Anti-entelektüalizm ya da fikirlerin gücü

Entelektüellerden bu kadar korktuklarına göre, entelektüel denilen kişinin gücünün hâlâ farkındadırlar demektir. Aynı şey kitapları yakmak / yasaklamak durumu için de geçerli...

24 Mart 2016 12:45

Geçen hafta Murathan Mungan’a dair bir “topyekûn-entelektüel” yazısı yazmıştım. Entelektüelin müdahil ve kapsayıcı bir figür olması gerektiğini söyleyen o yazının üstünden bir hafta bile geçmeden, müdahil bir entelektüel davranışı sergileyip ülkedeki savaş politikalarına hayır diyen akademisyenlerden üçü hakkında tutuklama kararı çıktı. Özgürlük ifadesi iktidar duvarına çarptı. “Suça Ortak Olmayacağız” bildirisine imza atan Esra Mungan, Muzaffer Kaya ve Kıvanç Ersoy’un “teröre destek verdikleri” iddia ediliyor. Mantığı tersine çeviren bu karar, aslında bir sürecin devamı, iktidarda birçok fecaatin yanı sıra görülen “anti-entelektüalizm” eğiliminin nihai noktası sayılabilir.

Mevcut anti-entelektüalizmin ilk belirtileri, artık alay konusu olan “sizden öğrenecek değiliz” cümle kalıbının her fırsatta kullanılmasıydı. “Hukuku, edebiyatı, tiyatroyu, sanatı, müziği vesaire” sizden öğrenecek değiliz. O “ucube heykel” tartışması da bunun bir devamıydı. Sonra bu “biz de biliyoruz” tonu, “siz de aydın mısınız”a doğru evrildi. Siz de entelektüel misiniz, akademisyen misiniz, gazeteci misiniz… vesaire. Buradaki temel nokta şuydu: “otoriter” rejim başka bir “otorite” kabul etmek istemiyor ve bütün gücü kendinde toplamak istiyordu. Tek merkezde. Tek kafada. Burada “authority” lafının hem olumsuz anlamda otorite hem de “bir konuda yetkin kişi” anlamına geldiğini hatırlayalım. Yorum çeşitliliğine tahammülü olmayanlar, yorum üretebilecek herkesi, bilhassa da “entelektüelleri” devre dışı bırakmak ister. Ve böylece anti-entelektüalizm denilen şey ortaya çıkar.

Anti-entelektüalizm basit bir “entel-sevmemezlik” durumu değil: geçmişi büyük suç dosyalarıyla dolu ciddi ve feci bir tutum. 20. yüzyıla şöyle bir bakarsanız bunun birçok örneğini görürsünüz. Bir rivayete göre “anti-entelektüalizm” lafının kökeninde Franco’nun faşist generallerinden birinin bir üniversite baskını esnasında “entelektüalizme ölüm” diye bağırması yatıyor.[1] Kızıl Kmerler’in “gözlüklü” insanları “ölüm tarlalarına” göndermelerinden, Franco’nun temelde yazar-çizer takımını hedef alan “Beyaz Terör”üne, Bolşevikler’in eski rejimin “entelijensiya”sını bindirip, ülkeden sürdükleri “Filozoflar Gemisi”ne kadar birçok anti-entelektüel uygulama da otoriter / faşist yapıların temel stratejilerinden birinin “entelektüelerden kurtulmak” olduğunu gösteriyor. Bizdeki bu “entelektüel-düşmanlığı” ya da “aydın-düşmanlığı”nın en malum örneği ise 80 darbesi sonrası “Aydınlar Dilekçesi”ni imzalayanların vatan haini ilan edilmesiydi. (“Suça Ortak Olmayacağız” bildirisiyle de birçok ortak yönü var bu dilekçenin.) Yine 80 darbesi sonrası 1402’likler diye anılan, darbe hükümeti tarafından görevden uzaklaştırılan akademisyenler de bu kapsama girer. 60 darbesinde de benzer bir şey olmuştu: 147’ler. Darbe hükümetinin “tehlikeli” gördüğü 147 akademisyen görevden uzaklaştırılmıştı.

Bu tarihsel bağları kurmak için çok özel büyüteçlere gerek yok: tarih alenen tekrar ediyor. Burada bir “entelektüellik hakkı” savunusuna da girişmeyeceğim; entelektüellerin yaşadığı tahakküm toplumun hemen her alanında yaşanıyor ama bu durumu bize haber veren birkaç kitaba bakarak mevcut durumun “dis-ütopik” yanlarını hatırlatmaya çalışacağım.

Distopya der dermez, artık geride bırakmış olmamız gereken Orwell maalesef gelip bizi buluyor: Orwell’in 1984’te “çift-düşün” dediği, totaliter rejim için aklın temel işleyişini tersine çeviren propaganda mekanizmasını aynen yaşıyoruz. Orwell’in meşhur faşist devletinin üç sloganını hatırlayalım: “savaş barıştır,” “özgürlük köleliktir” ve “cehalet güçtür.” Bu mantık gereği, savaş isteyenler iyi, barış isteyenler kötü, bilmeyenler iyi bilenler kötü. Otoriter rejimlerin kültürel silahlarından biri de bu: mantığı çökerterek, “yorum savaşı” denilen şeyi ortadan kaldırmak. Bu çökmüş mantık gereği, Kürtlere yapılan planlı saldırılar ve akıl almaz hak ihlalleri “huzur ve barışı” hedefliyor, bu saldırılar dursun diyenler ise “tehlikeli ve savaş-yanlısı” ilan ediliyor. Akıl tutulması böyle bir şey.

