Kiev mektupları / 41. gün: Kiev'den Varşova'ya

Yazar, fotoğrafçı ve ödüllü belgesel filmci Yevgenia Belorusets'in Kiev'den yazdığı mektuplar, günü gününe tutulmuş bir kroniğini oluşturuyor. Savaşın yıkıcılığını ve gündelik hayatı sarsan yanlarını ortaya koyan bu mektupları her gün yayımlamayı sürdüreceğiz.

Yolda bir noktada tozlu tren penceresinden görünen manzaranın fotoğrafını çekmek için zorladım kendimi, o anda neler yaşadığımı unutmamak için

41. GÜN

5 NİSAN, SALI

KİEV’DEN VARŞOVA’YA 

Gün hızlandırılmış bir tempoda geçti. Savaş başladığından beri ilk kez seyahate çıkıp Kiev’den ayrıldım. Bindiğim vagonda Rusya ve Ukraynaca konuşulduğunu işittim. Kiev’den doğrudan Varşova’ya uzanan bu hat tam bir aydır var – sığınacak yer arayanları tahliye etmek için başlattılar bu hattı. İlk zamanlar biletler bedavaydı, insanlar sadece her birinde üç dar yatak olan küçük kompartımanlarda değil, koridorlarda yerde de uyuyorlardı.

Biletler artık bedava değil. Herkesin küçük bir yatağı var, kimsenin bavullarla çantalar arasında yerde uyuması gerekmiyor. Bu istikamette trene binen pek fazla insan da yok şimdi, Kiev istasyonuna artık korku egemen değil. İstasyonun platformları bir hafta öncesine kıyasla boştu. 

Annemle babam Kiev’de kaldılar. Bu seyahati önce benim yapmamı, onların da bu seyahati yapmasının mümkün olup olmayacağını görmemi istediler. Kuzinim ve kuzinimin birileriyle birlikte seyahat etme fırsatını kollayan bir arkadaşıyla birlikte geldim ben.

Yolda bir noktada tozlu tren penceresinden görünen manzaranın fotoğrafını çekmek için zorladım kendimi, o anda neler yaşadığımı unutmamak için. Ama boşuna. Bütün bu deneyimleri ve anıları saklamak imkânsız görünüyor.

Telefonumda Kiev’deki hava saldırısı uyarılarını duyuran uygulama gece boyunca birkaç kez alarm verdi. Ülkeden ayrılan diğer birçok Ukraynalı gibi ben de alarmların sesini kısmak istemedim.

Nerdeyse yazacak hiç zamanım olmadı zira kompartımanımdaki insanlarla zaman geçirme arzusundaydım. Uyuyamıyordum da, vagondaki her biri bir hikâye anlatan kısık, tuhaf sesleri dinlemekle meşguldüm. Bu hikâyeler, yolcuları esneyip uzayan ama kopmayan bir lastik gibi ayrıldıkları ve her geçen dakika biraz daha uzakta kalan yerlere bağlıyordu.

“Niye bu kadar çok şeyin var – bu kocaman bavul ve dört büyük çanta sadece senin için mi?”

Bir kadın, yanındaki Dascha isimli kendisinden yaşça daha genç kadına sordu bunu.

“Ay, ben o kadar çok şey almak istedim ki yanıma, bütün apartman dairesini taşımak istedim,” diye cevapladı Dascha:

“Şimdi de bavulu güç bela kaldırabiliyorum. Ne yazık ki, en sevdiğim fincanlardan ikisini Kiev’de bıraktım! Onların yerine kırmızı kurdeleli hasır şapkamı ve kırmızı kadife pabuçlarımı aldım, hem tiyatroya giderken giymeye uygunlar hem de işe.” 

Hülyalı bir sesle konuşan Dascha ne bir iş teklifi almıştı ne de yakın bir zamanda tiyatroya gitme planı vardı oysa. Dascha’nın geride bıraktığı yerin adı Rusçada da Ukraynacada da, Almancada da İngilizcede de aynı: “savaş tiyatrosu.”[1] İnsan böyle bir tiyatroya giderken kırmızı kadife pabuçlarını giymez genelde.

Dascha, Kiev’in dış mahallelerindeki bir apartmanın yirminci katında yaşıyormuş. Savaşın ilk haftalarını, iki kedisiyle birlikte küvetin içinde geçirmiş çünkü uykuya dalabildiği tek yer orasıymış. Savaşın başlamasından birkaç hafta sonra, bir arkadaşı Dascha’yı arayıp, genelde dinî ibadet amacıyla seyahat eden hacıları ağırlayan bir otelde oda paylaşmayı önermiş. Bu otel, Kiev’in ünlü Mağaralar Manastırı Pechersk Lavra’nın[2] bir parçasıymış. Dascha’nın ailesi Chernihiv yakınlarında, manzarası kartpostallara layık bir bölgede oturuyormuş. Savaştan önce yanlarına gelen iki genç akrabalarıyla birlikte, son birkaç haftayı Rus işgali altında geçirmişler. Bölgelerinde su ve elektrik yokmuş, gıda maddeleri de bitmeye yüz tutmuş. Her üç günde bir jeneratörü olan bir komşularının evine gidi telefonlarını şarj ediyorlarmış. O zaman kızlarını kısa süreliğine arıyor, sonra yine ortadan kayboluyorlarmış.

Dascha, arkadaşının Lavra’daki küçük otel odasına yerleşmesini anlatırken, Lavra’yı “başlı başına bir şehir” diye tarif etti. Lavra’daki hayat kilisenin katı rutinini takip ediyormuş, sabahları uzun ayinler varmış. Kimse hava saldırıları esnasında sığınağa gitmek gerektiğini düşünmüyormuş orada. Hacıların oteli ve manastırın geniş misafirhanesi korunaklı bir yer arayan insanlarla doluymuş.

