bir balona tevil edenler, pasif ve sorumsuz, hatta ürkek görülebilir. Bu olumsuz bakış yerine, okuma müptelalarını fırtınanın şişkin karnına nefes vermekten beri duranlar olarak görmek bu metnin nihayetinde ulaşmak istediği duraklardan biridir. Yol devam ediyor: Saçma, öldürücü bir yarışa, bir kötülük üretimine katılmamak, bunun dışında kalıp sayfalar arasında yaşamayı tercih etmek büyük bir meziyet, dolaylı bir güzellik, kötülüğe karşı iyi bir panzehir olsa gerek.

Yinelersek, neye yarayıp yaramadığına bakmadan, ancak bir kitabın korkunç bir fırtınanın havaya uçurduğu evi bir beşiğe, alelade bir kilimi uçan bir halıya, kasırgayı ninniye, bir şapkayı bir boa yılanına, cansız bir kuklayı bir insana çevirebildiğini ve bizi çocuklar gibi mutlu kılma kudretine sahip olduğunu hatırlamalı ve okumalıyız.

İllaki bir sebep arayacaksak okumak için, kitapları bize göz kırpıp bizi peşinden serüvenden serüvene sürükleyen bir tavşan olarak görmek yeter sebep, kâfi hazdır.