Erkeklikten çıkış yok mu?

“Edebiyatımızın ve sinemamızın daha fazla yüzleşmeye, sloganlaşmadan maske çıkartmaya, çıplaklaşmaya, erkek egemen toplumun baskıcı, sansürcü yapısına meydan okumasına ve mevcut çürümeyle bu yapı arasındaki paralelliği ortaya koymasına şiddetle ihtiyaç vardır; algı kapılarının artık açılması gerekir.”

05 Ocak 2023 19:37

Kurak Günler filmi yüksek temposu, başarılı oyunculukları ve kurgusuyla dikkat çekerken, oldukça netameli bir konuda söz alıyor: erkekliği, erkek zihniyetinin çıkmazlarını kıyasıya eleştiriyor. Yanıklar kasabasının linçe yatkın ahalisi, “Burası Yanıklar, buradan çıkış yok” naralarını atarken aslında altmetinde “cıss, dokunursan yanarsın” cinsinden başka bir konuyu tartışıyor: “Ne kadar çürürsek çürüyelim, ne kadar batarsak batalım, altımızda obruklar, yukarıda tecavüz, bu erkeklikten çıkış yok.” Ve bence filmin asıl övgüyü hak eden yanı tam da bu damar.

Soralım… Öyle mi; gerçekten erkeklikten çıkış yok mu? Sadece bizde değil, Amerika’da, Meksika’da, İran’da, Afganistan’da kürtaj yasalarıyla, Taliban’la, zorunlu başörtüsüyle, gücünün yetmediği yerde kadın cinayetleriyle, olmadı hukuku katlederek, katillere indirimlerle, kutsal annelik yalanlarıyla, yalanların yetişemediği hallerde “nafile biraderlik sözleşmesi”[1] yahut biraderlik dayanışmasıyla erkeklik direniyor.

Maalesef, farklı olan herkesi boğan, şiddet potansiyeli yüksek erkek fıtratının normalleştirildiği böylesi bir dayanışma zincirinin bir ucundan tutan kadınlar da yok değil, Yanıklar kasabasının kadın hâkimi gibi. Zira var olan tüm pratikler erkekliğin norm olarak algılanması, yüceltilmesi üzerine kuruluyor ve bunu reddetmek kadın yahut erkek fark etmeksizin dışlanmayı göze almak demek. 

Maskeler ve erkekliğin kalbi

Erkekliğin en büyük başarısı, kadını ikinci sınıf kılan tüm pratikleri türlü kurumlar ve örtüler altında görünmezleştirmesi. Görünmezleştirmeyi kolaylaştıran kılıflar din olabilir; aile, ahlak, namus olabilir. Edebiyat ve sanat burada devreye girerek maske düşürme rolünü üstlenir ki, Kurak Günler’in ünlenişinin arkasında böyle bir başarıyı tespit etmek mümkün. Erkekliğin Maskeleri’ne ulaşıyor. Filmi taşra, yozlaşma, kuraklık temalarının ötesine taşıyan, onu dünya repertuarına yerleştiren bu boyutu uzun uzun tartışmak gerek.

Kurak Günler erkekliği birkaç ölümcül hamleyle kalbinden vuruyor. Deyim yerindeyse erkekliğin kalbine doğru yolculuk ediyor. Savcı Emre’nin kasabanın kadın hâkimiyle dev obruk kıyısında durduğu açılış sekansından sonra Amerikan yol filmleri benzeri, insanı yeryüzünde küçük bir nokta haline getiren genel plan yol manzarasıyla devam eden film, Arap edebiyatından çok önemli bir romanla ilişkileniyor zihnimde. Söz konusu roman Conrad’ın kült romanı Karanlığın Yüreği’ndeki Kurz’un seyahatini tersinden yazan ve 20. yüzyıl Arap ve Afrika edebiyatının en önemli eserlerinden biri kabul edilen Tayeb Salih’in Kuzeye Göç Mevsimi. En az Kurak Günler kadar rahatsız edici bir eser.

Aralarındaki benzerlik benim için üç noktada toplanıyor. Birincisi, suçun bireysel değil kolektif olması. Nasıl Tayeb Salih adı geçen romanda suçu ne tam İngiltere’ye ne de Sudan’a yükleyerek bütüncül bir bakış yakalıyorsa, aynı geniş açıyı Emin Alper de tutturuyor. Ölümcül virüs sömürgecilik, Mustafa Said’in sarsıcı hikâyesini belirliyor. Ancak Sudan’daki gelenekler, gelişmeye karşı güçler ve Mustafa’nın sevdiği kadın Hüsna’nın bu yüzden başına gelenler suçu kuzey-güney arasında pay ediyor. Kurak Günler’de ise yönetmen sistem mağduru Savcı Emre’yi aynı zamanda bir tecavüz failine dönüştürerek suçu kolektifleştiriyor. Filmi günümüz Türkiyesi’nin alegorisine dönüştüren, asıl bu bağışlanamaz suç ortaklığı bence.

Bir romancı olarak insana dair olası tüm karanlıkları enine boyuna hissetmeden ve üzerine düşünmeden kalem oynatmak mümkün değil elbette. Tıpkı sömürgeciliğin karanlığı ya da kölelik, siyah-beyaz ayrımcılığı, insanın nefesini kesen nefret dışavurumları gibi, erkeklik ya da erkeğin üstünlüğüne dayanan toplumsal örgütlenme de aynı şekilde ruhumuzu kemiriyor. Mesele, artık post-kolonyal bir dönemden söz edilebilirken, sömürgeci dönem kuramlarıyla akademide didiklenebilirken, henüz post-erkeklik dönemine geçilmiştir diyebilmek için uzun bir yolumuzun olması.

