1939 Erzincan depremi: "Birçok nüfus enkaz altındadır"

Yine depremli günler yaşıyoruz. Özellikle televizyonlarda, gazetelerde İstanbul'da olası bir deprem öncesinde alınmayan tedbirler konuşulup, yazılırken 24 Ocak 2020'de Elazığ’da meydana gelen 6,8 büyüklüğündeki depremle birlikte bu konu yeniden gündemimizin baş sırasına oturdu… Daha önceki depremlerden, felaketlerden deneyimliyiz. Unutmamız bu sefer ne kadar sürecek? Hep beraber yaşayıp göreceğiz.

Yaşadığımız olaylar, felaketler yenisi yaşanana kadar unuttuklarımızın, unutmak istediklerimizin yanında yerlerini alırlar. Hafızamızın zayıflığı mı, baş edemediğimiz acı ile yok sayarak başa çıkma isteği mi bilinmez, kendimizi güvenli sınırlar içinde buluveririz.

Hafıza… Ferit Develioğlu, Osmanlıca Lûgat’ında “hafıza” sözcüğünü şu satırlarla açıklar: “hissedilen, bilinen, görülen şeyleri; işitilen, konuşulan lâkırdıları; duyulan, okunulan sözleri, ezberlenilen yazıları, kitapları zihinde hıfzeden, saklayan hassa, kuvvet, fr. mémoire.” Aynı sözlükte şimdilerde “toplumsal bellek” olarak kullandığımız kavram olan “hâfıza-ı enâm” yani “halkın hâfızası” olarak geçmekte…

Ülkemizde yaşanan en büyük depremlerden, en acı felaketlerden biri olan 1939 Erzincan depremi de tıpkı diğer büyük depremler gibi halkın hafızasında yer etmiştir.

Erzincan, 27 Aralık 1939 Çarşamba günü saat 02.00 civarında büyük bir depremle sarsılır. Merkez üssü Erzincan olan deprem, Erzincan dışında Amasya, Yozgat, Çorum, Tokat, Sivas, Erzurum, Elazığ, Tunceli, Gümüşhane, Giresun, Ordu ve Samsun’da da can ve mal kaybına neden olur. Şiddeti 7,9 olarak ölçülen deprem, Anadolu’daki depremler arasında en büyüğü olarak tarihe geçer. Resmi kayıtlara göre depremde; 32.968 kişi hayatını kaybederken, binlerce kişi yaralanır, 116.720 bina da yıkılır.

Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) Erzincan depremi ile çalışmalara 27 Aralık 1939’da başlar. Sıhhiye Vekili (Sağlık Bakanı) Dr. Hulusi Alataş depremle ilgili şu konuşmayı yapar:

“Bu sabah saat ikide memleketin birçok yerlerinde şiddetli bir zelzele hissedildi. Bu zelzele tesirini en ziyade Erzincan, Tokat, Sivas ve Ordu vilâyetlerinde göstermiştir. Peyderpey malûmat almaktayız. Aldığımız malûmata göre, müsaade buyurursanız Erzincan’ın telgrafını okuyayım: Gece saat iki raddesinde çok şiddetli bir zelzele oldu. Bu zelzelede Hükümet konağı, ordu müfettişliği, ordu evi, postahane ve şehrin en sağlam binaları dâhil olmak üzere bütün evleri ve dükkânları yıkılmıştır. Şehir baştanbaşa enkaz yığını halindedir.

Kendilerini kurtarabilenler sokaklara dökülmüşlerdir. Şimdiden birçok ölü ve yaralı tespit edilmiştir. Birçok nüfus enkaz altındadır. Pek az hasarata uğrayan ve zayiat vermeyen piyade ve topçu kışlalarından gelen askerlerle enkaz altında kalanların kurtarılmasına ve ötede beride başlayan yangının itfasına çalışılmaktadır.

Şehir kâmilen yıkılmış olduğundan ekmek ihtiyacı olduğu gibi enkaz altından kurtarılanların ve kurtarılacakların tedavileri için ilâç ve doktor ve halkı barındırmak için çok miktarda çadıra ihtiyaç vardır. Tahribat yalnız şehre münhasır olmadığı, köylerde de geniş mikyasta tahribat ve zayiat olduğu anlaşılmıştır...”

