“Quid rides? De te fabula narratur”

Yoksa siz hâlâ gerçeğin ve adaletin edebiyatta değil de, hukukta aranacağını mı sanıyorsunuz...

07 Mayıs 2015 16:00

 

Bu yazı “hukuk ve adalet” hakkında olsaydı yazabilir miydim, bilmiyorum. Adaletin hukuktan beklenemeyeceğini öğreneli çok oldu.

Edebiyat ve hukuk denilince, konuyla ilgili olup da, C.B. Akal’ın anlattığı “Bu ders benim alanıma girer; telif hakları değil mi?” diye soran hukuk fakültesi öğretim üyesini duymayan kalmamıştır herhalde (Akal, 2011: 43). Ateş hâlâ sıcak, o noktadan fazla uzaklaşmış olamayız. Öyleyse baştan başlamalı.

“ve” bağlacı arasına girdiği iki kavram arasında bir bağ olduğunu anlatıyor. İş bu kadarla kalsa, arasına “ve” koyduğumuz her türlü kavram arasında bir ilişki kurabilmemiz gerekirdi. Edebiyat ve hukuk, bu anlamda çok genel bir ifade, yalnızca bu ikisi arasında ilişki kurabilme arzumuzu yansıtıyor. Neyse ki, literatür biraz daha incelmiş durumda. Edebiyat ve hukuk dediğimizde, karşımıza edebiyatta hukuk ve edebiyat olarak hukuk da çıkıyor. Bunlara bir de edebiyat dolayımıyla hukuk diyebileceğimiz bir üçüncüsünü de ekleyebiliriz.

Edebiyatta ve kısmen de olsa edebiyat dolayımıyla hukuku bu yazıda bir yana bırakalım; edebiyat olarak hukuka bakalım.

“Adalet edebiyata, hukuka olduğundan daha yakındır”

Yazının başlığı, malum, Kapital’in ilk basımının önsözünde K. Marx’ın da kullandığı Latince cümle... “Ne gülüyorsun, hikâye seni anlatıyor” şeklinde çevrilebilir. Marx’ın on dokuzuncu yüzyıldaki okuruna seslenirken söz konusu ettiği hikâye, iki bin yıllık bir anlatıdır. Ulaşmak istediği su ve meyvelere ulaşamayıp yalnızca seyretmek cezasına çarptırılan Frigya/ Lidya kralı Tantalos’un hikâyesi kendisine anlatılırken gülen, sahip olduğu varlığı seyretmekle yetinen bir cimriye söylenmiş sözdür, bahsi geçen. Tantalos’unki, tanrılar tarafından verilmiş bir cezadır belki, ya cimriye ne demeli...

Büyük davaların avukatı J. Verges yargılama sahnesini şöyle anlatır: “Her duruşma, topluluk önünde oynanan bir dramadır. İddia ve savunma arasındaki bir düello. İki taraf da olası ama zorunlu olarak doğru olması gerekmeyen hikâyeler anlatır. Sonunda biri muzaffer ilan edilir. Bunun adaletle hiçbir ilgisi yoktur” (Aktaran ve çeviren Çataloluk, 2014: 6). Oysa edebiyat bize doğruyu ve gerçeği anlatır; Attila József’in “Thomas Mann’a Selam” şiirinde söylediği gibi: “Bilirsin yalan söylemez hiç şairler/ Anlat bize doğruyu da, yalnız gerçeği değil.” Mahkeme salonunda olup bitenin adaletle bir ilgisi olup olmadığını sorgulamamızı ve bunu dile getirmemizi sağlayan edebiyattır. Hukukun adaletsizliğinden edebiyata sığınırız. Zira modern hukuk düzeninde “Bir insanın masumiyetini mutsuzluğu pahasına kanıtlamam gerekebileceğini hiç düşünmemiştim” diyecek bir sorgu yargıcı bulunmaz. Ona rastlamak için A. Platonov’un Muhteşem Vahşi Dünya’sını okumak gerekir (Platonov, 2014: 88)

“Edebi bilinci olmayanın hukuki bilinci de olmaz”

Hukuk uygulaması, hiç kuşku yok ki yorumlayıcı bir faaliyet... Üstelik bir de değil, çifte yorumlayıcı...

