Aydınlanmanın Diyalektiği ya da “şimdi yaşadıklarımıza ne kadar benziyor”

"Odysseus’un gemisi, kulakları balmumuyla tıkalı, Sirenlerin 'başka hayat yok' diyen şarkısını duyması engellenen emekçilerle ilerliyor. Söylencede, bu ilerlemenin bedelini ödeyecek olan kürek çeken mahkûmlardı, şimdiyse gemilerin dolup dolup taştığı mülteciler, göçmenler, ezilenler."

17 Aralık 2020 17:45

Distopyalardan, totaliter deneyimlerden, Nazi Almanyası, Stalin Rusyası gibi tarihin belli dönemlerine ait en civcivli anlardan bahseder ya da okurken bazen tutup, “şimdi yaşadıklarımıza nasıl da benziyor!” deriz. Bu durumun en katmerlisi, 2. Dünya Savaşı sırasında Theodor W. Adorno-Max Horkheimer tarafından yazılan Aydınlanmanın Diyalektiği  adlı kitapta ve iki yazarın, “insanlığın gerçekten insani bir duruma ulaşmak yerine neden hep yeni bir tür barbarlığa battığını” anlamaktan ibaret diye ifade ettikleri, kitabın gayesinde karşımıza çıkar. Zira bugün bu kitabı okumak, hem eskiliğini hem de güncelliğini –hem de her ikisini birbirinden ayırmanın güçlüğünü– gözlemlemek anlamına geliyor. Adorno’nun sonradan Negative Dialectic’te yazacağı gibi, vahşilikten medeni insanlığa yol alan tek bir evrensel hikâye değil, ilkel sapandan atom bombasına giden doğrudan bir yol vardır. Üstelik toplumları derinden etkileyerek onları dönüştüren, geçmişin üzerini örtmek, hatta hiçbir iz bırakmama derecesinde silmek demek olan geçmişin işlenişinin temel vektörü kültür endüstrisi sayesinde yeni kategorik zorunluluk: “Auschwitz bir daha asla tekrarlanmayacak, bir benzeri asla vuku bulmayacak” gibi düşünmek ve hareket etmektir. Geçmiş, “pratik bilgiye” dönüşüp şimdinin emrinde bir araç haline gelmek için trajik, dehşetengiz yönlerinden sıyrılmalıdır.

18 Ekim 2020 tarihinde, Denizli Valisi Ali Fuat Atik’in, koronavirüs denetimleri sırasında, neden maske takmadığını sorduğu bir esnaftan aldığı: “Canıma yetti. Gebermek istiyorum. Piyasanın haline bak” yanıtı, İstanbul Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun Cumhuriyet’in 97. Yılı için kaleme aldığı anma yazısında “yeni bir ‘Aydınlanma Dönemi’ ruhu ile yola çıkmalıyız” ifadeleri, yine son günlerde MHP ve iktidar çevresinden yükselen “şahlanış” açıklamaları, Aydınlanmanın Diyalektiği’nin tespitlerinden hareketle, tarihin bir noktasında hortlatılan “gelecek güzel günler” vaadi ile bu vaadin karşısına dikilen –yoksulluk gibi– zamanın en tehdit edici deneyimlerinin kol kola ilerlediğinin en “zararsız”, en “güncel” kanıtlarından biri olabilir sadece. Adorno’nun, yenilerde yayımlanan Yeni Sağ Radikalizmin Veçheleri ve Geçmişin İşlenmesi Ne Demektir? adlı kitabında, sağ radikalizm, onun faşizme evrilen ön koşulları, demokrasi kavramı, sağ radikal hareketlerde propagandanın yeri gibi başlıklar üzerinden, “şimdi yaşadıklarımıza nasıl da benziyor!” tespitini bu günlerde pek çok yazarın ağzından duyduğumdan ve bu kitaptaki döngüsel vakaların “kökenine” inmek bakımından, Aydınlanmanın Diyalektiği’ne bir “geri dönüş” yapmanın gerektiğini düşünüyorum. Zira aklın tarihinde, onun modern çöküşünün nedenlerini aramaya yelken açan bir kitap, altmış yıldan fazla bir zaman sonra bile yoluna devam etmekte.