27 Aralık 1939 Perşembe sabahından itibaren bütün Türkiye, Erzincan’ı bu büyük felakette yalnız bırakmayarak, yardım için seferber olur. 31 Aralık 1939’da Reisicumhur İsmet İnönü, Erzincan’a giderek kurtarma çalışmalarını denetler. Büyüğünden, küçüğüne gazeteler depremzedelere yardım için kampanyalar başlatarak, bağışları gün gün yayınlayarak teşvik eder. Kurulan komitelerle yurtiçinde toplanan yardımların yanı sıra başta komşularımız olmak üzere birçok ülkeden ilaç, tıbbi malzeme, çadır, battaniye, giyim, gıda ve para yardımları toplanır. Mevsimin kış, bölgenin dağlık olması ulaşımın tek yol olarak demiryolu ile sağlanması yardımın ulaştırılmasında en büyük engeller olur.

Yılbaşı kutlamaları, partileri, baloları iptal edilerek, önceden ödenen paralar depremzedelere yollanır. 1 Eylül 1939’da Almanya’nın Polonya’yı işgal etmesiyle resmen başlayan İkinci Dünya Savaşı’nın hemen başında meydana gelen Erzincan depreminde halk yokluk içinde olduğuna bakmadan, elinden gelen yardımı yapmada adeta yarışır…

Depremin hemen ardından yazılan Nâzım Hikmet’in pek bilinmeyen bir şiiri ile devam edelim. 2 Ocak 1940 tarihinde Tan gazetesinde yayınlanan “Kara Haber” başlıklı şiirin altına tek satırlık bir de not iliştirmiş Nâzım: “Kesemde verecek şeyim yok, ancak yüreğimden verebildim.”…Erzincan depreminden birkaç ay sonra, Eminönü Halkevi Neşriyatı tarafından bir kitap yayınlanır: 1939 Anadolu Zelzelesi. Geliri tamamen depremzedelere bırakılan, Meliha Avni ve İskender Fahreddin Sertelli tarafından yayına hazırlanan kitapta; bilim insanlarının, yazarların, gazetecilerin, edebiyatçıların Erzincan depremi ile ilgili yayınlanmış yazı, röportaj, şiir ve fotoğrafları yer alır. Aralarında; Falih Rıfkı Atay, Peyami Safa, Burhan Felek, Nadir Nadi, Burhan Cahit, Nurullah Ataç, Zekeriya Sertel, Suat Derviş, Vâlâ Nureddin (Vâ-Nû), Necip Fazıl Kısakürek… gibi isimlerin bulunduğu yazarlar düşünce ve duyguları ile depremi anlatırlar. Deprem karşısında çaresizliğimizden, depreme karşı alınabilecek önlemlerden söz ederler.


1939 Erzincan depremi sonrası yazılanlar, konuşulanlar neredeyse aynı şekilde 1999 Marmara depreminde tekrarlanır. 1939 unutulmuştur! Aradan 60 yıl geçmesine rağmen her şey çok tanıdıktır. Acı, çaresizlik, yalnızlık, yoksulluk, yoksunluk ve öfke… çok tanıdıktır. 1999 Marmara depreminin ardından devletin vatandaşlara, vatandaşların birbirlerine ve kendilerine verdikleri sözler de unutulur. Ve en son 2020 Elazığ depremi… Şimdi yine ve yeniden depremi konuşuyoruz!

Söz uçar yazı kalır!.. İşte, yaşananlar unutulmasın diye yayınlanan 1939 Anadolu Zelzelesi kitabından “unutulmayan” ve “unutulmayacak” olan yazılardan satırlar…

“Anadolu Zelzelesi” - Kadircan Kaflı

Tabiat ne yaparsa yapsın insan zekâsının ve insan enerjisinin her zaman onu alt ettiğini, kösteklediğini görüyoruz; zelzelelerin birkaç dakikada yıktığını yeniden yapmak için birçok yıllar uğraşmışız lakin yapmışız.

Şimdi Erzincan ve civarı da bu zekâ ve enerjiyi gösterecektir. Lakin orayı kendi başına bırakamayız. Vatan bir insan vücudu gibidir; sol koldaki yarayı sağ kol sarar; birinin eksiğini öteki tamamlar; çünkü bir vücudun herhangi bir tarafındaki ağrı her tarafında demektir.

