Bekir Ağırdır: “Toplum, derdim var diye çığlık atıyor ama sesini seçimde duyuracak.”

“Hayat zenginleşiyor ve çeşitleniyor, tabii sorunlar da zenginleşiyor ve çeşitleniyor ama bizim öyle biçilmiş bir siyasetimiz var ki yeni bilgi ve yeni insan oraya giremiyor. O nedenle de siyaset Türkiye’de daraldı. Politika da erbabının değil, politika esnafının eline kaldı.”

10 Ocak 2023 17:30

Takip edebilmek için ahtapot gibi davranmamızı gerektiren bir dönüşümün içerisinden geçiyor bütün dünya. Bu dünyanın bir parçası olarak da Türkiye’de bir şeyler yaşanıyor. Dünya bağlamı içerisinde Türkiye’yi ve tarihselliği içerisinde Türkiye’yi aynı anda masaya koyup içinden geçmekte olduğumuz toplumsal dönüşümü analiz edişi açısından Bekir Ağırdır’ı yıllardır özel bir merakla takip ediyorum. Kendisi akademisyen değil ama bilimsel çalışan ve dünyanın güncelliğini de Türkiye gibi eleştirel bir tavırla izleyen bir zihne sahip. Bu zihnin KONDA’da Türkiye’nin nabzını yakından gözlemliyor olması büyük şansımız.

Hikâyesini Arayan Gelecek’in ardından, bir tür “fikrî takip” kitabı olarak okunabilecek olan Bize Yeni Bir Söz Lazım kitabını yayımladı. Tüm yaman dengeler arasında, pekâlâ açık ve net cümleler kurulabileceğinin, bunun talep edilmesi gerektiğinin kayıtları bu kitaplar. Yeni kitabı vesilesiyle buluşup kitabını, memleket halimizi ve tabii seçimlere giden Türkiye’nin hal-i pürmelalini konuştuk.

***

Tüm yazdıklarınızda, konuşmalarınızda sanayi toplumunun ideolojilerinin bilgi çağına cevap olamadığının ve kendi akvaryumlarımızın dışına çıkarak olaylara bakmamız gerektiğinin altını çiziyorsunuz. Kitabın girişindeki “Okura Not”ta “Sanayi toplumu ideolojilerinin ezberlerine yaslanmadan anlamaya çalışıyorum olan biteni” diyorsunuz. İdeolojilerden azade bir bakış geliştirirken nelere özen gösteriyorsunuz? Hangi aksları göz önünde bulunduruyorsunuz? Analiz çerçevenizi nasıl oluşturuyorsunuz?

Şöyle söyleyebilirim; önemli olan, herhangi bir çözüm eskizi olarak aklıma gelen şeye, sola ya da sağa bu yakışır mı diye düşünmeden yaklaşmak. Somut örneklerden biri şu: hem dünyada hem Türkiye’de sosyal devlet yeniden tartışılıyor, iklim değişikliğine küresel strateji aranıyor ama elimizde aygıt yok, kurum yok, böyle bir tartışmayı yürütecek, yönetecek, sürdürecek mekanizmalar yok. Sol veya sağdan Kaz Dağları’na farklı bakılabilir mi? Büyüme paradigmasıyla bakanlar belki de Kaz Dağları’nı feda edilebilir görüyor olabilirler. Ama yine de Anadolu’nun kuraklığı meselesine ya da kadın meselesine sol ya da sağdan nasıl bakacağız?

Elbette her bir meseleye eski ideolojilerimiz bir şablon, bir kategori veya temayla yaklaşıyor. Hepsi bir kenara, her şey ideale yakın olsa bile, Güneydoğu mesela kendi dinamiğiyle kalkınabilir mi? Kalkınamaz. Çünkü yeteri kadar sermaye birikimi, pazar ve girişim yok. Demek ki devletin yeniden üretime dahil olmasının dışında bir yol yok.

Benim tezim şu; Güneydoğu, Orta Anadolu ve Karadeniz dahil ekonomik kalkınma meselesinde yeni bir mülkiyet ve iş yapma modeli getirebiliriz. Yani kamunun, sivil toplumun, ahalinin kooperatifler ya da vakıflar yoluyla ortak olduğu, belki de merkezî ulusal hükümetin değil de yerel yönetimlerin dahil olduğu yeni bir mülkiyet modeli kurabiliriz; o işin yapılması için sermaye gerektiğinden, bu sermayeyi hepimizin kamu kaynaklarından karşılamak yerine serbest girişimcileri ve yatırımcıları da bu ortaklığa dahil edebiliriz: Üç ayaklı bir yeni mülkiyet modeli, kitapta böyle bir bölüm de var. Şimdi bunu hangi sağ veya sol anlayış içine yerleştirebiliriz? Sadece emek ve sermaye çelişkisi içinde cevap arayan bir bakış yeterli olmayabilir. Yahut kimlik meselesi de böyle, çözemiyoruz işte.