Buna bir de keyfi “suç ve suçlu” tanımı ekleniyor. Alın size dört dörtlük bir distopya. Edebiyatta bu “tanımsız suç” meselesi en azından Kafka’dan beri çok ele alındı. Kafka’dan ve Dava’dan bahsetmekten yorulduk, kurtulamadığımız kâbusumuz oldu. Onun yerine aynı minvalde ilerleyen yerli bir distopyadan, Melih Cevdet’in Gizli Emir’inden bahsedelim: 1969’da yazdığı bu Kafkaesk “görünmez-güç” ya da Foucaultvari “panoptikon” romanında Melih Cevdet, AYOT (Asayişi Yerleştirme Olağanüstü Teşkilatı) diye bir siyasi-kontrol biriminden söz ediyor ve romanın bir yerinde bu yapının temel mantığını şöyle açıklıyor: “Suçsuzluk değil, suçluluktur aslolan.” Yani AYOT’un suçsuz ilan etmediği herkes suçludur ve AYOT da, ne tesadüftür ki Melih Cevdet’in anlattığı “kentli entelektüelleri” hiç sevmez. Şimdiki durum da bu, hukukun tam tersi: herkes aksi ispatlanana kadar suçludur. Gizli Emir’de bu keyfi ve topyekûn kriminalizasyonu çok iyi anlatan bir sahne var. Romandaki karakterlerden tiyatro oyuncusu Bilal, bir oyun için tiyatroya gider ve tiyatronun ele geçirildiğini görür. Tiyatronun kapısına “AYOT Genel Direktörlüğü Tutuklarevi: 65” yazan bir levha asılmıştır. Böylece, bir anda, herkes, oyuncular ve seyirciler, “tutuklu” durumuna düşmüştür. Foucault’nun bahsettiği “büyük kapatılma” gibi bir şey. Gizli Emir’deki devlet, aleni bir polis devleti, zaten romanın hemen başında “mütercim Efdal” şöyle diyor telaşla: “Efendim büyük büyük karakollar yapmışlar her yere…”

Mevcut hâl de bu “polis devleti” yapısına benziyor, üniversitelerde de buna benzer bir “kapatılma” durumu yaşandığını biliyoruz. Üniversitelerde her zaman bir baskı mekanizması vardı ama buna yeni bir kontrol aygıtı daha eklendi; artık eğer –misal bir politikaya giriş dersinde- bir akademisyen resmi devlet görüşüne ters bir şey söylerse, öğrencilerin o akademisyeni “ihbar etme” hakkı var artık. Ve bu ihbar sonucunda da dersin çıkışında ya da orta yerinde polis gelip, o akademisyeni göz altına alabiliyor. Akademik özerklik Mars’ta bir kasaba, çok uzak bir ihtimal bile değil artık, namevcut. Ama distopyaların amacı bir felaket tablosu çizip, umutsuzluk bulutlarını yoğunlaştırmak değil, feci durumu göstererek, kapatılan toplumdaki bir çıkış ihtimalini yaşatmaktır. Bu açıdan yazılacak her kelime, o kapatma duvarında bir çıkış ihtimali yaratmaya yarayabilir.

Bu yazıyı biraz daha umutlu bir tonla bitirmek için şunu hatırlatayım: entelektüellerden bu kadar korktuklarına göre, entelektüel denilen kişinin gücünün hâlâ farkındadırlar demektir. Aynı şey kitapları yakmak / yasaklamak durumu için de geçerli. Asıl anti-entelektüel distopya kitapların bir korku-tehdit-nesnesi olarak yakıldığı Fahrenheit 451 dünyası değil, iktidardakilerin kitapları yakmasına gerek bile kalmayacak bir “düşünce-ve-kitap-yoksunu” dünya olsa gerek. Henüz birinci aşamadayız, belli ki düşünceden, kitaptan, eleştiriden, fikirden vesaire korkuyorlar. Bu da, şimdilik, iyi bir şey. Korktukları şeyi onlara daha çok vermek lazım. Devlete-karşı söz alma cesareti gösteren, özgürlüğün abc’sinin düşünce özgürlüğü olduğunu gösteren akademisyenlere, yazarlara, gazetecilere, düşünürlere, avukatlara, öğrencilere ve diğer herkese sonsuz destek vermek de bunun bir parçası.

Yıllar önce “hakiki entelektüel” Edward Said Filistin mevzusunda “Filistin bir fikirdir,” demişti, fikirleri de yok edemezsiniz. Bunu şimdiki duruma uyarlayıp, içimizi ferah tutmaya çalışalım: “Barış bir fikirdir, fikirleri de yok edemezsiniz.” Rosa Luxemburg’un özgürlüğe dair şu harika cümlesi de burada dursun: “Özgürlük daima farklı düşünenlerin özgürlüğüdür.”