Tarihin devamınca birçok yıkıntıları temizleyen ve ayaklandıran Türk enerjisi yeni bir kumanda karşısındadır;

- Yardıma ve iş başına!..

“Şaşırmak Yok” - Burhan Cahid

Demek ki, ilme ve tecrübeye yer verilerek iş yapılırsa hatta zelzele gibi afetlere karşı da az çok tedbir almak kabil, şu halde tutacağımız yolda şaşırmak yoktur. Tehlikeden az zararlarla kurtulmak imkânları varken eski itiyadlara devam etmek manasızdır. Şüphesiz hadiselerin cidden elim olan ilk manzarası silinince hükümetin düşüncesi de bu olacaktır. Su afetlerine karşı alacağımız tedbir herhalde zelzele için düşündüklerimizden daha basittir. Yüksek masraflara dayansa bile bu tedbirleri almakta tereddüt etmeyeceğiz. Çünkü böyle hayati işlerde tereddüt caiz değildir. Her geçen gün daha yaralar ve daha ağır masraflar açabilir. Güzel bir kasabamız olan M. Kemalpaşa’yı da alıp götüren suyu Marmara’ya akıtmak herhalde bu şirin yuvayı tekrar kurmaktan daha az masraflıdır.  

 

“Yeni Seneye Girerken…” - Meliha Avni

Erzincan’da taş üstünde taş kalmamış, Erzincan baştan başa bir mezar. Bir köyde dört yüz kişinin küllerini karıştırarak bir genç kız ağlıyor, bu köyde dört yüz kişiden bir tek kız kalmış. Başka bir yerde bir ana saçını yoluyor, dövünüyor, bağrına taş basmış bir baba, oğlunun cesedine mezar arıyor; yeni doğmuş yavruların tahtalar, taşlar arasından çığlıkları duyuluyor, genç kızlara kardan kefen duvak olmuş, delikanlıların açık kalmış gözlerinde gençliklerine kanmamış insanların hasreti okunuyor, zelzelenin uğradığı her toprak sığlıkların, feryatların, ızdırapların duyulduğu bir yaralı dünya; zelzelenin uğrağı her toprakta yaşayanlar, kalpler delik deşik birer ıstırap heykeli.

“Derece Şuuru” - Peyami Safa

“Zelzele geçti. Hele şu açıkta titreşen vatandaşları da bir çatı altına soksak, olur biter. Bu da geçer yahu!” demeyelim. Geçmez bu, geçmez. Bir gün Adana’yı sel basar, başka bir gün Erzincan’ı zelzele yıkar, daha başka bir gün limansız Karadeniz kıyılarımız önünde vapurlar batar. Rüzgâra; “Esme!”, sulara: “Taşma!”, toprağa: “Sallanma!”, diyemeyiz. Memleket ve Anadolu davasını, maarif veya ziraat, kültür veya ekonomi, san’at veya teknik, bütün madde ve mana unsurları arasındaki münasebetlerin küllüne ait prensiplerle halletmezsek rüzgâr eser; sular taşar, yer sarsılır ve bütün memleket ve bütün Anadolu, asırlardan beri olduğu gibi, yer yer yıkılır, Erzincan harabesine döner.

“Gelecek Felaketleri Önlemek İçin” - Falih Rıfkı Atay

Birtakım köylerin taşlık ve bayır üstündeki evleri sağlam kalmış, sel akıntısı üstündeki evler ise tamamen yıkılmıştır. Mütehassıs, eğer tecrübelere müstenit bu tedbirlere riayet edilecek olursa, zelzele felaket ve tahribatının yüzde ona hatta beşe indirileceği kanaatinde bulunuyor. Bir facianın yüzde doksanını önleyecek tedbirler, zelzele ihtimallerine maruz bütün belgelerde, tatbiki kanunlaştırılan mükellefiyetler haline getirmek lazım gelir. Nafiamızın alakadar dairesinin gerek inşaat yapılacak bölge için, gerek mütehassıs raporunda işaret olunun sahalar için bu tedbirleri süratle tesbit etmesini rica ederiz.  