Bunun için bir metafor kullanıyorum; elinizde bir kek kalıbı var, o kek kalıbına hamuru koyuyoruz ve çalışıyor diyoruz ama hayat o kadar karmaşıklaştı, çok aktörlü, katmanlı hale dönüştü ki, kek kalıbının dışında kalan ve çöpe giden hamur miktarı her geçen gün artıyor.

Sorun belki hamurda değil de kalıpta olabilir…

Kalıp hâlâ çalışıyor diyoruz ama hayatın çok önemli bir kısmını da dışarıda bırakıyoruz. Öyle bir değişim dayatmasıyla karşı karşıyayız ki, eski kalıplar tek başına yetmiyor. Bu sebeple en başa, daha sade bir yere dönelim diyorum. 1) İnsana karşı doğadan, büyüğe karşı çocuktan, Türk’e karşı Kürt’ten, devlete karşı yurttaştan yana olarak, hiçbir eşitsizliği kader kabul etmemek. 2) Her eşitsizlikte mağdur olandan yana olmak.

Bu kadar sade bir yere çekilip, meselelerin çözümü için yeniden düşünelim. Bu sorunlar için elbette felsefecilerin, siyasetbilimcilerin, daha başka disiplinlerin farklı açıklamaları vardır, itirazım yok ama ben en azından nasıl anlaşılır gibi bir kaygıya kapılmadan yazdım.

Bu kitabın bir siyasi parti manifestosu olmadığını neden belirtme ihtiyacı duydunuz? Sizi hep bir partiye, çevreye yakın göstermeye çalışıyorlar. Bağımsız bir çabayı kabul etmek istemiyoruz sanırım. Bu yalnızlık içerisinde söylediklerinizle de tek başına kalmış hissediyor musunuz kendinizi? Tartışılması gerektiğini düşündüğünüz ve ortaya koyduğunuz konulardan kaçış nedenleri/miz neler olabilir sizce?

Bugün siyasetin geldiği noktada sorunlar var. Birincisi, siyaset alanı çok daraldı ve particilik anlayışına sıkıştı. Dolayısıyla yine kek kalıbı metaforuna başvuralım; hayatın çok büyük bir kısmını dışarıda bırakıyor siyaset. İkincisi, kimliklere sıkışmış durumdayız. 1950’lerden bu yana yapılan tüm çok partili seçimlerde, 60-65’e 30-35’lik bir oran var. Bu tabloya bakınca, Türkiye sağcı bir ülke yorumunu yapabiliyoruz. Ama Ecevit gibi bir insan, 12 Mart’ın ardından, o tarihte “Toprak işleyenin, su kullananındır” diyor ve bu cümlesiyle % 41’i aşan, CHP tarihinin en yüksek oy oranına ulaşıyor. Demek ki toplumun sağcılığı-solculuğu durumu tek başına açıklamıyor. Aynı şekilde 1983’te Özal’ın seçilmesini de açıklayamıyoruz. Dolayısıyla sayılara kuşbakışı bakarsan, evet sağ-sol açıklıyor gibi görünüyor. Oysa Türkiye’de hangi parti meselesinden çok problemleri konuşmalıyız. Ama bizim parti anlayışı ‘90’lardan itibaren şöyle bir noktaya geldi – bu, 12 Eylül’de generallerin ürettiği bir sonuç, doğal olarak. Öyle bir siyasi alan tanımlaması yaptılar ki, siyasi partiler yasası, meclis iç tüzüğü, dernekler vakıflar yasası, polis vazife ve salahiyet kanunu, toplantı ve gösteri yürüyüşleri yasası veya hak ve protesto veya ifade özgürlüğüne dair bütün alanlar son derece kısıtlandı, dar bir alana hapsedildi. Özellikle de siyasi partiler yasası ve seçim barajı.

Böylece siyaseti yalnızca parti yapılarına sıkıştırıp, parti yapılarını da keyfi uygulamalara açık şekilde kurunca, kaçınılmaz bir şekilde en demokrat başlayan siyasetçi bile bu gücü kullanarak oligarşik liderliğe dönüyor. Bir yandan da ‘80’lerden sonrası, hayatın da, bilginin de, bilimin de değiştiği, teknolojik sıçramanın yaşandığı, yerkürenin ritminin bu kadar hızla değiştiği bir dönem. Hayat zenginleşiyor ve çeşitleniyor, tabii sorunlar da zenginleşip çeşitleniyor ama bizim öyle biçilmiş bir siyasetimiz var ki, yeni bilgi ve yeni insan oraya giremiyor. O nedenle de siyaset Türkiye’de daraldı. Politika da erbabının değil, politika esnafının eline kaldı.

