Adalete inancımızı kaybedemeyiz elbet, adalet mükemmel olamasa da. Adaletsizliğe karşı çıkarak adalete olan inancımızı yenilemek, edebiyatın belki de en önemli varlık nedenidir
07 Mayıs 2015 15:00
Kafka, Dava romanında keyfi adaleti sıkı hicvetmiş. Dostoyevski, Suç ve Ceza romanında birbirini affetmenin, hukuktaki cezadan çok daha üstün olduğunu savunuyor. Camus, Yabancı romanında adalet ve hukuk sisteminden bir an önce kaçmaya bakan bir absürt kahramanı anlatmış.
Kafka’nın Joseph K.’sı ve Camus’nün kahramanı Meursault, her ikisi de, mahkemelerin ve adalet mekanizmasının tamamen dışında kalan bir hayata kaçmanın özlemini duyarlar. Bürokratik süreç kabus gibidir. Raskolnikov ise, sevdiği kadının onu affetmesiyle, sürgün cezasını önemsiz kılan bir mutluluğa erişir.
Sizin adaletinizi istemiyorum! Kaç kişi böyle haykırmak istemiştir, gördüğü işkenceden, kötü muameleden, haksız tutuklanmadan, geciken adaletten ve işlemeyen hukuk kabusundan sonra. Ama hangi cesaretle? Her şeyimizi kaybetmeyi göze alabilir miyiz? Adalet aramak ömür törpüsüdür. Ama adaletsiz yaşanabilir mi? Suçluysak, ceza olsun olmasın, kendimizi nasıl affedeceğiz?
Adalet heykeli, elinde o teraziyi tutmaktan yorulup, gözündeki bağı çıkartınca, kolundaki kitabı açıp okumaya başlarsa, hukuk kitabı yerine, güzel bir roman okumayı tercih edeceğinden hiç şüphem yok.
Bu sorular, adaletin (hukukla ilgili her şeyin) niçin edebiyatın en gözde teması olduğunu göstermeye yetiyor. İnsan yaşamının tüm karmaşıklığını içinde barındırabilecek iki yer var dünyada, biri hukuk, biri de edebiyat. İkisinin her zaman dost olduğunu söylemek zor, ama konuları aynı.
İçine bir damla adalet sorusu, biraz hukuk felsefesi sinmemiş herhangi bir roman düşünülemez. Edebiyat ise adaletin güçlenmesine katkıda bulunacak bir mücadele içinde olmuş daima.
Adalet heykeli, elinde o teraziyi tutmaktan yorulup, gözündeki bağı çıkartınca, kolundaki kitabı açıp okumaya başlarsa, hukuk kitabı yerine, güzel bir roman okumayı tercih edeceğinden hiç şüphem yok. İşittiği milyarlarca haklı- haksız davaya rağmen, gene de yeni bir hikâye daha okumaya dayanamayacaktır.
Kendimi canlanmış adalet heykeli olarak hayal ediyorum. Bütün mahkeme salonları, iş yerleri kapandı, gece oldu. Kaidemden usulca iniyorum, basamaklara oturup sırtımı taşa dayıyorum, teraziyi yere koydum, gözümdeki bağı sıyırıyorum ve kitabımı açıp büyük keyifle okumaya hazırlanıyorum. Elimdeki bir elektronik okuyucu üstelik, ben modern bir adalet heykeliyim.
Mesai dışında ne yaptığıma kimse karışmıyor bereket. Geceleri okuyarak tutuyorum adalet nöbetimi. Ülke demokratik de olsa, totaliter de olsa, fark etmeyecek, her gece gizlice roman okuyacağım. Bu sefer elime, Ian McEwan’ın Çocuk Koruma Kanunu/ The Children Act adlı romanı ulaştı. Hikâye bugünde, İngiltere’de geçiyor.
İşte, kahraman benim gibi kadın, hem de yüksek mahkeme yargıcı, aile hukuku uzmanı, önünden binlerce boşanma, miras, çocuk velayeti davası geçmiş, kimsesiz yahut istismar edilen çocukları korumak için yüzlerce karmaşık hüküm vermiş. Şimdi, meslek hayatının en zor dosyalarından birisi geliyor masasına.
On altı yaşlarında bir delikanlı, az bulunur bir lösemiye yakalanmış, ailesi Yehova Şahidi, kan verilmesine karşı çıkıyorlar, inançlarına aykırı; genç de aynı görüşte, ölüme razı, transfüzyon yapılmazsa iyileşmesi mümkün değil.
Yargıç kahramanımız, Fiona, duruşmaya ara verip, hastanede çocuğu görmeye gidiyor. Çocuk Koruma Kanunu’na göre, çocuğun iyiliği, çocuğun çıkarları ve hayatı, onun açısından en önemli husus. Bu gencecik insanın ölüme hazır olacağına inanamıyor, gözleriyle görmek istiyor.
