Memleketin en sivri dilli sanat eleştirmeni Ali Şimşek yine her zamanki gibi “her şeye karşıydı.” Biz mi Şimşek’e alıştık, yoksa Şimşek’in eleştirelliği artık sanat dünyasının bir parçası mı oldu?
09 Temmuz 2015 14:00
“Kriz varsa eleştiri var! Kritikos, Yunancadan Latinceye uzanan soyacağında kritik, yani eleştiri, aynı zamanda bir sarsıntıya, krize gönderme yapar” diyerek kitabına başlıyor Ali Şimşek. Memleketin en sivri dilli sanat eleştirmeni Şimşek’in başta Sanatatak olmak üzere farklı mecralara yazdıklardan oluşan Kriz ve Kritik kitabı hem güncel sanatın ekonomisine, sanat yapma pratiklerine, sanatçının anlamına dair sert bir bakış sunuyor, hem de eleştiri dünyamızı bolca sarsıyor. Her ne kadar bu tarz birikmiş yazılardan oluşan kitaplar sorunlu olsa da, yazarı düzenli olarak takip eden biri olarak Şimşek’in parça parça oluşturduğu eleştiri sistemini tek bir kitapta görmek bütünsel bir kavrayış getiriyor.
Şimşek güncel sanata dair rahatsızlıklarını kitabın ana teması haline dönüştürüyor. Yazar rahatsızlıklarını “Benim rahatsızlığım Contemporary’nin tektipleştirici, bastırıcı ve sömürgeleştirici eğilimlerinedir,” diyerek açıklıyor. Devamında “Buradaki rahatsızlık, sanırım güncel sanat yapma stratejilerinin resmi sömürgeleştirmesinin getirdiği rahatsızlıklar.” diyor. Peki nedir güncel sanat? “Bildiğimiz” sanattan ve sanat pratiklerinden ne farkı vardır? Ve buradaki sorun nereden kaynaklanmaktadır? Şimşek güncel sanatı, kavramın ve söylemin baskınlığı, ironik ve sinik mesafe, gündelik olana ilgi, mesafelik, işe dair farkındalık, camp estetiği, grafikleşme, hikâyeden kaçma gibi öğelerle açıklıyor.
Daha da geriye ve derine inerek Şimşek, krizi bir asır öncesinden başlatıyor. “Duchamp’ın bir pisuara imza atarak gerçekleştirdiği 1917 tarihli Fountain’den itibaren sanat bir kriz yaşıyor elbette.” Şimşek çağdaş sanatın aslında ontolojik bir soru sorduğunu ileri sürüyor. Şimşek’e göre “Çağdaş- güncel sanat, pentürü, lirik tahayyülü, ekspresyonizmi, konvansiyonel anlayışları geri plana itiyor. Kavramsalın imparatorluğu kuruluyor.”
Şimşek bir yandan da çağdaş sanatın ve anlatım biçimlerinin devrimci çıkış noktasının hakkını veriyor, ancak “Pisuarla kendini iptal etmeye çalışan, seçkin burjuvazinin estetiğine meydan okuyan devrimci tavır, kendisi büyük sanata dönüşüp burjuvazinin koltuğuna girip hayatı sömürgeleştirerek evcilleşmişti,” diyerek yaşanan dönüşümü eleştiriyor.
Ancak Şimşek’in tavrının belli noktalarda ikircikli bir noktaya vardığını görüyorum. Mesela bir yandan “bir tankı pembeye boyadığınızda militarizme karşı başka bir üretmiş oluyorsunuz,” derken Gezi direnişi sürecinde üretilmiş pembe tomaya anlam atfedebiliyor. Tabi bu noktada iki “iş”i, düşünceyi farklı bağlamlarda değerlendirmek gerektiği aşikâr. Ancak işin kendisi burada nerede durmaktadır? Fuarda sergilenen bir pembe tank ile Gezi’de üretilmiş pembe tomanın meşrulukları neden farklıdır? Bu noktada aslında meşruluk “kriz”i yaşayan sanattan çok, sermayenin kendisi. Pardon Neye Bakmıştınız kitabında Will Gompertz çağdaş sanata akan paranın kaynağını “Komünizmin yıkılması ve pazarların devlet müdahalesinden bağışıklaşması küreselleşmeye ve uluslararası bir süper zengin sınıfın doğmasına yol açtı, sanat da bu yeni zenginlerin sağlam bir yatırım aracı oldu,” diyerek açıklıyor. Demek ki güncel sanat ekonomisine dair dert daha çok yeni zengin sınıfına dair bir eleştiriden kaynaklanıyor. Peki, bu noktada “eski tip zenginlik” ile “yeni tip” arasındaki ilişkiyi çözmeden eleştiri getirmenin mantalitesi nedir? Dahası bu noktada faturayı sanata ve sanatçıya çıkarmak ne derece doğru?