2014’ten bu yana mülteciler için barınak işlevi gören ve Ukrayna’nın en önemli Ortodoks ibadet yerlerinden biri olan diğer bir taş manastır da Donbas’taki Sviatohirsk kasabasında bulunuyor. Dascha ekim ayında oraya hac ziyareti yapmış. Donbas Savaşı’nın başından beri manastırda yaşayan Donetskli ailelere rastlamış — o bölgeyi iyi biliyorlarmış, Ukrayna’nın batısına veya iç bölgelerine taşınmayı reddediyorlarmış. Şimdi Sviatohirsk’teki manastır yeni bir mülteci akınıyla bir kez daha dolup taşıyor.

Sviatohirsk, Rus saldırılarının yeni hedefi olduğu açıklanan Slavyansk’a otuz kilometre mesafede ve tahliye operasyonunun başarılı olup olmayacağı, hattâ böyle bir operasyonun denenip denenmeyeceği bile belli değil. 2014 ile 2016 yılları arasında Sviatohirsk’e komşu kasabalar ağır bombardıman altındayken, dindarlar tehlikeli olmasına rağmen manastırı ziyaret ederlerdi —kısmen de, manastırın Ortodoksluğun gündelik rutiniyle biçimlenen atmosferinde savaşın dokunamadığı bir şey buldukları için yaparlardı bunu. Fakat üç hafta önce manastır ateş altında kaldı, mültecilerin barındığı binalar büyük zarar gördü.

Trende Dascha aniden iyi bir haber aldı. Arkadaşının bir haftadır konuşamadığı ailesi işgalden sağ kurtulmuş! Dascha empati dolu bir sesle, bir keresinde bir Rus askerinin ailelerindeki bir kadına, uzakta yaşayan hasta arkadaşlarını ziyaret etmesi için nasıl yardımcı olduğunu anlattı. Askerin kadına refakat ettiğini söyledi. Sonra birdenbire hüzünlendi. Başka bir arkadaşı kısa süre önce Kiev’den İrpin’e kaçmış, Dascha bu arkadaşının cinsel saldırıya uğradığını düşünüyormuş. “Çok özel bir kadındır. Yumuşacık sesli yetenekli bir fotoğrafçı. Uysal bir insandır,” diye anlatıyordu bana Dascha:

“Olanlar hakkında konuşamıyor bile. Öyle büyük bir şokta ki onu tanımakta güçlük çekiyorum. Son birkaç hafta içinde çok yaşlandı. Hiçbir şey söylemedi ama başına neler geldiği bence belli.”

Varşova’ya vardıktan kısa süre sonra, bana hüzünlü ve huzursuz gelen bu şehirde yürüdüm. Burada savaş olmadığına inanamıyordum, bazı insanların yüzünde Kiev’deki yüzlerde gördüğüm endişelerin aynısını gördüm. Belki de sadece kendi ülkemden gelen ve benim gibi sokakları arşınlayan insanlara rastlayıp duruyordum. 

Mavi renkte resmî üniformalar giymiş aralarında sohbet eden bir grup adam gördüm. Silah taşımadıklarını hayretle fark ettim. “Nasıl da korunaksızlar,” diye düşündüm. “Bu nasıl mümkün oluyor?” Sonra yine o muazzam şanslılık hâlini hatırladım; burada, Varşova’da savaşın olmadığını.

Varşova’da hava Kiev’de olduğu gibi serin. Geceyi muhtemelen şehrin sokaklarda pek insan olmayan bir semtinde geçireceğim. Her boş sokakta tanıdık ve anlaşılır bir boşluk görüyorum. Zihnimde bu sokakları, Kiev’in savaştan önce insanlarla dolup taşan, şimdiyse dikkat çekici şekilde boş olan sokaklarıyla karşılaştırıyorum.

Son zamanlarda, Kiev’de günlük hayat saklandığınız yerle sınırlanıyordu sanki. Gerçek hayat, avlu kapılarının ve gönüllü yardım merkezlerinin, hastanelerin, sığınakların ve apartman dairelerinin kapılarının ardındaydı.

Kiev’de yaşayan birçok kişi, haftalardır kâh ümide kâh ümitsizliğe kapılarak, ölen ve yaralanan dostlarının yasını tutmakla savaşın elzem gerekliliklerini yerine getirmeye yönelik hummalı bir meşguliyet arasında gidip geliyordu. Öte yandan, birçok kişi Bucha’da, İrpin’de, Vorzel’de ve Borodyanka’da kelimelerle anlatılamayacak bir şeyler olduğundan tamamen habersizdi. Yırtıkları olan bir keder kozasının içinde yaşıyorduk, o yırtıklardan sürekli yeni haberler giriyordu içeri. Bucha’dan, İrpin’den mültecilerle karşılaşmıştım, bana başlarından geçenleri anlatmışlardı ama resmin bütünü son birkaç güne kadar bulanıktı, tasavvur edilmesi mümkün değildi.

Bu günlüğe başladığımda, sadece bir iki gün sürdüreceğimden emindim. Böyle şuursuz bir savaşın imkânsızlığına duyduğum inanç güçlüydü. Şimdi seyahat ediyorum, trenin penceresinden başka bir ülkenin uzayıp giden manzarasına bakarak, devam eden şiddetin kilometrelerce ötesine gidiyorum ve birdenbire burası için de korktuğumu hissediyorum.

