Gazeteci ve yazar Ali Çolak 24 yıl yazdığı, 15 yıl kültür sanat editörlüğü yaptığı gazetesi Zaman gazetesinden ayrılmak zorunda kaldı. Kayyımın yayımlamadığı son yazısına yer veriyoruz...
Dün sabah, gün doğmadan sitenin bahçesine indim. Alacakaranlıktı. Gelmekte olan taze baharın artık iyiden iyiye duyumsanan rayihasını tadarak yürüdüm. Önceki günün bütün can sıkıntısını, yorgunluğunu, kederini geçtiğim yerlere bırakarak… Bugün iyi bir gün olmalı dedim. Yeniden başlamalı… Her şey yeni yeni uyanıyordu uykusundan. Şehrin alışık olduğumuz o kendine has müziği yeniden başlayacaktı birazdan. Aklımdan sayısız sözcük, bir sürü cümle geçirerek, dizeler mırıldanarak, kitap adları anımsayarak yürüdüm. Bir kere daha anladım ki, benim asıl dünyam, gerçek dostlarım her zaman, en kötü günde bile sözcükler ve kitaplar. Bunu bir kere daha yaşayarak gördüm ve böyle olduğu için kendimi tebrik ettim.
Sonra işime, 24 yıldır yazdığım ve son 15 yıldır kültür sanat sayfasını yönettiğim gazeteme, Zaman’a gittim. O eski cumartesilerden biri olmayacağı aşikârdı. Öyle oldu nitekim! Caddenin iki yanında polis barikatları, tomalar, sıra sıra polis otobüsleri, sivil polis araçları… Kapıda uzun namlulu silahıyla bekleyen polisler. Giriş kapısında durduruluyorum. Arabadan inip kulübeye girmem isteniyor. Bizim güvenlikçiler çoktan uzaklaştırılmış. İçeride polisler var. Kimliğimizi göstermemizi istiyorlar. Adımızı, görevimizi, iç hat telefon numaramızı kaydettikten sonra içeriye girmemize izin veriyorlar. Hoşuma gitmiyor elbette. İnsanın kendi evine sorguyla girmesi, alışılmış işlerden değil. Arabamı otoparka bırakıyor ve yüzlerce, yalanı yok yüzlerce resmi, sivil polisin ve aracın arasından geçerek gazete binasına giriyorum. 12 Eylül dahil, hayatımın hiçbir döneminde bu kadar polisi aynı mekanda görmedim. Özel tim, terörle mücadele, organize, spor polisi, sivil vs. Danışmada, kafeteryada, tuvalette, koridorda, merdivenlerde polis, polis, polis…
Alışılmışın dışında bir cumartesi ama, biz işimizin başındayız. Arkadaşım Ali Koca, her hafta olduğu gibi sevgili Selim İleri’nin daktilo ile yazıp gönderdiği yazısını bilgisayara geçiriyor. Nazan Bekiroğlu’nun köşe yazısı tashihte. Sayfa manşeti? Musa İğrek’in Londra’dan gönderdiği, Charlotte Bronte’nin 200. yaş kutlaması ile ilgili haberi… Dostlarımız arıyor, geçmiş olsun diyorlar. Şakalaşıyoruz. Ara sıra müzik açıyoruz. Biz bunları yaparken meraklı polis kardeşlerimiz koridorlarımızda dolaşıp camdan içeriye bakıyorlar. Oralı olmuyoruz, erken alıştık galiba…
Biz, günlük rutinimizle meşgul olurken birazdan dışarıda olacaklardan habersiziz. Gazetelerine destek için gelmiş okurlar, binadan hayli uzakta (kaldırımlar zaten kordona alınmış, binaya yaklaşmaları olanaksız) toplanmış, medenice bekleşiyorlar. Ara sıra düdük sesleri geliyor kulağımıza. Birazdan öğreniyoruz ki, polis dağıtmak için tazyikli su ve gazla üzerlerine saldırıyor. Bugün Türkiye’de sadece birkaç gazetenin basabildiği, dünyada pek çok ajans ve gazetenin yer verdiği fotoğraflardaki o kanlı görüntüler yaşanıyor dışarıda. Yutkunuyor ve susuyoruz…
Kayyım bey o günkü ilk toplantımızda “güzel ülkemizde yaşanan güzel şeyler”in yer alacağı bir gazete yapmamızı istemişti. Biz, gözümüzün önünde, gaz kapsülüyle yaralanmış, yüzünden, alnından kanlar akan genç kızların, yerlerde sürüklenen kadınların, babasının kucağında biber gazı yemiş bebeğin haberini yapabilecek miydik? Bu haberi yapmadan bir gazete çıkarılabilir miydi? Bu haberi yapmayana gazeteci denir miydi?