Siyasi partiler, siyasi kariyeri gerçekleştirmenin aracı haline dönüştü. Böylece herkes bir gömlek aşağıdakini davet ediyor, o gelen de altı ay sonra kendinden bir gömlek aşağı insanı davet ediyor. Giderek partilerde bir nitelik sorunu oluştu. O yüzden ben siyasetin particilik kısmıyla ilgilenmiyorum. Politika yapmak; yani kuraklık sorunu nasıl çözülür, Kürt meselesi nasıl çözülür, ülkede hukukun üstünlüğüne inanç nasıl yükseltilir gibi meselelerle meşgulüm. Parti içinde ya da sivil toplumda bir kariyer peşinde değilim.

Siyaset, parti içi rekabetin çok önde olduğu ve bu rekabet için de bazen çok acımasızca işlerin yapıldığı bir alan. Ben duygusal bir insanım. Öyle bireysel rekabetin bu seviyeye düştüğü bir yerde olsam üç günde çok kırılırım, o yüzden de yapabileceğim bir şey değil.

Bize Yeni Bir Söz Lazım, temelde ortak geleceği birlikte inşa etmeye dair sizin yıllardır yürüttüğünüz entelektüel sorgulama sürecinizin bir verimi. Hikâyesini Arayan Gelecek’le birlikte kitaplarınızın bugünü yarına taşıyan, taşıyacak önemli kayıtlar olarak görüyorum. Fakat 100. yılını kutlamaya hazırlanan bir cumhuriyette hâlâ “ortak gelecek” sorusunu mesele ediyor olmamızda bir gariplik yok mu? Kendi uluslaşma hikâyemizle dünyanın “ortak gelecek” sorusu mu çarpıştılar yoksa?

Zaten tam olarak problem bu. Son on iki yılda aşağı yukarı 11 kere sandığa gittik. Eğer ülke insanlarının bu kadar birbirinden ayrık ufukları, hayalleri varsa ve en azından ortak geleceğe dair kabul ve inançları aynı değilse, o zaman büyük bir sorun var demektir. Ve bu sorun tek başına siyasetin sorunu değil. Birinci kitaptan da bahisle, şöyle bir durum var; baskette pivot ayak diye bir şey var, top elinizdeyken durduğunuzda bir ayağınızı oynatmadan diğer ayağınızı hareket ettireceksiniz, pas atacaksınız, basket atacaksınız. Bu pivot ayağın normal hayattaki karşılığı değerlerimiz, iyi, doğru, güzel diye bildiklerimiz, temel bakış açımız, vs. Amabugün zemin sallanıyor. Sabit ayak da kalmadı. Dolayısıyla artık yeni baştan yeni ve ortak değerlere ihtiyacımız var.

İkincisi: Türkiye’nin Cumhuriyet’ten bu yana iki amacı var; kalkınma ve toplumsal dönüşüm. Kalkınma meselesine baktığımızda ne kadar yoksul kesimlerimiz var, buna karşı küresel dünyaya entegre olmuş başka kentler, mahalleler, insanlar var. Biz aynı şeyi, bütün bu dünyanın yaşadığı problemi kendi içimizde bire bir yaşıyoruz. Aynı zamanda da kadim meselelerimiz var. Laiklik meselesini hâlâ toplumun uzlaşması içinde halledememişiz; Kürt meselesi, eğitimin niteliği, yargının bağımsızlığı, vs... Herkes yanlış olduğunu bile bile yargının bu kadar siyasallaşmasını çok doğal kabul eder hale geldi.

Bunların çözümü için ülkece iyinin, güzelin ne olduğunu yeniden konuşmamız gerekiyor. O kadar sade bir yerden başlamalıyız belki de. O anlamıyla normali, makulü kaybettik. Bunları bir sabah güneş doğarken sarılıp öpüşerek halledemeyeceğimize göre konuşarak halledeceğiz. Konuşmak; benim siyaset dediğim şey de bu. Particiliğin dışına taşan, daha geniş bir yerden konuşmak.

Bugün Türkiye’nin en büyük sorunu o ortak duyguları kaybetmesi. Düşün ki deprem oluyor, depreme bile aynı şekilde ağlayamıyoruz. Acıda ve yasta bile birlikte olamadığımız için neşede de birlikte olamıyoruz. Bu gerçeği kabul etmemiz ve bunu çözmek için kendimize dert edinmemiz gerek. Ama hiçbir partide henüz, benim gördüğüm, toplumsal psikoloji üzerine, iklim değişimi üzerine çalışan ekipler yok. Partiler hayatın dışında kaldı ve bizim artık biraz farklı şeyler konuşmamız gerek. Bu kitaptaki çabam da bu.

Kitabı seçim sonrasında değil de şimdi, seçimden 4-5 ay kadar önce çıkarmanızın nedeni de bu, diyebilir miyiz?