Kiev yakınlarındaki o sakin güzel bölgeler, bir zamanlar küçük bir evimin olmasını hayal ettiğim yerler, gözümüzün önünde dev bir hafıza mekânına dönüşüyor. Rusya, hepimizin kitlesel katlini vacip kılan manifestolar yayınlıyor kendi devlet medyasında. Dünya bir sonraki adımı düşünüyor. Bazı uluslararası uzmanlar kâhin rolüne bürünerek, savaşın yıllarca sürebileceğini söylüyorlar. Böylelikle, toplu cinayet dolaylı yoldan meşrulaştırılıyor – bana öyle geliyor. Bu savaş tek bir gün daha sürmemeli.

 


[1] Bu dillerde “savaş tiyatrosu” tamlaması “savaş alanı” anlamına geliyor. Türkçedeki kullanıma yakın ve ikili anlamı en iyi yakalayan çeviri “savaş sahnesi” olabilirdi ama yazarın buradaki meramı “tiyatro” kelimesinden vazgeçmemeyi gerektiriyor. (ç.n.)

[2] Kiev’deki 11’inci yüzyıldan kalma bu manastır, Moskova Patrikhanesi’ne bağlı Ukrayna Ortodoks Kilisesi’nin de merkezidir. (ç.n.)

Evimin yanında, bana Bucha'daki benzerlerini hatırlatan bir oyun parkı. [fotoğraf: Yevgenia Belorusets]

39. GÜN

3 NİSAN, PAZAR

BİR ŞEHİR KANDA BOĞULUYOR

Hayatı boyunca anneannesiyle birlikte Bucha’da –Kiev’in kuzeybatısındaki bir kasaba– yaşayan, bipolar bozukluktan muzdarip bir genç adam, anneannesi Rus askerleri tarafından evinin girişinde vurulunca başkente kadar yürüdü. Zaman duygusunu tamamen yitirmişti ve ne kadar süredir yolda olduğunu bilmiyordu. Birkaç gün Kiev’de, tren istasyonunda kaldı, orada bir polis memuruna rastladı, memur genç adamı şehirde benim bir tanıdığımın da çalıştığı gönüllüler merkezine getirdi.

Bir kadın, günler boyu İrpin’den tahliye edilmeyi reddetti. Yurtdışındaki kızından gelen telefonları açmamaya başladı. Arkadaşları, kadını şehirden ayrılmaya ikna etmek için nafile uğraştılar. Apartman dairesinin elektrikleri kesikti, sular akmıyordu ama kadın orada kaldı. Oturdukları çok katlı binadan ayrılmayı reddeden komşuları da vardı. Geride bırakılan ev hayvanlarına bakıyor ve binada kalanlara yardım ediyorlardı. Ancak şehirdeki durum giderek dayanılmaz bir hâl aldı. Son tahliye girişimlerinden birinde, kalan komşular da nihayet ayrılmaya ve kadını da yanlarında götürmeye karar verdiler. Fakat dairesine gittiklerinde, kapısı kilitliydi. Komşularıyla kapıyı açmadan konuştuysa da, onu ikna edemediler. Şehir işgal edildiğinde hayatta kalmayı başardı neyse ki.

Yakın bir arkadaşımın babası karısıyla birlikte Harkiv’de yaşıyor. Savaş başlayınca ilaç dağıtmak için bir gönüllüler girişimi başlattılar. Arkadaşım onlara şehirden ayrılmalarını söyleyip durdu. Fakat onlar orada kalıp insanlara yardım ettiler. Top ateşiyle bombardıman daha da yoğunlaşınca, arkadaşımın babası birden ortadan kayboldu. Ancak günler sonra bulunabildi. Kendisini sadece düşmanların, ölümün ve yıkımın ortasında hayal ettiği bir paranoya nöbeti geçirmiş. Karısına, çocuklarına, arkadaşlarına güvenememiş. Herkesten şüphelenerek kendinden geçmiş bir haldeyken Rus askerî garnizonuna kadar gitmiş, orada yaralanmış. Vücudundan iki veya üç kurşun çıkarılmış. Yaşayacak.

Şimdilerde ara ara şu gelişigüzel cümle kulağıma çalınıyor: “Bu kişi ya da şu kişi yaralanmış.” Muhtemel sağlık sorunları söz konusu olduğunda, kurşunlanmak veya çatışmada yaralanmak, kolektif hafızada nerdeyse meşrulaştırılan bir maraz halini aldı. Çocukluk hatıralarımın uzak bir köşesinde, yaralı askercilik oynayan çocuklar geliyor gözümün önüne. Ben de yaralanmış gibi yapmayı severdim. Hep bir an gelir ve arkadaşlarıma, ıstırabı aşikâr bir sesle yalvarırdım: “Beni savaş meydanında bırakın! Size yük olurum. Bensiz gidin!”

Bucha kanda boğuluyor. Orada oturan birinin hayatta kaldığını duyarsanız, bu bir mucize. Diktatör, bizim sadece akraba halklar değil, esasen “tek halk” olduğumuzu iddia ediyor. Rus ordusunun burada yaptıklarını görünce, Bucha ve İrpin’de yol kenarında cansız yatan, tecavüze uğramış kadınları ve de ölü çocukları görünce, hemen kavrıyorsunuz: İnsanlıktan çıkmışların gerçekleştirdiği bir soykırım bu.

Bugün Kiev’in sokakları bilhassa sessizdi. Dönüş sevinci –pek küçük ama yine de daha dün hissedilen o sevinç– tükenmişti. Hareketsizliği ve ıssızlığıyla yas tutuyordu şehir. Arada çok kısık sesle söylenen kelimeleri işitiyordum: “ortak mezarlar, toplu mezarlar.”