Şimşek “Rönesans’tan bu yana hüküm süren perspektif, mimesis ve temsile dayalı anlayışların artık sanatı tanımlayan unsurlar olmadığıydı” diyerek başka bir noktadan anlatım biçimlerine eleştiri getiriyor. Postmodernizmin anlatım biçimlerinde yarattığı dönüşümü tartışmaya açık bir şekilde bir köşeye koyalım. Modern dönemin en devrimci anlatım biçimlerinden Brechtyen anlatımın bu noktada nasıl eleştirilecek bir noktaya geldiğini Şimşek’in daha da incelemesi gerektiğini düşünüyorum. Ya da “Neoncu İyi Çalışmış” yazısında tartıştığı çağdaş sanatta zanaatın geri çekilmesi meselesini bu kadar yüzeysel bir noktadan tartışmanın sorunlu olduğunu düşünüyorum. Farklı uzmanlıklara sahip yüzlerce asistanı olan klasik dönem ressamıyla, yine yüzlerce asistanı olan bir güncel sanatçının arasındaki farklar bu kadar kolay açıklanabilir mi?
Ali Şimşek’in bakış açısını yansıtırken eleştirel düşüncesinin dışına taşan çalışmaları göz ardı ettiğini düşünüyorum. Mesela Taner Ceylan’ın işlerinin alımlanmasındaki oryantalist etki önemli. Ancak Ceylan’ın doğuyu değil, batı mitolojisini oryantalize eden yeni işleri nerede durmaktadır? Ceylan kendisini öne çıkaran oryantalist etiketi yırtan işleri eleştiri noktasının dışına taştığında Şimşek söz almıyor. Ya da Şimşek’in bir yazısında bahsettiğine göre resmin geri çekilmesi süreci yaşanıyorsa, Gökçen Cabadan’ın ve Taner Ceylan’ın resimleri nerede durmaktadır? Şimşek bu noktada o kadar ileri gidiyor ki Caravaggio yaşasa sanat dünyasının “resim” olduğu için harcanacağını bile iddia ediyor.
Şimşek kitabının sonuna doğru, kavramsal sanata dair bütün bu eleştirileri getirdikten sonra bir başka kavramsal sanatçı Genco Gülan’ın işlerini övgüye boğuyor. Benzer bir şekilde güncel sanatın içinden konuşarak güncel sanatı eleştiren işlerin de farklı şekillerde öne çıktığı oluyor. Bu noktada yaklaşımının tutarlı olmadığını görüyorum.
Daha temele inelim, bütün bu ekosistem içinde çağdaş sanatı eleştirmek nerede durmaktadır? Galericisinden fuarcılara kadar herkesin Ali Artun’un[1] eleştirel yazılarını paylaşması nasıl bir anlama sahiptir? Ali Şimşek de Bienal eleştirilerinde artış olduğunu vurguluyor, bir noktada Bienal eleştirisi Bienal’in bile bir parçası haline geldi. Ali Şimşek’in kitabı çıkar çıkmaz birçok “sanat profesyonelinin” masasında gördüm. Evet, herkes mutsuz ve eleştirel ancak piyasa bir yandan da işliyor. Eleştirel düşünce nerede duruyor peki?
Geçen haftalarda Salt Galata’da sanat tarihçisi Barış Acar Türkiye sanat tarihi ve avangart üzerine bir konuşma yaptı. Doktora tezine dair donelerini paylaştığı konuşmada sanat dünyasından birçok kişi bulunuyordu. Konuşmanın ardından Ali Şimşek, Acar’ın tezlerini eleştirdi. Tartışma alevlenince insanlar kıkırdamaya başladı. Ali Şimşek yine her zamanki gibi “her şeye karşıydı.” Biz mi Şimşek’e alıştık, yoksa Şimşek’in eleştirelliği artık sanat dünyasının bir parçası mı oldu?
Ali Şimşek bir yazısında performans sanatının sergi açılışlarının bir süsü haline geldiğini iddia ediyor. Ben de kitabı okuduktan sonra Maslak bölgesinde bir sergi açılışına gittim. Kitabı yeni bitirmiştim ve yol boyunca Ali Şimşek’in eleştirdiği çağdaş sanat ortamını düşünüyordum. Vardığımda benzer bir ortamın içine düşmüş buldum kendimi. Mesailerinden çıkıp gelmiş janti beyler ve hanımlar arasında lüks ikramlarla sergiyi gezdik. Açılışta bir performans da gerçekleşiyordu. Ziyaretçilerin performans gerçekleşirken önüne geçip selfie çektiğini fark ettim ve biraz uzaklaştım. Acaba dedim, Ali Şimşek’e yazı boyunca haksızlık mı ettim? Sonra yanımdaki bir ziyaretçi beni dürtüp fotoğraf makinesini uzattı. Bir fotoğrafımı çeker misiniz, dedi. Kıramadım, çektim. Makinesini geri verirken bana söylediği şey “Enteresanmış” oldu. Sonra yağmur başladı ve üzeri kapalı heykellerden birinin altına sığındık.