Aydınlanma işe insanı özü teknikte yatan sınırsız bir bilgi ve güçle, büyü ve mit korkularından kurtarmakla başlar. Bu yolda hesaplama ve fayda kriterlerine uymayan ne varsa şüpheli hale gelecektir. Akıl yalnızca doğayı değil, sosyo-ekonomik dünyayı da denkleme aldığı, mitin ve haleflerinin sembolik düşüncesini yok ettiği iddiasındadır. Ama aslında gerçekliği matematiksel bir şema olarak benimseyerek ve bu şekilde tekrarlayarak ona geri döner:

“Aydınlanmanın söylencesel imgelem gücüne karşı savunduğu, olup biteni birer yineleme olarak açıklayan içkinlik ilkesi, aslında tam da mitosun ilkesidir… Tüm büyük düşünceler düşünüldüğü, olası tüm keşifler önceden tasarlanabildiği ve insanlar hayatta kalmaya uyum sağlayarak başardıklarını kesin olarak belirledikleri için, yavan bilgelik güneşin altında yeni bir şey olamayacağını söyler. Ama bu yavan bilgelik fantastik olanı yeniden üretir; bu, varolanı misilleme yoluyla durmaksızın tekrar var eden yazgının kabulüdür.” (s. 30)

Adorno-Horkheimer bu noktada, Odysseus ve Homeros evrenini aklın bu diyalektiğine tanıklık etmeye çağırır. Zira bu evren, miti rasyonel bir düzenle yok eden ve öznenin mitsel güçler karşısında kaçışını betimleyen örgütçü aklın bir ürününü oluşturur. Ancak söylencelerin eski iblisleri yeni biçimler altında geri dönecek, akıl, yaşayan ânı ortadan kaldıran zamansal bir düzene boyun eğerek mitik geçmişin aklına sahip olacaktır. Yeni mitler makul bilginin yerini alır. Akıl tek bir eylem içinde hem gelişir hem de körelir. Mitolojik figürlerin verilen senaryoyu sonsuza kadar tekrarlayabilmesi gibi, doğa da döngülerini sonsuz bir daire içinde açar. Olaylar sabit bir düzeni izleseler de herhangi bir kesinliğe yönelmezler. Açık ve tutarlı bir gelecek vizyonu öykünmeci geçmişin elinden kurtulamaz, bilgiyi bir totoloji yapar. Öykünmeci temsile eşlik eden kimliğin feda edilmesi, kendini koruma stratejisi haline gelir. Adorno ve Horkheimer’ın kurnazlık dediği şey işte budur.

Kitabın “Odysseus ya da Mitos ve Aydınlanma” başlıklı ilk arasözünde, Adorno-Horkheimer’in yaptığı felsefi okumaya göre Odysseus, Batı medeniyetinin henüz bitmemiş yolculuğunun habercisi, Batı öznesinin oluşum yolundaki öyküsüdür. Serüvenden serüvene atlayan Odysseus’un kurnazlığı “burjuva aklının” temsili, dolayısıyla da doğayla arkaik birliği terk eden ve kendi doğasının bastırılması pahasına ona hükmetmeyi öğrenen bir insan figürüdür. “Öz-varlığını koruyup yurduna geri dönmek ve mülklerine kavuşmak” gibi net bir hedefi olan “Odysseus’un başarıyla atlattığı serüvenlerin hepsi, benliği kendi mantığının yolundan çıkarmaya yönelik tehlikeli ayartmalardır… Öyle ki en gözü kara biçimde ölümle karşı karşıya gelmeye çekinmez ve tam da böyle tecrübeler sayesinde yaşamın gerektirdiği sertliği ve gücü kazanır.” (s. 72-73) Doğrudan kurnazlık aracı olarak kullanılan dil, söyleme eylemi ile “gizleme” eylemi arasında bir karşıtlık olarak ortaya çıkar. Özne, hile olarak kullanılan öykünmeci davranış yoluyla kendini kurarken aslında doğanın egemenliğini kendisi için yeniden üreterek kendi kendini yok eder. Meşhur “Sirenler” anlatısında, eğer Odysseus kendini onların dayanılmaz şarkılarına bırakırsa büyülenip ondan öncekiler gibi ölecek, ama eğer direnirse bedelini ödediği şeyler karşılığında hayatta kalacaktır. Sirenlerin bedeli ölüm olan şarkılarının ne vaat ettiği tam olarak anlaşılmaz. Şarkılarında Odysseus’a kendini teknesinin direğine zincirletecek, kürek çeken tayfalarına kulaklarını balmumuyla tıkatacak ne vardır? Büyüleyici seslerini duydukça zincirlerini sıkılaştıran o, bir seçim mi yapmalıdır? Yaşam ile mutluluk arasında, Batılı insanın kendini bastırmasından geçen bir seçim mi? Freud bile “gemlenmemiş bir içgüdüsel itkinin tatmin edilmesinin verdiği mutluluk duygusu, gemlenmiş bir içgüdünün doyurulmasıyla karşılaştırılmayacak denli yoğundur” dememiş midir? Sirenlerin hatırlattığı acılar burjuva kültürünün dayattığı fedakârlıklar mıdır? “Derin melodileri” –eğer gerçekten duymak istersek– hayatımızı boğarak geçireceğimizi mi sezdirir? Belki de dünyanın tek bir hikâyesi vardır ve Sirenlerin ağzından bunu duymak geminin karaya oturmasına yeter.