Kiev'de, Toretsk'tekilere benzeyen bir ağaç. [fotoğraf: Yevgenia Belorusets]

38. GÜN

2 NİSAN, CUMARTESİ

KAHKAHA KİEV’E GERİ DÖNÜYOR

Bir arkadaşım bana bir fotoğraf gönderdi. Fotoğrafta kocasının eli görünüyor, birer dalga şeklindeki küçük metal parçalarıyla delik deşik olmuş. Arkadaşım fotoğrafın yanına şöyle yazmış: “İşte Grad.”

Grad, Rusya’nın en ölümcül roket-atar sistemlerinden birinin adı. Fotoğrafta görünen elin yumuşak avuç kısmının pembemsi bir rengi var, ona bakarken, çok iyi tanıdığım bir sanatçı olan bu arkadaşımın ailesini düşünüyorum. Arkadaşımın adı Alevtina Kakhidze. Annesi birkaç yıl önce Donbas’ın işgal edilmiş kısımları ile Ukrayna denetimindeki bölgeler arasındaki sınırda öldü. O dönemdeki birçok yaşlı insan gibi, onun da Ukrayna topraklarına geçip emekli maaşını alabilmek için, saatler süren yorucu ve küçük düşürücü bir yolculuk yaparak yeni sınırı aşması gerekiyordu. Kontrol noktalarından geçen son yolculuğundan sağ çıkamadı.

Alevtina’nın annesi Zhdanovka şehrinde yaşıyordu. Bahçesini çok sevdiği için ordan ayrılmak istememişti. Yaşarken kızına işgal altındaki hayatla ilgili bir dolu hikâye anlatır, kızı da annesinin anlattıklarını çizimlere dönüştürürdü. 2014’te, Rus işgali başladıktan sonra bu şehir hakkında pek bir resmî açıklama yapılmamıştı oysa.

Fotoğraftaki eli gördüğümde, başka bir küçük şehre, Toretsk’e dair hatıralar burktu içimi. Toretsk, Roman bir ailenin bir dizi fotoğrafını çektiğim sıralarda birkaç kez gittiğim Donbas’ın Ukrayna denetimindeki kısmında yer alıyor. Bu şehrin sadece savaştaki halini biliyorum ben –  işgal altındaki topraklarla aradaki sınırdan hemen önce, Ukrayna denetiminde olan son şehir. Sınırın öteki tarafında, biraz daha büyük ve daha canlı, savaştan önce Toretsk’le sıkı bağları olan Horlivka var. Eskiden birçok insan Toretsk’te yaşar ama Horlivka’da çalışırmış.

Toretsk’te tuhaf görünümlü ağaçlar vardır. Ya biraz kabaca, garip bir biçimde budanmış olurlar ve enlemesine kesilmiş, yüksek gövdelerinden uzun cılız dallar çıkar, ya da daha genç ve daha ince ağaçlardır, gövdeleri sokakların geometrisine kafa tutarak, adeta dünyanın dönüşünden güç alıp sokağa hâkim olmak istercesine, son derece eğri bir şekilde büyür.

Toretsk’teki Roman cemaati, şehrin kenarındaki küçük şirin evlerde birbirine yakın yaşar. Ne zaman ziyaretlerine gittiysem hep bir tören havası hissettim. Tehlike her zaman köşe başındaydı, fakat onların çoğu çalışırken müzik dinler, aralarında gülüşürlerdi. Uzakta süren çatışmalardan gelen patlama sesleri kahkahalarını gölgelerdi. Toretsk’teyken o kadar hevesli, hattâ mutluydum ki, savaşın yanıbaşımızdaki şiddeti hiçbir zaman büyük bir korku kaynağı olmadı benim için.

Cemaatin liderlerinden biri Kristina Belous’tu. Hukuk okumuştu ve beş çocuk annesiydi – ikisi kendi çocuğu, üçünü ise evlat edinmiş. Bugün hâlâ bütün ailesiyle birlikte Toretsk’te. Bir süre önce telefonda konuştuk, bana Yukarı Toretsk’teki Verkhnotoretske köyünün artık harabeden farkı kalmadığını söyledi. Şubat ayı başında, o köyde yaşayanlardan mesajlar almaya başlamış ama yapabileceği bir şey yokmuş. Köy, 2014’ten beri gri bölgede yer alıyormuş: iki tarafın da denetiminde değilmiş.

Kristina’nın bir arkadaşının on altı yaşındaki kızı anneanne ve dedesiyle o köyde yaşıyormuş. Bir hafta önce, kız evden çıkıp, Rus kontrol noktalarına takılmamak için ormanların, bataklıkların, tarlaların içinden geçerek yürümeye başlamış. Yanında hiç eşyası yokmuş, geceyi yolda bir yerde, homurtusu hiç kesilmeyen topçu ateşini dinleyerek karanlıkta, soğukta geçirmiş. Köyde, bombardımandan zarar görmeyen tek bir ev bile olmadığını söylüyormuş, hayatta kalan kimse olup olmadığını da bilmiyor. Öyle bir şok yaşamış ki, güçlükle konuşuyor kız. Verkhnotoretske’deki hiçbir telefon cevap vermiyor. Bu köyün insanlarına erişmeniz artık imkânsız.