Galiba kayyımlar da böyle düşünmüş olmalı ki, işi bize bırakmadılar. Bir yandan bize “gazeteyi hazırlayın” derken, öbür yandan sistemi kestirip çalışmamıza imkân tanımadılar. Haberlerimizi, köşe yazılarımızı hazırladık fakat sistem çalıştırılmadığı için onları sayfalara dökemeden, mesai bitimine kadar bekleyip işyerimizden ayrıldık. Tahmin ettiğimiz gibi gönül bağıyla bağlı oldukları yerlerde korsan bir gazeteyi zaten hazırlatmışlardı...
Yaşadıklarımız elbette zordu. Uzun yıllar sevgiyle, coşkuyla hazırladığımız sayfalar okura ulaşmayacaktı. Bir Pazar günü ilk kez, Zaman okuru Hilmi Yavuz’u, Selim İleri’yi, Nazan Bekiroğlu’nu ve sevdiği başka yazarları okuyamayacaktı. Keder vericiydi ve elbette üzüldük. Merdivenlerden inerken içeride daha fazla, daha fazla, tıka basa polis vardı. Akşama kadar çalışıp, bir cümle bile kuramadan eve dönmek!!!
Hüzünlü bir cumartesiden eve dönerken, yine sözcükler uçuşup durdu zihnimde, yine binlerce cümle kurdum. Ortaokulda duvar gazetesiyle başlayan yazı hayatım herhalde burada son bulmayacaktı. 24 yıl yazdığım, Türkiye’nin en iyi edebiyatçılarıyla yol arkadaşlığı yaptığım gazetem, dünyanın en gülünç ve uydurma gerekçesiyle gasp edilmişti. 15 yıldır, alanında çok iyi arkadaşlarla çıkardığımız, çoksesliliği ilke edinen, bağnazlıktan uzak, ülkenin en aydınlık, en dolu, en güzel Kültür-Sanat sayfalarından biri artık yayımlanmayacaktı. Bunun için üzülmeye değerdi. Aslında vurulan ve yok edilen bir şirket, bir gazete değil, bu çokseslilik, bu aydınlık düşünce, bu uygarlık ışığıydı. Rahatsız oldukları şey tam da buydu. Çok seslilik ve aydınlık…
Pazar sabahı gün doğmadan yine bahçeye çıktım. Yine baharın kokuları ve sesleriyle dolu, umudun elinden tutup yürüdüm. Yanımda sayısız yol arkadaşım vardı. Ta Cervantes’ten Montaigne’e, Nef’i’den Namık Kemal’e, Pir Sultan’dan Karacoğlan’a, üstadım Refik Halid’den Oğuz Atay’a, Hemingway’den Stefan Zweig’a kadar yerli ve dünyalı dostlarım umudumun fitilini ateşlemek için çıkıp gelmişlerdi. Onlara birlikte dolanıp durdum ağaçlar arasında. Sonra bin umutla bu satırları yazdım. Sözcükler ve kitaplar oldukça, eninde sonunda uygarlık kazanacak, hukuk kazanacak, aydınlık kazanacak, biz kazanacağız. Daha kurulmayı bekleyen sayısız cümle var. Onları bir gün, bir yerlerde kuracağız çoşkuyla. Ve cümlelerimiz gidip muhatabını bulacak, biliyorum. Yaşadıkça…