Tabii, herkes seçimde kimin aday olacağına odaklanmış durumda. Elbette işin çok önemli bir parçası bu; lidersiz bütün bunlar olmuyor ama bütün hikâye liderden ibaret değil. Nitekim kitapta da böyle bir başlık var: Cumhurbaşkanı seçilince meselemiz hallolacak mı? Hayır hallolmayacak. Şu an yaşanan bu ekonomik tufanın hasarı o kadar büyük ki... Bu öyle merkez bankası başkanı atamakla hallolacak bir şey değil. Ama kimse bunu topluma anlatmıyor, “Hazır ol arkadaş, önümüzdeki üç yıl çok fena kemerleri sıkacağız ve biz bu yükü topluma eşit bir biçimde paylaştıracağız” diye bir söylem, vaat yok. Aksine, süt dağıtımını kaç katına çıkaracaklar, karayollarına kaç km. ekleyecekler, yani projecilik haline döndü siyaset.

Siyasetin “ruh” kısmı kayboldu, onun için siyasete bir ruh, can üflemek gerekiyor. Bunun da yolu yürek ve dilden geçiyor, yani bilim, sanat ve hayaller diyorum ben. Bunlar olmadan siyasete de, bugünkü hayata da yeni bir ruh üflemek mümkün değil. Bunun yolu da yeni bir siyaset biçimi.

Bunu partilerin tabanlarında da görüyoruz. Bütün partilerin seçmen kitleleri memnun oldukları için değil, daha iyi bir seçenek bulamadıkları için oradalar. Bu durum siyasiler hakkında bir şey söylüyor elbette ama seçmene dair de bir şey söylemiyor mu? Konuyla sadece seçimden seçime ilgilenmek isteniyor gibi sanki…

Şurada gördüğün raporlar yığını Ocak 2010’dan bu yana her ayın sonunda KONDA abonelerine gönderilen araştırmalardan oluşuyor. Bu yığının temel ve ortak bulgusu şu: Kime oy vereceksin sorusunu boş ver, bu ülkenin sorunlarını kim çözer diyorsun, ülkenin yarısı hiçbiri çözemez diyor. Bundan daha kötü ne olabilir? Evet, AKP’liler dönem dönem daha yüksek oranda kendi partileri çözecek diyordu ama şimdi onlar da yarıya düştü. CHP’ye oy verenlerin yarısı, hatta bazen üçte ikisi neredeyse benim partim çözer diyemiyor. Siyasetin sorun çözme mahareti kaybolmuş durumda. Hele uzlaşmayla, diğerini de dikkate alarak çözmek yeteneği hiç yok.

Böylece hızla dönüşen dünya içerisinde de patinaj yapıp duruyoruz –geriye düştüğümüzü söylemek istemediğim için–  ama bu durum sürdürülebilir mi?

Mümkün mü? İnsanlığın on iki bin yıllık kazanımları var, toplumsal cinsiyet eşitliği, on iki yaşında, altı yaşında çocuğun evlendirilmesinin tecavüz sayılması gerektiği meselesi, idam meselesi... Şimdi biz insanlığın bunca kazanımını yok sayıp da sadece kendi kültürümüze özel diye birtakım laflar icat edip siyaset diye insanlara yutturamayız; bu popülizmdir. Sonuçta şöyle bir noktaya geldik: Siyaset, halkımızın gözünde de artistlik yapmanın neredeyse denk bir kavramı oldu, siyaset yapıyor deniyor artık.

Ne demek bu “siyaset yapmak”?

Aslında samimi, sahici bir yerden konuşmuyorsun, karşındaki insanın duygularını manipüle ederek onun rızasını almaya çalışıyorsun. Neye rızasını almaya çalışıyorsun? Senin yapacaklarını onaylaması ve bir sonraki seçimde seni yine alkışlaması için... Bunu vatandaş da görüyor aslında. O yüzden de bütün partilerin tabanlarında kendi partileriyle ilgili şikâyet var ve ülkenin yarısı bugünkü siyasi aktörler marifetiyle ülkenin sorunlarının çözüleceğine inancını kaybetmiş durumda. Gençlerde çok daha yüksek bu oran, neredeyse üçte iki.

Toplumun ciddi kısmının siyasete inancı sona erdi. Seçimden seçime zorla sorulduğu, cevap vermek zorunda kaldığı için oyunu veriyor. Ama “mümkünse bana hiç sormadan ne haliniz varsa görün, benim hayatımla oynamayın, uğraşmayın artık” gibi bir noktaya geldi insanlar sanki...

İlginç bir şey söyleyeyim: Sene başlarında partilerin üye sayıları açıklanır. Oradaki sayı ile bizim araştırmamızın sonucu çok farklı. Biz yılda bir sefer mutlaka bir partiye, sivil topluma üye misiniz diye sorarız. Hadi bir defa, iki defa hata yaptık, 15 yıldır hata yapıyor olamayız. Bizim bulgumuza göre insanların yalnızca yüzde 15’i üye ya da daha önce üye olmuş. Sivil toplum üyeliği daha da düşük. Niye Batı toplumlarında kişi başına iki-üç sivil toplum, vakıf, dernek düşüyor da bizde sivil topluma üye olanlar yüzde 10’un altında? Gönüllülük esasıyla çalışanlar da dahil üstelik.