Yukarı Toretsk’e hiç gitmedim, o yerleşim yerini de pek gözümde canlandıramıyorum. Aynı şey Ukrayna’nın doğusundaki, adı haberlerde nadiren işitilen birçok köy ve kasaba için de geçerli. Orada yaşayanların çoğu hem Rusça hem Ukraynaca konuşuyorlar. İşgal altındaki topraklarda 2014’ten beri savaş suçları işleniyor ve şimdi Donbas’ın Ukrayna tarafındaki şehirler yepyeni bir tehlike altında. Rusya, enerjisini o bölgeye yoğunlaştırmak istediğini iddia ediyor. Saldırganlar, bundan sonra işleyecekleri suçlar için ülkenin zaten çok fazla ıstırap çekmiş yerlerini seçiyorlar kendilerine.

Kiev’de akşamları sokaklarda yeniden kahkahalar işitiliyor. Fakat hâlâ her gün roket atılıyor şehre. Bu bölümde yazdıklarımı okurken, hava saldırısı alarmı yeniden başladı.

Rus ordusu ülkeyi işgal ederken, sadece roket değil, topçu ateşi de açılması hepsinden beter. Ruslardan yeni kurtarılan Kiev’e yakın Bucha köyü ahalisinin cesetleri sokaklarda yatıyor. Daha yeni içinde 280 ceset olan bir toplu mezar bulundu.

Okurlarımdan ve bizleri düşünen herkesten, Ukrayna’daki bu meçhul yerlerin isimlerini hafızalarına kazımalarını rica ediyorum. Kimsenin bu ölçekte bir felaketi hayal bile edemeyeceği köy ve kasabalar bunlar. Şu âna kadar saldırıya uğramamış her yer korunmalı. Daha fazla yıkım olmasını önlemeliyiz. Bu imha makinesi bütün dünyayı tehdit ediyor ve artık onu durdurmanın zamanı geldi. Ukrayna’nın hava sahası kapatılmalı. Uluslararası politikacılarla devlet başkanları bunu yapamayacak kadar temkinlilerse şayet, en azından gerekli olan araçları sağlasınlar ki biz kendimiz yapabilelim.

• 

Bu sabah markete giderken kurşun geçirmez yeleklerle dolu bir araba çıkıverdi sisin içinden. Yelekler Ukrayna ordusu için başka bir gönüllü girişim tarafından şehre getirilmiş. [fotoğraf: Yevgenia Belorusets]

37. GÜN

1 NİSAN, CUMA

DEĞİŞMİŞ BİR ŞEHİR

Düzenli biçimde yazmak giderek daha da zorlaşıyor. Gitme günüm yaklaşıyor, bugün yazdıklarım Kiev’den ayrılmadan önce yazacağım son bölüm olabilir. Akrabalarım için başka bir yerde ev ortamı kurmak ve bu günlükle fotoğraflarımı bir grup sergisi için hazırlamak üzere gideceğim.

Sonrasında buraya dönmek istiyorum. Ayrılma nedenimi tekrar tekrar ince eleyip sık dokumamaya çalışıyorum. Şimdiye dek planlarımı iki kez değiştirdim, biletleri önceden almış olmama rağmen Kiev’de kaldım.

Şehirde yürürken büyük değişiklikler fark ediyorum. Her gün yeni bir kapı açılıyor –  yeni bir kahvehane, yeni bir fırın ya da market. “Yeni” bu durumda “yeniden açılmış” demek, fakat şehrin benim zihnimdeki eski hayatı yarıda kesiliverdi, bu yüzden de yeniden var olan her şey baştan başlıyor – şehirdeki dükkân pencerelerinin, açılan kapıların karşısına tamamen farklı bir gerçeklik çıkıyor.

Sanki bütün şehir, caddeleri, tramvayları, dönemeçleri ve endişeleriyle otobüslere bindirilip başka bir yere taşınmış da, sokaklardaki yayalarla yolu buradan geçenler bir önceki durakta inmişler gibi. Şimdi, bu büyük toplu seyahat gerçekleştikten sonra, başka bir yere gitmek benim için büsbütün zor. Ayrıca, buradaki ortam her geçen gün biraz daha güvenli bir hal alıyor – en azından kendimi bu fikre inandırmaya çalışıyorum.

Dün akşam kısa bir radyo haberi için dosyalarımdan bir fotoğraf seçmeye çalıştım. Ziyaret ettiğim, üç kadın tarafından kurulmuş küçük bir gönüllüler merkezinin hikâyesini anlatmaya karar vermiştim. Fakat işe yaracak tek bir fotoğraf bulamadım. O üç kadın –bir arkadaşımın arkadaşları– sepetlere ve naylon torbalara gıda maddeleriyle hijyen ürünleri dolduruyorlardı. İsimleri Olga, Katia ve Yevgenia. Çalışırken zarafetle yaptıkları hareketler o denli hızlı ki, bu uğraşlarını bir fotoğrafta yakalamak imkânsız. Olga savaştan önce dans hocasıymış. Kiev’de bir flamenko okulu açmış.

Gönüllüler merkezi, duvarları parlak maviye boyanmış bir sığınakta faaliyet gösteriyor. Duvarların ve kapı eşiklerinin çerçevelediği bu acı mavi renkten etkilenmiştim, oradan çıkarken bir fotoğraf çekmeye çalıştım. Fakat sonra Olga bir anda dönüverdi, düşünmeden ve elinde olmaksızın yaptığı bir hareketti sanki, fotoğraf da sadece onun bu hareketini göstermiş oldu.