“Uygarlık tarihi kurbanın içe dönmesinin tarihidir, başka bir deyişle feragatin tarihidir. Feragat eden kimsenin yaşamından verdiği tavizler bu feragatin karşılığında aldıklarından, korumaya çalıştığı yaşamdan her zaman daha fazladır… Odysseus da durmadan kendisine hâkim olduğu için bir kurbandır… Kurtardığı yaşamının elinden kayıp gitmesine izin verir.” (s. 83-84)

“Burjuva aklının, karşısına daha büyük bir tahakküm olarak çıkan her türden akılsızlıkla uyuşması gibi, aklın bu irrasyonelliği ifadesini kurnazlıkta bulmuştur. Tek başına hareket eden kurnaz kahraman daha şimdiden tüm akıllı insanların gün gelip benzeyecekleri o homo economicus’tur.” (s. 91)

Adorno-Horkheimer’in anlatısında Odysseus ile tayfaların yerini kaptan ile “sonsuza dek kürek çeken” yoldaşlar, yani emekçiler alır. Tayfaların kulakları balmumuyla tıkalı, hatta gözleri bağlıyken, kendini direğe zincirleyen Odysseus Sirenlerin çağrısına sağır olmama ayrıcalığına sahiptir. Tayfaların bu çağrıyı duyup bir “uyanma” yaşayacağından korkan Odysseus belki de bu ilk kurnazlığıyla “efendi-köle diyalektiğini” kurar. Şu farkla ki: Köleler köle olarak kalacak, efendi ise kendi kurnazlığının kölesi olacaktır. Bu “uyanmanın” Walter Benjamin’in tarih kavrayışındaki ifadesi, tüm zamanlarla ilişkinin yeniden sorgulanması, şimdiyi “uyanılmış bir dünya olarak görme sanatı” olduğundan, tayfaların –yoldaşların–uyanması ayrıca tehlikelidir!

Hem ayartıcı hem de ölüme götüren Sirenlerin şarkıları Aydınlanmanın Diyalektiği’nin “kültür endüstrisi”ne ayırdığı bölümde de işitilir. Sirenleri duya duya kendini kaptırmamak imkânsızdır, onlara direnmek körleşmeyi, meydan okuduğu söylenceye kendini daha da kaptırmayı getirir. Kurnazlık ise bu direnişin rasyonel halidir. Odysseus hazzın ezgisine kulak tıkadıkça, ölümü engellemeye çabalarken hazzı da engeller.