Oradan anlıyorsunuz ki, birileri üye yazıyor sizi ama insanlar kendilerini samimiyetle o partinin üyesi saymıyorlar, birinci gösterge bu. İkinci gösterge, Türkiye’de 130-140 bin civarında sivil toplum kuruluşu var, ciddi kısmı bildiğimiz köy veya memleketli dernekleri. Ancak 20 bini hak temelli çalışıyor. Peki bu toplumun insanları siyaset yapmayı bilmiyor mu, örgütlenmeyi bilmiyor mu? Okumuş yazmışlarımızda da böyle bir kabul var ya; toplum tepki vermiyor, tevekkül kültürü, kadere inanç baskın, vs. Bunlar seçim efsanesi diyorum ben. Neden efsane? Vakıf geleneğini, bugün dünyanın bildiği vakıf geleneğini Türkler bu hale getirmiş. Ahilik Türklerin icadı, imece Türklerin icadı ya da sadaka taşı Türklerin icadı. Askıda ekmek hikâyesini bizim romantik beyaz yakalıların hepsi biliyor ama sadaka taşını bilen yok.

Dayanışma temelli örgütlenmeyi biliyoruz ama hak temelli örgütlenmede sorun var galiba, ne dersiniz?

Evet, demek ki meselemiz örgütlenme bilmemek değil. Örgütlenince toplumsal bellek diyor ki, bin yıldır bu topraklarda hak için örgütlenirsen kıyılırsın, başına bir şey gelir. Toplum bunu biliyor, o yüzden hiçbir anne-baba çocuğuna işe girdiğinde sendikaya yazıl demiyor, üniversiteye kayıt olduğunda bir öğrenci kulübüne katıl demiyor. Niye? Okuldan, işten atılır diye korkuyor. Şimdi bu psikolojik ortamı görüp, bunun yasal çerçevelerini düzeltmeden, toplumu örgütsüzlükle suçlamak yetmiyor.

Evet, bu toplumun dindarlığı yüksek, kadere inanıyor ama kadere teslim değil, asıl mesele orada. Bir yandan kendi kişisel meselesini çözmek için çabalıyor ve tüm raporlara baktığınızda, hızlı bir şekilde değişiyor. İktidarın hayal ettiği gibi muhafazakâr/İslamcı bir yöne doğru gidiş yok, tam tersine; bu toplum kentleşiyor, apartmanlaşıyor, sobadan doğalgaza geçiyor. Bu basit görünen pratikler ve bunların ürettiği zihni değişimler, toplumsal cinsiyet eşitliği, yeme içme kültüründen giyim kuşam kültürüne, bütün bu hikâye değiştikçe kaçınılmaz olarak değerler de değişiyor. Türkiye’deki sorun, Batının ‘40’larda, ‘50’lerde yaşadığı tüm bu değişimleri, şimdi 70 yıl geriden izlemesi ve geriden geldiği için de çok telaşlı ve hızlı yaşaması.

Değerler değişiyor ama tanımlar da değişiyor; işler biraz da orada karışmıyor mu?

Elbette… Bir yandan sözünü ettiğimiz bu toplumsal ayrışmalar, kutuplaşmalar, gettolaşmalar nedeniyle birbirinden apayrı iyi, güzel, ayıp, günah tanımları içinde, ayrı değer setleri içinde yaşıyoruz. Bir yandan toplum bir devinim içinde, eskisine göre daha hemhal oluyor. Melez olanlar çoğalıyor, daha hibrit alanlarda bir arada durmalar çoğalıyor, metropolleşmeyle doğru oranda. Ama onları hayata yansıtmak konusunda daha temkinli davranıyorlar, haklısın.

Bireysel hayatında hızlı değişiyor ama onu yurttaş olarak hayata yansıtmak konusunda daha yavaş, temkinli. Ben buna “ikircikli toplum” diyorum. Bir önceki kitabın ana başlıklarından biri buydu, hatırlarsın, ikircikli bir toplum burası. Hep aynı örneği veriyorum: Almanya’dakiler niye bina yaparken üstüne filiz bırakmıyor; aldığı daireyi tamir ederken balkonunu da kapatmaya, odayı genişletmeye çalışmıyor da buradakiler yapıyor? Türklerin geni ve DNA’sıyla ilgili değil mesele. Kurumlar ve kurallarla alakalı; ortamla, iklimle.

Türkiye toplumunun önüne böyle bir projeksiyon koyabilirsek, tüm bu arzuların gayrete dönmesi daha hızlı olacak. Bugün sorunumuz, ortak ufku kaybetmek. Sağ olsunlar ülkeyi yönetenler ve yönetmeye talip olanlar da bu hoyratlık, hukuksuzluk ve adaletsizlikleri besliyor. O zaman da Şaban’ın Recep İvedik’leştiği bir süreç çıkıyor karşımıza.

Kitapta, değişimin ancak zihniyet-kurumlar-kuralların birlikteliği ve uyumu sayesinde olabileceğini söylüyorsunuz. Bir bakıma son birkaç yıldır Türkiye’deki bu üçlünün değiştiğini, yahut en azından ciddi şekilde değişmekte olduğunu söyleyebilir miyiz? Zihin haritamızın değişmeyen yerleri kaldı mı?