Olga aynı cümleleri birçok kez tekrarlamıştı: “Kiev’deki her avluda bunun gibi bir gönüllüler merkezi var artık! Bunlardan bazılarının savaştan sonra da faaliyetlerini sürdürmesi düşünülüyor.” Bunun gibi girişimler olmasa, Kiev’de kalan insanların çoğu savaşta sağ kalamazdı: tek başına kaçması mümkün olmayan küçük çocuklu anneler; evlerinden hemen hiç çıkmayan ama düzenli ilaca ihtiyacı olan yalnız, yaşlı insanlar. Bu faaliyet tümüyle, yardım çağrılarının yayınlandığı Telegram kanalları üzerinden koordine ediliyor.

Ben de bu Telegram kanallarına katıldım, Dnieper’in sağ ve sol kıyıları arasında ilaç naklinin bazen ne kadar zor olduğunu biliyorum. Savaş süresince, şehir bütünüyle başka bir şekle büründü, mesafelerin sürekli olarak yeni baştan ölçülmesi ve yorumlanması gerekiyor.

Bugün farkettim ki sis gecenin devamıdır: gecenin gündüzdeki karanlığıdır. Işık beyaz ve yoğun bir hal alıyor, geçmişi uzatıp devam ettiriyor. Bir ayağım düne saplanmış vaziyette durduğum duygusuna kapıldım bugün.

Daha erken saatlerde, markete giderken kurşun geçirmez yeleklerle dolu bir araba çıkıverdi sisin içinden. Yelekler, Ukrayna ordusu için başka bir gönüllü girişim tarafından şehre getirilmişti. Kendisi de şehirden kaçmış olan bir kadın yapıyordu bunları. Yeni evinde bu yeleklerin üretimini gerçekleştiriyordu. Bir grup arkadaşı ve tanıdığı, yelekleri Kiev ve çevresine ulaştırması için ona yardım etmişti.

Düşüncelerim bu karşılaşmalarla birlikte zihnimde geziniyor, sonra bir boşluğa yuvarlanıyorlar. Anastasia adlı sadece on dokuz yaşındaki genç bir eğitim fakültesi öğrencisi dün sabah Çernihiv’e yiyecek götürmeye çalışmış. Çernihiv Kiev’e yakın ve bir kısmı ta on birinci yüzyıldan kalma katedralleriyle, manastırlarıyla, Ukrayna’nın en güzel şehirlerinden biri. Şimdi birçok ilçesinde elektrikler kesik, gıda temin edilemiyor, su da yok. Anastasia bir minibüsü ekmek ve ilaçla doldurmuş. Sivil bir araç olduğu gayet açıkmış fakat yolda üzerine ateş açılmış. Anastasia ölmüş. Onun yanında, iyi bir arkadaşımın sınıf arkadaşı olan bir oğlan da öldü. Daha sonra fotoğraflara baktım: Bir zamanlar beyaz olan küçük araç yolun ortasında kalakalmıştı, ateşten kararmıştı, her yerinde kurşun delikleri vardı.

 

Kiev Operasına yakın bir cadde.  [foto: Yevgenia Belorusets]

35. GÜN

30 MART, ÇARŞAMBA

FELAKETİN SİNİR MERKEZİNDE

İçinde büyüdüğüm odanın, yaşadığım hayata –pencerenin dışından kendini gösteren hayata– karşılık gelen bir yanı yok artık. Çevreme bakınca, burasının çok uzun zaman önce terkedilmiş bir çocuk odası olduğu hissine kapılıyorum. Ve şimdi geceyi yine burada geçirmek zorundayım. Oda, bir “yetişkin” olarak artık ciddiye alamadığım bir huzur hikâyesi anlatıyor. Rafta Rusça, Almanca, Ukraynaca ve İngilizce kitaplar duruyor. Başka bir çağa aitmiş gibi görünüyorlar. Savaş başladığından beri nadiren bir kitabın kapağını araladım, bunu yaptığımda da iki üç sayfadan fazlasını okumadım.

“Savaş”, savaş zamanında, barış zamanında olduğundan bile daha az anlaşılır bir kelime. Şu anda etrafımda olup bitenler – aralıksız bombardıman ve işittiğim uyarılar…  “Savaş”ın anlamı bu olsa gerek. Ama bu kelime anlamsız görünüyor, çünkü savaşta gerçeklik kırılarak bölümlere ayrılıyor; adalara, parçalara.

Tanıdığım bir kadının Kiev’de oturduğu apartmana yakın binalar ve evler sürekli yıkılıyor. Kendi binasındaki pencerelerin çerçevesi çoğunlukla boş, camları birbirini izleyen patlamalarda paramparça olmuş. Onun oturduğu mahalleye gitmek tehlikeli. Sadece tahrip olmuş ev ve arabalar yok orada, küçük parkların her yanında da mayınlar, patlayıcılar var. Benim oturduğum mahallede ise bu düzeyde bir tahribatın yanına yaklaşan hiçbir şey yok gerçekten. Sadece, yarım saatten fazla yürüdüğünüzde sizi tehlikeli bir bölgeye vardırabilecek olan iki ya da üç güzergâh geliyor aklıma.

Kievli bir başka kadın arkadaşım savaş başladığından beri tek bir gece uyumamış. Saldırılar fazlasıyla yakınında ve o da her an evinin zarar görebileceği duygusunu taşıyor. Panik ataklar geçiriyor ve göğsü sıkışıyor, yine de şehirde kalıyor ve tek başına ilaç ve yardım malzemesi dağıtıyor. Bense, onun aksine, hava saldırısı alarmları verildiğinde çoğunlukla sokakta oluyorum ve hep gecenin bir vaktinde uyuyakalıyorum.

Bu deneyimlerin birbirinden kopukluğu, savaşın ve felaketin burada, Kiev’de, semtlere özgü bir sinir sistemine sahip olduğunu gösteriyor. Başka yerlerde, çok nadiren ayrıldığım semtimin sınırlarının dışında neler olduğunu kavramak benim için zor.