“Katıksız, yani insanın kendini rahatça renkli çağrışımlara, mutlu bir anlamsızlığa bırakmasını hedefleyen eğlenme, geçerli olan eğlenme anlayışıyla kesintiye uğratılır: Kültür endüstrisinin kendi ürünlerine katmakta direttiği, aynı zamanda yıldızları gösterme bahanesiyle sinsice kötüye kullandığı tutarlı anlamın ikamesince saptırılır.” (s. 190)

Bu durum hayal gücünü ve düşünmeyi felç eden hayalsiz bir sanata, insanları sadece stereotiplerle besleyen bir kültür endüstrisine yol açar. Mekanik tekrar yoluyla kültürel ürünler sloganlar şeklinde işlenir, bu noktada da mite bir geri dönüşten söz edilebilir: Dil “şeye” yapışıp kalır, taşlaşır. Bu bakımdan müzik çok büyük bir vaat ve muazzam bir ihanet olacaktır. Sadece medeniyetin işleyişine eşlik edecek bir ihanet. Adorno’ya göre modern müzik dünyanın bütün karanlığını ve suçluluğunu üstlenmiştir; tek mutluluğu mutsuzluğun farkında olması, tek güzelliği ise kendini güzellik yanılsamasına kaptırmamasıdır; bu yüzden Sirenlerin şarkısından çok bir siren gürültüsüne benzer. Pan’ın vaadini, flütünün baştan çıkarıcılığından vazgeçerek tutar.

“Kültür endüstrisi yüceltmez, baskılar. Arzunun nesnesini, kazağın içindeki göğüsleri ya da atletik kahramanın çıplak gövdesini sürekli sergileyerek, doyumun esirgenmesi alışkanlığıyla çoktandır mazoşist kılınarak güdük bırakılan yüceltilmemiş ön-hazzı kışkırtır. Cinselliğin seri üretimi otomatik olarak baskılanmasını da sağlar.” (s. 187)

El kaldırılamayan otoritenin özdeşleşme yoluyla içe atılması gibi, mitin uygarlıkla özdeşleştiği yerde ise, bu Adorno okumasının ilham verdiği, Freud’un kültürle kısıtlanan insanı karşımıza çıkar.

“Uygarlığın, kendi kullanımı için cinsellikten büyük oranda ruhsal enerji çekip alması, bir diğerini sömürüsü altına almış bir kabile ya da toplum katmanının tavrına benzer. Ezilenlerin ayaklanmasından duyulan endişe, en sıkı tedbirlerin alınmasına yol açar.” (Uygarlığın Huzursuzluğu, s. 60)

İkinci arasöz: “Juliette ya da Aydınlanma ve Ahlak”ta iki yazar, Kant’ın etik biçimciliğinin, insanın öznenin korunmasının hizmetinde manipüle edilebilir bir nesneye indirgenmesine yol açtığı düşüncesindedirler. Kantçı akıl kavramı çift anlamlıdır. Çünkü bir yandan insanların kendilerini evrensel bir özne olarak örgütledikleri, özgür bir toplumsal yaşam ütopyası içerir. Saf akıl ve ampirik akıl arasında ortaya çıkan çatışmalar bütünün (örneğin, ulusun) dayanışmasıyla çözülür. Bir yandan da akıl kendini korumak için dünyayı örgütlediği varsayılan, insanın ve doğanın boyun eğdirilmesine hizmet eden malzemeyi hazırlayan hesapçı düşüncenin örneğini oluşturur.

“Sonuçta genel ile özeli, kavram ile tekil vakayı dışarıdan birbirine uyduran şematikliğin gerçek doğasının günümüz biliminde endüstri toplumunun çıkarına hizmet ettiği açığa çıkar.” (s. 118)

Her şey, hatta insanlar ve özellikle hayvanlar, tekrarlanabilir ve değiştirilebilir bir süreç haline gelir. Planlama ve hesaplama onun özdeyişleridir. Akıl bilimi satın alır ve onu insanın şeyleştirilmesinin hizmetine sunar. Başlangıçta kendini korumanın ve yaşam koşullarını iyileştirmenin bir yolu olarak düşünülen şey, konunun aleyhine döner ve kendi içinde bir amaç haline gelir. Faşist tahakküm ile Sade arasında doğrudan bağlantı kuran Adorno-Horkheimer, Sade’ı cinsel nesnesini sınırsız zevk alabileceği basit bir araca indirgemekle eleştirir. Zevk hesaplama tarafından yönetilir. ‘Öteki’ kişisel zevk için mevcut malzeme olarak kabul edilir. Zevk sevgiyle bağlantılı olmak yerine zulümle bağlantılıdır.