Karşısına keman çalmayı öğrenen, şiir yazan, akıllı, duyarlı, hayat dolu bir oğlan çıkıyor. Benjamin Britten’ın bir bestesini çalıyor kemanda, Fiona da şarkıyı söylüyor, Fiona amatör bir piyanist çünkü, avukat meslektaşı ve amatör tenor Mark’la birlikte Londra’nın tarihî mahkeme binalarında Noel konseri vermeye hazırlanıyorlar.
Sonunda, hastaneye çocuğu tedavi etme yetkisi veriyor yargıcımız. Delikanlı o sınırlı tarikatın dışına çıkıp hayatı tanıyacak şimdi. Onu kurtaran yargıca mektup üzerine mektup yazıyor. Aralarında olan biteni göz ardı edemezler, yüreklerini bir akım birleştirdi. Gerçi yargıcımız dikkatli, temkinli, üstelik altmış yaşında. Ama ruhu genç, onun da yüreği titredi, kendi çocuğu yok, bir oğula sevdalanır gibi sevdi çocuğu, fakat cevap yazmıyor, gelip onu görmesine izin vermiyor.
Fiona iyice kırılgan bir dönemden geçiyor, bu bir özür olabilir mi, belli değil, kocası Jack, iyice yaşlanmadan önce son bir aşk yaşayacağım diye, karısına haber vererek bir ilişkiye giriyor, Fiona da evden dışarıya atıyor onu, yaralı, işine veriyor kendisini, depresyona girmemek için. İhanete uğramış, hayatı yıkılmış bir kadın o. Ama büsbütün masum mu? İşe fazla dalarak, kocasını ihmal etmedi mi?
Hangimiz suçlu değiliz ki? Hayat her zaman adil mi? Elbette değil. Derken, taşraya dava görmeye gidiyor o yaz ve kaldığı eve, fırtınalı bir akşam, bu çocuk çıkageliyor. Adı Adam. Evden kaçmış. Seninle oturmak istiyorum, her hizmetini yaparım, sen de bana hayatı ve kitapları öğretirsin, diyor, imkânsız bir dilek diliyor Fiona’dan. Cevap hayır. Onu gönderirken, dayanamayıp, dudaklarından öpüyor yargıcımız. Masum bir öpücük, ama yine de utançla kıvranıyor. İtibarının zedelenmesinden korkuyor. Bir daha görüşmüyor Adam’la.
Noel. Konser öncesi. Tam sahneye çıkarken, Adam’ın ölüm haberini öğreniyor. Yarı şokta. Konserin sonunda, “encore” bölümü gelince, Mark’la anlaştıkları gibi Schubert çalacak yerde, Britten’in o parçasına başlıyor- “Salley Bahçeleri”. “Nehir kıyısındaki tarlada aşkım benimle durdu; eğilmiş omzuma kar beyazı eliyle dokundu…”
Konser çok başarılı. Fiona sahneden kaçıyor, evde ağlıyor. Adam’ın son gönderdiği şiirin bir intihar mektubu olduğunu anlıyor. Lösemi tekrar edince, artık reşit olduğu için, bu sefer kendisi istememiş tedaviyi. “Annemle babamın dini zehirdi, sen panzehirsin” demişti Fiona’ya, öylece hayatı kucaklamıştı. Şimdi, hayata küsmüş, Tanrısına karşı çıktığı için, cezayı hak ettiğine inanıyor, ölüme gidiyor.
Fiona her şeyi anlatıyor kocasına. Her şeyi öğrenince yine sevecek misin beni, diye soruyor. Fiona o çocuğu öldürmüş sayılır mı? Kendini affedebilir mi? Başka ne yapabilirdi? Kim suçlu? Buyurun size hukuk, buyurun adalet, diyor Ian McEwan biz okurlara.
Adalet insanlığın en zor ideali. Edebiyatın en sevdiği konu.
Bu kısacık romanı kapatırken, James Joyce’un “Ölüler” hikâyesine çok benziyor, diye düşünüyorum. Masumiyetin ölümü. Sonra, Kafka’nın her tür iktidara karşı duruşu geliyor aklıma. Dava’yı da o yüzden yazmış bence. Yargı da bir iktidar sonuçta.
Elias Canetti, Kafka’nın Öteki Davası adlı kitabında şöyle der: “Başka hiçbir yazar kendinden üstün bir güce biat etme konusunda bundan daha açık bir saldırı kaleme almamıştır; o gücü ister ilahi ister dünyevi telakki edin, fark etmez. Her tür otorite Kafka’yı irkiltir, dini otorite de, siyasi iktidar da aynıdır onun gözünde, şaibelidir.”
Nitekim, Joseph K., Kafka’nın sonradan keşfedilen notlarında şöyle sorar: “Yargıç nerede? Anayasa Mahkemesi nerede? Söyleyecek sözüm var daha. Ellerimi kaldırıyorum…” Sonra, romandaki infaz geliyor, bir bıçakla doğrarlar onu, “köpek gibi”. Ölümünden çok sonra da yaşayacaktır bu utanç.
Kafka’nın Dava romanını ilk okuduğumda, beraat kategorileri güldürmüştü beni. “Kesin beraat, görünürde beraat ve süresiz erteleme.” Sonra, hayat bu hicvin bile az olduğunu kanıtladı.