Hukuku uygulayan, öncelikle elindeki hukuk normunu yorumlayacaktır. Hukuk normunu yorumlamak deyip geçmemeli; hukuk normu özel okuma gerektiren bir metindir. Hukuk normu çok sayıda terim, kavram içerir. 1982 Anayasasının 122. maddesini okuyalım: “Anayasanın tanıdığı hür demokrasi düzenini veya temel hak ve hürriyetleri ortadan kaldırmaya yönelen ve olağanüstü hal ilânını gerektiren hallerden daha vahim şiddet hareketlerinin yaygınlaşması veya savaş hali, savaşı gerektirecek bir durumun başgöstermesi, ayaklanma olması veya vatan veya Cumhuriyete karşı kuvvetli ve eylemli bir kalkışmanın veya ülkenin ve milletin bölünmezliğini içten veya dıştan tehlikeye düşüren şiddet hareketlerinin yaygınlaşması sebepleriyle, Cumhurbaşkanı başkanlığında toplanan Bakanlar Kurulu, Millî Güvenlik Kurulunun da görüşünü aldıktan sonra, süresi altı ayı aşmamak üzere yurdun bir veya birden fazla bölgesinde veya bütününde sıkıyönetim ilân edebilir.” Bir kurula önemli bir yetki veren bu düzenlemede çok sayıda terim, kavram kullanılmıştır. Hiç öyleymiş gibi değilse de, bu düzenleme çok sayıda başka düzenlemeye de gönderme içerir. Örneğin Bakanlar Kurulu’nun ne olduğunu, Milli Güvenlik Kurulu’nun ne olduğunu, bunların nasıl toplandıklarını, ne zaman bir karar almış, görüş bildirmiş sayıldıklarını ancak ilgili düzenlemeye bakarak bilebiliriz. Sıkıyönetim ilanının ne anlama geldiğini, bu ilandan sonra nelerin olabileceğini öğrenmek için de bir başka normu okumamız gerekir. Katman katman, birbirini aça aça ilerleyen bir metinsel yapı ile karşı karşıya kalırız. Bu yapı genelde kendi kendine göndermelerle doludur ve sonunda ulaştığımız fasit bir daire olabilir. Yani “bakanlar kurulu da ne imiş” diye baktığımızda, “sıkıyönetime karar verme yetkisine sahip bir kurul” tanımına da ulaşmamız mümkündür ve bu genelde can sıkıcıdır. Böylece hukuk normunu okumak, tek bir cümleyi okumak değil, bu cümlenin bağlantılarını da içerecek bir yapıyı, bir kapalı sistemi okumak anlamına gelir.

Bununla bitmez, hukuk uygulayıcısı metnin dışında, durumu da yorumlamalıdır. “Savaş hali”, “vatana karşı kuvvetli ve eylemli bir kalkışma”, “şiddet hareketlerinin yaygınlaşması” birer kavram olmanın ötesinde, aynı zamanda birer durumu ifade ederler. Öyleyse uygulayıcı toplumsal gerçekliği de, sanki bu gerçeklik bir metinmişçesine, okuyabilmeli, yorumlayabilmelidir.

Bu yorum metodolojisini genel olarak hermenötik olarak adlandırıyoruz. Hermenötik, bilimsel, metodolojik bir yaklaşım olduğu kadar, bir edebiyat teorisi olarak da çıkar karşımıza. Hermenötik, anlam arayışıdır; çoğu zaman farklı anlamların var olduğunu da bilerek... Hukuki bir metni nasıl anlayacağız? Ne olduğunu anladığımız davranış kuralını, önümüzdeki somut olay bağlamında nasıl uygulayacağız? Tek bir soyut düzenleme, gerçekleşmesi muhtemel binlerce farklı somut olayı kapsayabilir mi gerçekten? Öyleyse, H.G. Gadamer’in de dikkatimizi çektiği üzere metni olaya, olayı metne göre yorumlama faaliyeti hermenötik ve edebî bir faaliyettir. Bu Richard Dworkin’in de, S. Fish’in de üzerinde durduğu noktaya çok yakın bir pozisyondur. Zira Dworkin, edebi yorum yöntemlerinin hukuk metinlerine uygulanmasını savunurken, Fish gerek hukukî gerekse edebî metinlerin birer retorik uygulaması olarak görülmesi gerektiğini ileri sürer.

Temkinle ifade edelim; norma uygun gerçekleştirilmeye çalışılan hukuk uygulamasının en azından bir kısmı, edebi bir faaliyettir.

“Hukuk metni kurguya, edebiyat metni gerçeğe yakındır”

Aksini düşünmeye meyilliyizdir; genel geçer olan edebiyatın kurgu, hukukun gerçek olduğunu söylemektir. Aslında gerçek olan hukuk düzenin kendisi değil, uygulamasıdır.