Dönüp, “Evet, kadının köleleştirildiği çok kirli bir dönemdi ama bitti” diyebilecek miyiz günün birinde? Feminist çalışmaların, aydınlanmaya, düalist düşünce tarzına, kahramanların hep erkek olduğuna, bu yüzden ahlaki kodlamaların buna göre yapıldığına dair eleştirilerinin de gösterdiği gibi, bu kez çatışma çok daha güçlü ve derin. Çünkü çok geniş bir toplumsal satha yayılıyor erkek-kadın meselesi. Ve Kurak Günler’in de tartıştığı gibi, erkek düzen, yüzlerce vantuzu, üç kalbi olan, kolları kendinden bağımsız kararlar alabilen bir ahtapot gibi tüm sınıfları, yargıyı, yeraltındaki suları ve yerüstündeki belediye başkanlarını da kapsayarak kararlar alıyor, önümüze geçiyor, ufku karartıyor, akılcı sorular sorulmasına engel oluyor.

Kurak Günler’e gelen eleştiriler filmin feminist bir eleştirisi yapılmadan eksik ve haksız kalacaktır ister istemez. Filmin sınıflara dair bir sözünün olmadığı eleştirisini örneğin, Emin Alper’in son filminin erkekliğe dair olduğunu, bunun bütün sınıflara yayılan bir virüs olduğu hakikatini dile getirerek savunmak gerekir.

Kurak Günler bir yüzleşme filmidir ve bizdeki en zayıf damar yüzleşmedir” saptamasını yapmak yanlış olmaz sanırım. Ülkeyle yüzleşmeye kalkışan her romancıyı ve her filmciyi “dışarıdan bakıyor”, “oryantalizm yapıyor”, “memleketi tanımıyor” türünden haksız yargılamalarla sistem dışına iten bir eleştiriden söz ediyorum. Ve aslında erkek dayanışmasının sonucu olan bu eleştirinin maksadının da erkekliği güçlü tutmak, statükoyu korumak, dolayısıyla erkek maskelerini çıkarmayı reddetmek olduğunu belirtmek istiyorum.

Kadın-erkek eşitliği üzerine kurulmayan mevcut ütopyalar kısa zamanda distopyaya dönüştüyse eğer, oturup sorularımızı yeniden sormak zorundayız. Ey dünya, nerenden tutayım seni? Dünyanın tutulacak yerinin kalmadığı günlerden geçerken, yine de ayakta ve hayatta kalmak için sanata tutunuyorsak, sanat eserlerinin bu çözülmeye dair söyleyecek bir sözünün olması, meselesini bunun etrafında örmesi fevkalade önemlidir.

İşte Kuzeye Göç Mevsimi meselenin can damarına oldukça erken bir dönemde bastığı ve tek taraflı eleştiri oklarının yetmeyeceğine dikkat çektiği için tartışılmaya değerdir. Mustafa Said’e ve ülkesine haksızlık yapılmıştır, onun intikamı kadınlar üzerinden alınır. İngilizler bu parmak sallayan Sudanlı genci ve halkını üzmüştür, o da İngiliz kadınlarını üzer. İngilizler Sudan topraklarını sömürmüştür, Said kadın bedenini kullanarak öç alır. Yani dolayım hep kadın bedeni üzerindendir. Mustafa ve Sudanlı erkekler bunu tartışmadığı sürece mutsuz kalmaya mahkûmdur. Nitekim Tayeb Salih köklerini arayarak ülkesine döndüğünde, zaman zaman sürreel bir anlatımla modernizmin, geçiş sürecinin, üçüncü dünyalılığın, kuzey-güney kavgasının, başka bir kültüre geçişin sancılarının, kimlik meselesinin erkek egemen toplumun eleştirisi olmadan eksik kalacağına işaret eder.

Bize dönersek; Müslüman bir toplumda yaşıyoruz, ancak dinin cinsiyetler arası eşitsizliğe katkısını, bunun nasıl bertaraf edilebileceğini, erkekliğin dinden kazanımlarını, erkekliğin statükodan kazanımlarını yeterince açık bir şekilde konuşamıyoruz. Zira erkeklik maskeleri bir kere çıkarılmayagörsün, gerisi gelecektir. İnançlı ya da ateist fark etmeksizin Cumhuriyet’in sınırları içindeki erkekler böylesi bir “soyunmaya” direnmekte, bunu bir özgürleşme aracı olarak değil, güç kaybetme nedeni olarak görmektedir.

Halbuki, edebiyatımızın ve sinemamızın daha fazla yüzleşmeye, sloganlaşmadan maske çıkartmaya, çıplaklaşmaya, erkek egemen toplumun baskıcı, sansürcü yapısına meydan okumasına ve mevcut çürümeyle bu yapı arasındaki paralelliği ortaya koymasına şiddetle ihtiyaç vardır; algı kapılarının artık açılması gerekir. Kurak Günler böyle bir adımı attığı için sağduyulu kesim tarafından sahiplenmektedir. Umarım filmin saptamaları, açtığı alan, işaret ettiği tehlikeler uzun dönemli bir normalleşme için daha fazla tartışılır ve dişil olana duyulan korkunun bertaraf edilmesine katkıda bulunur.

 


[1] Fatmagül Berktay, Düşünme Etiği içinde, “Dünden Bugüne ‘Nafile Biraderlik Sözleşmesi’”, Metis Yayınları, 2021.