O derece olduğunu düşünmüyorum. Kendilerini mağdur hisseden, özellikle 28 Şubat sonrası dindarların başörtü meselesinin toplumsallaşması ve onların da toplumda var olduklarının kabulünde bir çaba gösterdi bu hükümet ama bir yerden sonra onu kendi tabanı ve kendisi için yeterli gördüğü yere kadar yaptı, sonrasında o da kendi biz duygusunun tanımı içine sıkıştı. Ötesine de geçmek istemedi. Şimdiyse daha kötü, kendi alanını bile daraltarak ilerlemeye çalışıyor, var olabilmek için.

Türkiye’de siyasetin sorunlarından biri budur: Zihniyet, kurum ve kural değişikliğini aynı anda, senkronize yapamıyor olması. Örneğin toplumsal cinsiyet eşitliği konusunda, kim ne derse desin, iktidar ne hayal ederse etsin; toplum evrensel doğruya doğru ilerliyor. Bunun maddi dayatmaları da var. İnsanlar metropollerde yaşadıkça, artık kırsal hayatın ritmi, imkânları, zaman tanımı, yeme içme alışkanlıkları değişiyor ve geçim derdi baskın kaygı olmaya başlıyor. O zaman da karısının/kızının istihdama, eğitime dahil olmasına, belki ahlaki referanslar izin vermese bile, izin vermeye başlıyor.

Kadın sokağa adımını attığından itibaren zihniyet değişmeye başlıyor. Biz bu konuda daha ileri gidecekken İstanbul Sözleşmesi’nden çıktık; tarikatlarda çocuklara taciz meselelerinin üstünü örtmeye çalıştık; 6 yaşındaki kız çocuğuna tecavüze bile aynı anda, aynı güçlü itirazı gösteremedik; insanlar siyaseten birbirlerini kollayarak hareket ettiler. Dolayısıyla, zihniyet ve kurumlar birbirine uymuyor.

Halbuki hayatın diğer alanlarına, şirketlere, akademik dünyaya, sivil topluma bak, toplumsal cinsiyet meselesinde herkes bir çaba harcıyor. Toplumsal esenliği dert edinen herkes bu meselenin ve cinsel yönelim meselesinde ya da bireysel hak ve özgürlükler konusunda, fikir özgürlüğü konusunda, örgütlenme özgürlüğü konusunda toplumun hepsinin niyetinde, arzusunda ciddi bir değişim var. Ama kurum ve kurallarımız olması gerektiğinden bile geriye gidiyor. Mesela, İran’daki kadınlara destek olmak için sokağa çıkan kadınlara bile polis şiddet uyguluyor ya da milletvekiline tokat atabiliyor ya da yurt bulamayan üniversite öğrencisi yurt bulamıyorum dediğinde teröristlikle suçlanıyor.

Gerilim, siyasete güvensizlik de buradan çıkıyor; çünkü o daralmanın ürettiği başka bir rant var. Bu daralmadan rant, statü, para, güç devşiren birileri var ve hayat da bir yere doğru akıp gidiyor. Ekrem İmamoğlu’na bir kelime yüzünden hapis cezası veriyorsun, Selahattin Demirtaş’ı bir açıklaması yüzünden 6 yıldır hapiste tutuyorsun ama bir yandan da çocuk ya da kadın tacizcilerini serbest bırakıyorsun. O zaman bu da, toplum içindeki sapıklığa yatkın ya da sadece çıkar uğruna hayatın her şeyini hoyrat kullanan insanlara cesaret veren bir iklim üretiyor. Bizler de ona bakarak daha korkak davranıyoruz, sanki toplum değişmiyor sanıyoruz. Halbuki toplum değişiyor ama bunu sokaktaki hayata yansıtmaya çekiniyor ve çok “ikircikli” davranıyor.

Bütün bunların yanı sıra, Endüstri 4.0 ve dijital dönüşümün güdümüne girmekte olan gündelik hayatımızla ilgili dünyada konuşulanlar ve Türkiye’deki internet sorununu yan yana koyunca garip bir tablo ortaya çıkıyor. Bu mesafeyi kapatmak için partilerin interneti bedava yapmaları yetecek mi? İktidar ve tüm öteki siyasi aktörler, gelmekte olan dünyaya dair nasıl bir konumdalar sizce? insan iyice karamsarlaşıyor, bu ufuksuzlukla bir gelecek kurabilecek miyiz?