Kafka için en büyük kötülük iktidardır ve daima onun dışında kalmaya çalışır. Babaya Mektup kitabında açıkça söylüyor, dünya üçe ayrılır diyor; biat edilen yasalar, o yasaları koyan merci (öfkeli baba) ve üçüncü dünya– çoğu insanın emirden ve itaatten bağımsız yaşayacağı mutlu yer.
Öyle bir mutlu yer var mı? Yok elbette. Toplum olabilmesi için, iktidar ve adalet bağdaşmak zorunda. Bunun ideal formülünü hâlâ bulamadı insanlık.
Albert Camus’nün Yabancı romanında, sorgu yargıcı, Tanrı’ya inanıyor musun diye sorar Meursault’ya; hayır cevabını alınca, “Deccal” diye isim takar ona. Annesinin ölümüne ağlamadı diye yadırganır Mersault; plajda o saldırgan Arap genci neden öldürdüğü anlaşılmaz bir türlü. Ama hem toplum, hem mahkeme, Mersault’nun kötü bir adam olduğuna, beraati hak etmediğine çoktan inanmıştır, çünkü Meursault toplumun kurallarına biat etmez, ayrıksı ve “yabancı”dır.
Kafka’nın Dava romanını ilk okuduğumda, beraat kategorileri güldürmüştü beni. “Kesin beraat, görünürde beraat ve süresiz erteleme.” Sonra, hayat bu hicvin bile az olduğunu kanıtladı. Mersault sonunda, adalet mekanizmasının dışına bir an önce çıkmak için, neredeyse ölüme gitmek için, ilk defa hevese benzer bir şey duyar.
O zaman, Dostoyevski mi haklıydı? Suç, ceza, hukuk, mahkeme ve mükemmel olmayan bir adalet sistemi, evet, ama bütün bunların hiçbir değeri yok, bizler birbirimizi ve kendimizi affetmezsek, diyor. Bunu dini bir çerçevede yapmış olması önemli değil bence. Dindar olmasak bile, affetmek galiba hayatın en önemli işi.
Dostoyevski’nin bu sevgi ve af ideolojisini, dini bağlamdan arındırarak yorumlayan Julia Kristeva’ya göre, affeden insan, affettiği kişiye şunu söylemiş oluyor: “Sevgimle seni bir an için tarihin, yani zamanın dışına çıkartmış oluyorum, benim gözümde tekrar çocuk oluyorsun, yeni bir insan olma şansına sahipsin, seni sana geri veriyorum.” Zamanın dışındayız, çünkü affedilmek, biz insanları ezen neden- sonuç ilişkisini kaldırıyor, suç ve ceza, hınç ve intikam zinciri kırılmış oluyor.
Elbette, affetmek kötülüğün kötü olduğunu inkâr etmek değil; affedilmekle suçlarımız ve hatalarımız yok olmuyor, sadece o feci yükün altından kalkarak tekrar sevmek ve yaşamak mümkün hale geliyor. İdeal olan, güzel olan, yeniden giriyor hayatımıza.
Böyle bakınca, Kristeva’ya göre, sanat eseri de başlı başına bir affetme eylemi. Sanat ve affetmek aynı şeyler, eşit değere sahip. Tam da bu nedenle, affedilmek, yahut affetmek, hukuk çerçevesindeki adaletten daha üstün, yani cezadan daha önemli. Cezanın insanı yenileyici bir yanı yok. Hâlbuki bağışlanmak, yani sevgi, insanı yeniden doğmuş gibi arındırabiliyor.
Suç ve Ceza romanında, Raskolnikov bu sayede yeniden hayata dönüyor. Joseph K. ve Meursault ise, sadece başkaldırarak örnek oluyorlar bize. McEwan’ın romanında yargıç Fiona, belki kocasının yenilenen sevgisi sayesinde kendini affedecek.
Kristeva’nın sözleriyle, “Kendimizi affetmemiz mümkün hale geliyor, çünkü bizi gerçekten duyan birisi var ve o sayede kendimizi daha ideal bir dünyaya bırakıyoruz.” Öyle bir dünya var mı ki, diyeceksiniz. Elbette yok. Joseph K., infazdan saniyeler önce, onu duyacak birisini görür gibi olur, ama bu hayaldir. Ama işte insanoğlu her şeyin daha iyi olduğu bir dünyayı sevgiyle ve biraz da sanatla, gerçekleştirmeye çalışıyor. Dünyayı sürekli iyileştirmek ve yenilemek zorundayız. Sonsuz bir tekrar gerekiyor. Adalete inancımızı kaybedemeyiz elbet, adalet mükemmel olamasa da. Adaletsizliğe karşı çıkarak ve dünyanın nasıl daha güzel olabileceğini düşleyerek, adalete olan inancımızı yenilemek, edebiyatın (bütün sanatın) belki de en önemli varlık nedeni.
Sabah oluyor ve ben adalet heykeli, tekrar gözlerimi bağlayıp yerimi alıyorum.