Hukuk, özellikle modern pozitif hukuk, bir düzen tasarımıdır. Modern egemen, kurguladığı toplumu ortaya çıkaracak düzenlemeler gerçekleştirir. Bu tasarım içerisinde hukukun öznesi, hak, mülkiyet, eşitlik, yurttaş vb. şeklinde pek çok başka soyut kurgu da yer alır. Hukuk düşüncesi bir kurmacadan ibarettir.

Gerçek olan hukukun uygulanışıdır. Cansız birer ifade olarak kitaplarda, sayfa aralarında uzanıp kalmış sözler, uygulama içerisinde can kazanır. Hukuk çoğu kez, kanun kitaplarında yazan değil, başımıza gelen şeydir. Bir kolluk görevlisinin, bir yargıcın fiilen gerçekleştirdiği uygulamanın kendisidir.

Peki ya edebî metin? Edebiyat bize gerçeklik hakkında, hukukun anlattığından daha çok şey anlatır. Toplum hakkında, insan hakkında, kendimiz hakkında, hayat, aşk, adalet ve ölüm hakkında ne biliyorsak, büyük kısmını edebiyattan öğreniriz. Platonov, Muhteşem Vahşi Dünya başlığıyla toplanan öykü derlemesinde yer alan iki sayfalık bir hikayede, bir avcının sakalında yaşayan iki kırıntıyı anlatır. Hikâyenin ismi de “İki Kırıntı”dır (Platonov, 2014a: 165-167). Biri ekmek, biri barut parçası olan bu kırıntıların hikayesi “Avcının ekmeğin içini yemesi, sonra tüfeğini doldurması, sonra eliyle sakalını düzeltmesiyle” başlar. Bütün dünyayı tutuşturacak ateşle doludur barut kırıntısı. Ekmek kırıntısı ise insanı doyurmakla övünür. Karnı doyan insan, aklıyla ateşi de yenebilir böylece. Uyumakta olan avcının sakalında birbirleriyle iddialaşırken, ekmek kırıntısını gözüne kestiren bir serçe belirir; derken avcı uyanır. Uyanan avcı yüzüne dokunduğunda eline gelen ekmek kırıntısını boşa gitmesin diye ağzına atarken serçe de ekmek sandığı barut kırıntısını indiriverir mideye. Hikâye şöyle sonlanır:

“O sırada Ekmek Kırıntısı insanın içine girdi, onun kanına dönüştü ve kendisi de insan oldu. Barut Kırıntısıysa serçenin içinde tutuştu; serçe ateşten pişerek yere düştü.

Avcı önündeki çimene pişmiş bir serçenin düştüğünü gördü, onu köpeğine verdi. Köpek serçeyi yedi ve göğe baktı: Bir pişmiş kuş daha düşmez miydi ki oradan?

Ekmek Kırıntısıysa artık İnsanla bir yaşıyordu, gülümsedi ve ‘Tüm dünyayı tutuşturmak istiyordu, anca bir serçeyi pişirdi!’ dedi.”

Öyle sanıyorum ki, geçtiğimiz yüzyılın gerçekliğine, bu kısa metinden daha fazla yaklaşabilmiş hiç bir hukuki kurgu yoktur.

Gerçeği ve adaleti hukukta değil de, edebiyatta arayana müstehzi bir ifadeyle bakana verilecek yanıt ise yazının başlığından gelsin: Ne gülüyorsun, sanki anlatılan senin de hikâyen değilmiş gibi...

Yararlanılan kaynaklar
Akal, C. B. (2011). “Edebiyat ve Hukuk Dersi Ahlaktan Değil, Buluttan Yana Olmalıdır”, içinde Burası Tanzanya mı, Karanfil?, Ankara: Dost Kitabevi Yayınları, ss. 43-50.
Çataloluk, G. (2014). “Ateş, Zincir, Tohum: Tragedyanın Dününde ve Bugününde Prometheus”, Hukuk Kuramı, C. 1, S. 2, ss. 1-9.
Platonov, A. (2014). “Muhteşem Vahşi Dünyada”, içinde Muhteşem Vahşi Dünya, Çev.: Günay Çetao Kızılırmak, İstanbul: Metis Yayınları, ss. 77-91.
Platonov, A. (2014a). “İki Kırıntı”, içinde Muhteşem Vahşi Dünya, Çev.: Günay Çetao Kızılırmak, İstanbul: Metis Yayınları, ss. 165-167.
İllüstrasyon: Yeşim Paktin