Hayır, bu haliyle kuramayacağımızı 100 yıllık Cumhuriyet tarihi de gösteriyor. Tabii farklı zamanlarda değişiklikler olmakla birlikte, esas itibariyle baktığımızda iki temel dönem var; ilk 80 yılın temel karakteri olarak devletin makbul vatandaş tanımı var; bu da Sünni, Türk, laik olmak. Yani Kürtler de, dindarlar da bunun dışında. Bir de son 20 yılımız var ve devletin yine makbul vatandaş tanımı var, bu sefer tek değişiklik, AKP’nin devrim yaptım dediği de o olabilir, dindar olmak, yine Türk ve Sünni olmak. Yani bunun içinde yine Kürtler, Aleviler, endişeli modernler, kadınlar, çocuklar yok… Dolayısıyla bu sürdürülebilir bir durum değil ve insanlar da bunu görüyor.

Bu tıpkı şuna benziyor: Hastaları, kendi reçetelerini yazamadıkları için suçlayabilir miyiz? İnsanlar/toplum derdini söylüyor ve derdine çare olacak olan ülkenin entelektüel sermayesi, ülkenin siyasetçisi, ülkenin akademik dünyası, sivil toplumcusu, vs. bir reçete bulamıyorsa, o zaman elindeki seçenekler içinde hareket ediyor. Örgütlenerek mücadeleden kaçınan bir doğası olduğu için elindeki tek silahı seçimlerde verdiği oyu. Dolayısıyla bugün ben de “tedirgin iyimserlik” diyorum ama bir yandan da iyimserliği besleyecek kaynak neresidir dersen, işte 70 yıllık çok partili seçim/siyasi tarihimiz bile umudun nerede olduğunu gösteriyor. Yine seçimlerde bunu başaracaklar, hiç kuşkun olmasın; ama elindeki seçenekler içinde bakıyor çareye...

“Belki henüz bu bilgi toplumunun Marx’ı, Keynes’i, Weber’i, Freud’u ve onlardan beslenen, esinlenen siyasetçileri yok elimizde, ama bugünkü ekonomik sistemin aynen devam etme şansı da yok artık” diyorsunuz. Sandığımızdan da büyük ve köklü bir dönüşümden geçtiğimiz anlaşılıyor. Üstelik artık “kasırganın gözündeyiz!” Z Kuşağı veya Alfa Kuşağı’nı biraz fazla mı yalnız ve donanımsız bırakıyoruz acaba?

Bir yandan evet ama ben şöyle görüyorum. Bugünkü hayat çok boyutlu ve çok aktörlü. Marx gibi biri çıkacak ve tüm hikâyeyi değiştirecek demek de mümkün değil artık. Çünkü bu karmaşık temelli, çok boyutlu hayatı tek bir teoriyle açıklamak mümkün değil. O nedenle tüm farklı kesimlerin, farklı bilim dallarının, farklı siyasi görüşlerin bir arada üreteceği yeni bir söze ya da bilime ihtiyaç var. Böyle bir yaklaşım olmadan, tek bir sihirli anahtar teori çıkmayacak.

Elimizde meteoroloji diye bir örnek var. Bizim zamanımızda, ne söylerse yanlış olacağına dair bir efsane vardı, yarı yarıya doğru olabilir. Çünkü o zaman meteoroloji Türkiye’nin ilçelerinin ancak yarısından topladığı veriyle bir tahminde bulunuyordu. Halbuki bugün çok daha keskin tahminlerde bulunabiliyor. Dünyanın milyonlarca kaynağından gelen veriyi modelleyen yeni sistemler var ve tüm ülkelerin verisi birbirine açık. Demek ki yapmamız gereken öyle bir şey.

Mesela normalde tüm aşamalarının tamamlanmasıyla bir aşının elde edilmesi 8-9 yılı bulabiliyorken, pandemide 8 ayda aşı nasıl bulunabildi? Çünkü aynı anda tüm ülkelerin laboratuvarları verilerini birbirine açtı ve tüm adımlar aynı anda, senkronize çalıştı. Demek ki aradığımız şeyi aslında insanlık biliyor. O nedenle kastettiğim şey yeni bir Marx beklemek değil; yeni bir söz derken yeni bir siyasi parti, kadro, manifesto değil.Bütün bu çokluğun dahil olduğu ve ortaklaşacağı ve aynı duyguyla kendini içinde var ettiği sözü ve bilimi yaratmak mesele. Bugün bilimde buraya yaklaştığımızı sanıyorum. Bu da multi-disipliner denen yaklaşımlarla olabilir.

“Örgütlü kötülüğe karşı” “tedirgin bir iyimserlik”le yazdığınızı söylüyorsunuz ama örgütlü kötülük karşısında örgütlenmemiş bir toplum değişimi mümkün kılabilir mi? Bu biraz fiziğe aykırı gibi sanki. Örgütlü kötülüğün müsamahasızlığını aşabilmek nasıl mümkün olabilir?

Evet, bir yandan bakınca öyle görünüyor ama öte yandan bugünün şöyle bir gerçekliği var; eğer bütün bu çokluk hali doğruysa, o zaman bu çoklu hal içinde örgütlü olanlar ön alıyor. Güçlü olan ses, kitleyi arkasına alır. Dolayısıyla öğrenci seçimlerinden önce üniversitede, kampüste bir olay çıkarır ve rakip birkaç kişiye de dayak atarsan o sessiz kitle sana oy verir.