Lysychansk, Ukrayna’nın doğusunda bir şehir; Sievierodonetsk’e sınır komşusu olan küçük bir yer. Luhansk’ın işgalinden sonra, Sievierodonetsk bütün Luhansk Oblastı’nın yeni idarî merkezi oldu. Lysychansk ise nerdeyse görünmez bir şehir olarak kaldı; varlığı büyük ölçüde, can çekişen kömür endüstrisine bağlı. Son birkaç yıl içinde, bölgedeki madenlere ilişkin bir fotoğraf serisi üzerinde çalışmak amacıyla bu şehri defalarca ziyaret ettim. Kafamda oraya “Tilki Şehri” adını vermiştim, çünkü şehrin isminde, Ukraynaca tilki anlamına gelen “Lyssa” kelimesini bariz bir şekilde işitmek mümkün.

Oraya gittiğim zamanlar, bütün Lysychansk şehri, 2014’te başlayan savaşın travmasını yaşıyor gibi görünürdü gözüme. Birçok insan bana mucizevî kurtuluş hikâyeleri anlatmış, her biri de bunu, ateş altında ölümden kaçmalarına yardım eden olağanüstü bir iç sesin kendine ait bir varyasyonuyla yapmıştı. Savaş korkunçtu ve şehri korku kaplamıştı. Protesto hakkının Ukrayna siyasi kültürünün bir parçası olmasına ve madencilerin tarihinde önemli yer tutmasına karşın, tanıştığım Lysychansklılar açısından, protestonun herhangi bir biçimini hayal etmek imkânsızdı artık. Şehirdeki tek özel otelde kalıyordum ve daha önce Donbas’taki birçok şehirde bulunmuş olmama rağmen, hayatımdaki ilk büyük korku nöbetini, o otelde, odamda, Grad sistemleri[1] ve roketler sayesinde yaşadım.

2015’te bir gün, akşamın geç saatleriydi. Bir saldırı sırasında, gövdesini saatlerce torununa siper ettiğini bana anlatan resepsiyon görevlisi kadınla konuşurken, odamın penceresine yaklaşmış ve yaygın ama çok belirgin bir gürleme sesi duymuştum. Metalik sesler taşıyan şiddetli bir rüzgâr gibiydi. Bize doğru yaklaşıyordu sanki. Resepsiyon görevlisi bunun füzelerin sesi olduğunu açıkladı ve saldırı yapılınca insanın saklanmakla kolay kolay bundan korunamayacağını söyledi. O anda, şehirden derhal ayrılmak yönünde tekinsiz bir dürtüye kapıldım, nerdeyse panikledim. Zaman geçtikçe sakinleşmeyi başardım ve orada kalıp söyleşilerimi sürdürmeye kendimi ikna edebildim.

Şimdi öğreniyorum ki, Tilki Şehri ateş altında. Sabahın erken saatlerinde, prefabrik binalar bombalandı ve iskambil kartlarından yapılmış evler gibi dağılıverdiler. Oradaki bir ailenin durumu hakkında teyid edilmiş bir bilgi aldım: İki küçük çocuk o kadar kötü yaralanmış ki hiç kimse kurtarılıp kurtarılamayacaklarını bilmiyor. Bacaklarının ampute edilmesi gerekebilecek. Anne baba da yaralanmış ama onlar yaşayacak. Ben bunları yazarken bombardıman devam ediyor.

Arkadaşlarımdan hemen hiçbiri, madencilerin tamamen yalıtılmış dünyasını ve onların günlük yaşam kültürünü yansıtan bu şehirde bulunmamış. Facebook sayfama düşen mesajlarda Lysychansk’ın bombalanması hakkında tek bir söz yok.

Rusya ile müzakerelerden sonra, savaş eylemlerinin Donbas bölgesiyle sınırlı tutulacağı duyuruldu. Bunun benim için anlamı şu: Neredeyse kimsenin ziyaret etmediği, hakkında bir şey bilmediği ve Rus işgalinin acısını çok uzun zamandır çeken şehirlere saldırılıyor.

 


[1] Grad sistemleri: 1960’larda SSCB tarafından geliştirilmiş, bugün Rus ordusunun yeni versiyonlarını kullandığı çok namlulu roketatar sistemleri. (ç.n.)

İstanbul'da Rusya ile Ukrayna arasında müzakereler sürerken, Kiev'de yaşayanlar hava saldırısı alarmının bitmesini bekliyor. (Fotoğraf: Yevgenia Belorusets)

34. GÜN:

29 MART, SALI

GEÇİCİ  HUZUR ADALARI

Bu günlüğü tutmaya başladığımda, yazmaya uzun süre devam etmeyi planlamamıştım, zira savaşın birkaç günde biteceğini varsayıyordum. “Böyle bir savaşın bir an önce sona ermemesi gerçekten imkânsız” diye düşünüyordum: “Sürmesinin kimseye bir yararı yok! Ölü sayısı insanların sandığından çok daha yüksek.” Ukrayna’nın, Rusya’nın ve bütün dünyanın verdiği kayıplar daha ilk günden muazzamdı; ondan sonra her geçen saat mantıksız ve gereksizdi.