Bu medeniyet vahşetinin en güzel örneği, kitabın uzunca bir kısmının ayrıldığı “Antisemitizm Öğeleri”nde verilir. Bu bölümde Yahudileri bir azınlık, kendi dinî görüş ve geleneklerine dayalı bir grup olarak tasarlayan liberallerin teziyle, onları mutlak bir kötülük olarak gören, özel mülkiyet ve sınırsız bir iktidar konusundaki açgözlülüklerini onlara yansıtan faşistlerinki karşı karşıya gelir. Liberal tez nefretin artık söz konusu olmadığı, Yahudilerin asimile edilerek acı verici zulüm ve hatıralarının aşıldığı bir toplum imajını inşa eder.

“Saldırganlıklarının dışavurumuna maruz kalacak başka bir topluluk olduğu sürece, çok sayıda insanı birbirine sevgi bağı ile bağlamak mümkündür. (…) Burada, saldırganlık eğiliminin, topluluğun üyelerinin biraradalığını kolaylaştıran, rahat ve nispeten zararsız bir tatmini söz konusudur. (…) Almanların dünya hâkimiyeti düşünün bir parçasının Yahudi düşmanlığı olması anlaşılmaz bir tesadüf değildi.” (Uygarlığın Huzursuzluğu, s. 71)

Adorno’ya göre uygarlık, ötekine olan organik adaptasyon, yani gerçek mimesisçi tavır yerine rasyonel praksisi geçirmiştir. Bu yüzden ötekine düşmanlık, öznenin, doğru yansıtmada dışarıyı içerinin kendisini uyarladığı bir model olarak görüp yabancı olanı bildik olana dönüştürmesi gerekirken, yanlış yansıtmada içeriyi dışarıya yerleştirip “en bildik şeylere düşman gözüyle bakması” derecesinde otomatikleştirmiştir.

Odysseus’un gemisi, bir ikinci Aydınlanmanın ilkini tamamlaması gerektiğinden, hâlâ yoluna devam ediyor. Öyle ki, 4.12.2020 tarihli Birgün gazetesinde, kendisiyle yapılan bir görüşmede Slavoj Žižek, yaşadığımız bu pandemi günlerine ve sonrasına ilişkin olarak, “Hâlâ umut edebilir miyiz?” sorusuna şu cevabı veriyor:

“Toplum iğrenç bir barbarlığa doğru sürükleniyor. Umut etmek istiyorsak, eski hayatımızın bittiğini kabul etmeliyiz. Yeni bir normal icat etmeliyiz”

Nasıl umut edebileceğimizin ya da umut edip edemeyeceğimizin cevabı, işçilerden, kadınlardan, çocuklardan azade, her zaman filozoflara düşermiş gibi, dünyanın bulacağı çıkış yalnızca bilim adamlarından, filozoflardan, kültür adamlarından geçermiş gibi, Zizek de en nihayetinde “yeni bir normal icat etmeliyiz” diyor.

Evet, Odysseus’un gemisi, kulakları balmumuyla tıkalı, Sirenlerin “başka hayat yok” diyen şarkısını duyması engellenen emekçilerle ilerliyor. Söylencede, bu ilerlemenin bedelini ödeyecek olan kürek çeken mahkûmlardı, şimdiyse gemilerin dolup dolup taştığı mülteciler, göçmenler, ezilenler. Odysseus gemisini başka yöne kırsa, Sirenlerle hiç karşılaşmasaydı tahakkümün tarihine mitten başka bir çıkış alternatif olabilir miydi? Bu mitik yasaların ötesinde bir ütopya belirir miydi? Sağır olsak bile teslim olmamız gereken bir mutluluk ütopyası, hadım edilmemiş bir mutluluk ütopyası? Bir kuşku ütopyası? Aydınlanmanın Diyalektiği: herkesin duymak istediği ama kimsenin cesaret edemediği uzun bir şarkı.

 

GİRİŞ RESMİ:

Nisan 1964'te Jeremy J. Shapiro tarafından Heidelberg'te çekilen fotoğrafta, Horkheimer önde solda, Adorno onun sağında görülüyor. Habermas ise arkada sağda (saçıyla oynayan). Solda arkada, Siegfried Landshut.