Bugün bilginin, haberin, deneyimin anonimleştiği bir zaman aralığı, çünkü herkesin elinde kamera ve mikrofon var ve herkes bir şey anlatıyor ve anonimleşiyor. Teorik olarak bilgi demokratikleşiyor diyebiliriz. Ama eğer birileri örgütlü olarak bilgileri manipüle ediyorsa, toplumun duygu ve algısını, gerçeklikle ilişkisini manipüle edebiliyor. Bu örgütlü kötülük illa mafya türü bir kötülük değil, devletler ya da şirketler de bunu yapıyor. Niye? Çünkü onların herhangi bir teknolojik ya da sosyolojik değişime ayak uydurma kapasiteleri daha yüksek. Halbuki herhangi bir insanın bir olayın risk ya da yanlışlarını tespit edip tepki vermesindeki zaman aralığı ile örgütlü olanın zaman aralığı aynı değil. O zaman da doğal akışı manipüle edebiliyor.

Türkiye’de hakikatle ilişkimiz sorunlu. Covid’in Türk genine etkisi, Lozan’daki gizli madde, vs… Şunu söylemek mümkün: İyi insanlar ve iyi fikirler örgütsüz ama bunları manipüle etmek isteyenler örgütlü. Dolayısıyla onlar bilgiyi eğip bükebiliyor. Belki de post-truth’un asıl vaka analizi Türkiye diyebiliriz. Bir yandan da şöyle bir fırsatın oluştuğunu düşünüyorum: Pandeminin ardından gelen bu ekonomik buhranın büyüklüğü öylesine bir hararet üretti ki, o siyasal kutuplaşmalara ve kültürel kimliklere esir edilmiş zihinler ve zihinlerdeki ambargo, buradaki gerçeklik karşısında eriyor.

Eriyen o boşluğu, muhafazakâr veya laik olsun, genellikle hamasetle kapatmayı tercih ediyoruz. Bu bir işe yaramıyor mu?

Bakın, Ayasofya açıldı ve bu İslamcı geleneğin en önemli hedeflerinden biriydi. Belki bir cuma günü bir adam namaza gidiyor ve huşuyla, gururla namazını kılıyor ama o adam camiden çıkıp eve giderken bakkala uğruyor ve karşılaştığı bir gerçeklik var, cebindeki cüzdan var. Gerçeğin harareti, sınıfsal olanın, yoksulluğun, adaletsizliğin harareti o kadar ağır ve gerçek ki, soyut olanın etkisi kayboluyor. Bir yandan da gerçekten bütün bu örgütlü kötülüğün sözcülerinin inandırıcılığı kayboldu, çünkü karikatürize oldular. Son yıllarda o kadar çok şey yaşandı ki: Rusya’nın uçağını düşürmekten Suriye’deki olaylara, hendek savaşlarından Gezi davalarına kadar... O kadar tuhaf şeyler yaşandı ki, bu gerçek durum insanların ezberlerini sarsıyor. Evet, hâlâ kimliklerin ruhi ve zihni ambargosu var ama bir yandan da o gerçek sınıfsallığın, yoksulluk ve adaletsizliğin ürettiği gerilimin harareti onu baskılıyor.

Bizim takip ettiğimiz şey, seçimlere kadar, kutuplaşmanın aşk ilişkisi. Kendi aktörüne olan sadakat duygusu kopmuştu ama duygusal kutuplaşma ya da negatif kimliklenme dediğimiz, karşı tarafa olan olumsuz duygu hâlâ net olduğu için buradan ayrılamıyordu. Ama buradan rahatsız. Şimdi beklenen şey, bu negatif kimliklenmenin ya da duygusal ambargonun ne ölçüde kalkabileceği. O nedenle önümüzdeki seçimi belirleyecek ana dinamiklerden birisi, bu duygusal kutuplaşmadaki aşınmanın büyüklüğü olacak. Nitekim onun belirtilerinden biri, 2018’in hemen ardından gelen 2019’un yerel seçimleri arasında çok büyük salınım yok ama başkanlık sonuçları arasındaki o büyük salınımlar büyük değişimin habercisi. Minik bir adımla mı olacak, yoksa büyük bir sıçramayla mı olacak, göreceğiz. Onun adım veya sıçrama olmasını da muhalefettekilerin yeni bir siyaset üretmekteki maharetleri gösterecek.

Toplum veya seçmen dediğimiz insanlar biraz daha gerçekçi bir yerden bakmaya çalışıyor meseleye. Geridesindir ama çalışıyorsundur, onun ruh hali başka bir şeydir ama tam elmaya ulaşacakken birden çok gerisine düşmüşsün, onun ruh hali bambaşka. Bugün toplum öyle bir noktada. Toplum, derdim var diye çığlık atıyor ama sesini duyuramıyor. Seçimlerde cama çıkıp bağırdığını duyacağız...