En önemli şey, geriye dönüp bakarak, geçmişteki tecrübelerimizi şimdiki bakış açımızla değerlendirmemek. Savaşta geçen her bir gün acilen tedavi edilmesi gereken ölümcül bir hastalığa benziyor. Uyanır uyanmaz iştahlı bir merakla izliyorum haberleri, bir şeylerin değişmiş olduğunu, savaş öncesi günlere ait değerlerin yeniden geçerli kılındığını, o değerlerin kıymetinin nihayet anlaşıldığını umarak. Mariupol sakinlerinin şehri terk etmek ya da sığınaklarda ölmek zorunda bırakılmalarını; Çernihiv halkının günlerce yiyeceksiz kalıp bu duruma tek başlarına karşı koymalarını; bunca ölümü, tecavüzü, yağmayı ve yine ölümü dünya öylece seyrediyor olamaz diye düşünüyorum.

Hayatın şefkati geçici huzur adalarında korunuyor. Bu, açıklanması pek mümkün görünmese de, gayet cüretkâr bir fikir gibi geliyor bugün bana. Kiev’in merkezinde rastladığım askerler bile, ellerindeki silahlara ve cephede bulunmuş olmalarına rağmen, eski mesleklerinin duygusunu içlerinde taşıyorlar sanki. “Savaştan önce neydiniz?” diye sorup, şöyle cevaplar işitiyorum: hukukçuydum, tamirciydim. Fotoğraf çektiğimde, bu fotoğrafları silmemi istiyorlar. Her seferinde siliyorum. Savaştan sonra, elimde askerlerin veya yıkılan yerlerin neredeyse hiç fotoğrafı olmayacak.

Akşamın erken saatlerinde, Khreshchatyk Caddesi’nde, elindeki küçük alışveriş torbası çok ağır geldiği için yavaş yavaş yürüyen yaşlı bir kadına rastladım. Bir süre aynı istikamette yürüdükten sonra benimle konuştu. “Müzakereleri duydun mu?” diye sordu. Aceleci ve düz ses tonuna rağmen, iki büklüm duruşunun düşündürdüğünden çok daha genç görünüyordu. Rusya ile Ukrayna temsilcileri arasında Türkiye’de yapılan görüşmeleri kastetmişti.

“Rusların sözüne nasıl inanabiliriz ki? Sizce hayatların kurtulması mümkün mü? Bir süre durduktan sonra, mutlaka yeniden saldırırlar bize.”

Bu son cümleyi büyük bir kırgınlıkla söylemişti ama ben onun sesinde bir umut kırıntısı da işittim. Savaşın tahayyül edilemez olduğuna ve bir rüya gibi hızla bitip gideceğine inananlardandı o.

Gün, Ukrayna’nın güneyindeki Mykolayiv’den gelen haberle başladı. Belediye binası bombalanmış. Binanın ortasında devasa bir çukur açılmış. Fırlattıkları şey, birbirine bitişik iki binanın orta bölümünden bir parçayı söküp koparmış; yıkıcı bir kuvvet, kentsel hayatı tamamen bitirecek bir organı seçip hedef almış adeta.

Bu görüntüler neden bu kadar hızlı yayılıyor? İnsanlık dışı bir şey anlatıyorlar bize, gösterdikleri yıkımın büyüklüğü yaşananları sergiliyor ve bize çok yabancı olan bu ıstırabı zihinlerimizde somutlaştırıyor. Şu âna dek iki kişinin enkaz altında öldüğü ancak akşam saatlerinde anlaşıldı. Arama çalışmaları sürüyor.

Müzakerelerin sonuna doğru bir an için coşkuya kapıldım. Bunun, doğru yönde atılmış bir adım olduğunu düşündüm, Kiev dahil bazı şehirler artık daha güvenli olacaktı. Bu da, daha çok hayatın kurtulması demekti.

Müzakereler sürerken, hava saldırısı sirenleri tekrar tekrar çaldı. Sokakta, alışveriş ettikleri dükkânlardan çıkmaya cesaret edemeyen insanların yanından geçtim. Alarm hâli bitene kadar beklemişlerdi.

Yazıyorum ve sirenlerin uğultusunu duyuyorum.

Önceki gün, Kiev için geçmişte gayet egzotik bir etkinliği, bir moda gösterisini, düzenleyip yöneten yaşlı kadına rastladım. Hızlı hızlı nefes alıp veriyordu, peşimden yürüyor, ve ben ona bakmak için arkama döndükçe, konuşuyordu. Her gün beş kilometre yürüyerek bir inşaat alanına gidip, sahipleri şehri terk eden hayvanları besliyor. Birçok kedi ve köpek orada saklanıyor. Panik ve telaş içinde Kiev’de bırakıldı bu hayvanlar, şimdi birlikte yaşadıkları, onları özleyen insanları bekliyorlar.

Bu hanım, savaşın başlangıcında, bavullar ve çantalarla dolu bir otomobilin, ardında bir köpeği bırakarak uzaklaşıp gittiğini gördüğünü anlattı bana. Küçük bir oğlan ağlamış, hayvanı da yanlarında götürmeleri için annesine yalvarmış. Ama annesi kesin bir dille reddetmiş. Altın sarısı tüyleri olan köpek, gidenleri bırakmamak için uzun bir süre arabanın yanında koşmuş. Hanım bu sahneye tanıklık ettikten sonra, Kiev’in sokak hayvanlarına yemek taşımaya karar vermiş.

Akşam eve giderken beş köpekli, iyi giyimli bir kadına rastladım. Onlarla şakacı bir ses tonuyla konuşuyordu. Kiev’de kalmasının tek nedeninin bu köpeklerle evdeki iki kedisi olduğunu söyledi. Bu kadar kalabalık bir grupla seyahat etmenin kolay olmadığını anlattı. Mutlu görünüyordu.

 

İngilizceden çeviren: Yasemin Çongar