 

“Erzincan Felaketi” - Nurullah Ataç

Zelzele insanoğlunun, aczini dehşetle isbat ettiği için sinirlendiriyor. Bu felakete uğramışları teselli etmek de mümkün değil. Evet, yardım edilir, yiyecek, giyecek gönderilir; fakat o adamlara, gece gürültülerle uyanıp soğuk havada sokaklara döküldükleri, çır-çıplak kaldıkları, belki ölülerle saatlerce koyun koyuna kaldıkları, unutturulabilir mi?  

“Bu Ölümler Cehaletimizdendir” - Vâlâ Nureddin (Vâ-Nû)

Unutmayalım ki, bir çeyrek asır evvel İstanbul’u yangınlar mahvediyordu. O da cehalettendi. Zira inşaatımız çıravariydi… İtfaiye tertibatımız yoktu… Şimdi var. Tedbirlerle önünü aldık demektir.

Yıldırıma hakim olduğumuz, salgın hastalıkları önlediğimiz, İstanbul’un büyük yangınlarının alevini ram ettiğimiz gibi, iradeye girmez sandığımız bu afetlere de dizgin takabiliriz.

Muhakkak ki, Türk milleti, bu işin üstünden gelebilir. İptidai damlarımız altında on binlerce nüfusumuzu ezdirişimiz inşallah sonuncu olur… bundan sonraki mukadder zelzele, Türkiye’de kolay kolay yıkılacak bina bulamaz ve seller sedler arkasında mahpus kalır…

Buna inanmazsak, yeni felaketleri bekleyelim!

“Zelzele” - Necip Fazıl Kısakürek

Ecdadımızın büyük taş insanlarından, zelzeleye ait mükemmel hesaplar görüyoruz. Uzun müddet mukavva ev yapmaktan başka çare bulamayan hamarat Japonlar, nihayet beton inşalarında zelzeleye karşı tedbir ifade eden yeni formüller buldu. Fakat biz, madde planındaki inşa davamızda, ahşap binayı atarken kâgir binanın topraklarımıza göre hususi icaplarını düşünmüş değiliz. Esefle söyleyebilirim ki, çok kuvvetli bir zelzele, Ankara ve İstanbul’da taş üstünde taş bırakmayabilir.

 

“Erzincan’dan Gelen Yaralılarla Konuştum” - Ercümend Ekrem Talu

Erzincan’da inşaat işlerinde çalışan 40-50 kadar mahpus varmış. Bunlar cezaevinin dışında birtakım barakalarda yatıyorlarmış. Zelzele gecesi, bunlara hiçbir şey olmamış. Ve bu 40-50 mahpus bir anda mahallelere dağılarak 1000 kişiden fazla insan kurtarmışlar ve kendi barakalarında iskân etmişler.

Kaçabilirlerdi… kaçmamışlar. Vazife karşısında Türk kaçmaz. İsterse cani olsun, onda vatan duygusu, insaniyet duygusu hiçbir vakit körelmemiştir!

“Tarihin Kaydetmediği Facia Sahneleri” - Nüsret Safa Coşkun

Perişan bir halde trenden iniyorum. Etraftaki bütün evler bir yığın taş, tahta, toprak halinde… Aralarında tek tük çadırlar gözüküyor.

- İşte diyorlar, bütün Erzincan şu gördüğünüz halk!

Bakıyorum, beş dakikada, teker teker sayabilirim hepsini… Başımı çeviriyorum. Üst üste konmuş insan cesetleri. Kaç tane? Herhalde birkaç bin! Artık hassasiyetim uyuşmuştu. Gayri iradi yürüyorum. İstasyonun şark kısmını kaplıyan geniş meydandayım. Allahım bu ne feci manzara?

Yüzlerce, binlerce ceset, üst üste, yan yana konmuş… birçok kadınlar, çocuklar, erkekler bir albüm yaprağı çevirir gibi cesetleri kaldırıp kendilerine ait olanları arıyorlar. Zaman zaman, aradığını bulanların canhıraş bağrışmaları kulak zarlarını yırtıyor:

- Babam, babam benim!..

- Anne babamı buldum, anne babamı buldum.

Morarmış cesetlerle veda kucaklaşması…

Biraz ilerliyorum. Birden bir tabanca patlıyor. Silkiniyorum. Elinde tabancasının namlusundan dumanlar çıkan orta yaşlı, yarı çıplak, saçı başı dağınık bir adam avazı çıktığı kadar bağırıyor:

- Allahım dirisini aldım, ölüsünü bize bırak! (…)

Bir adam görüyorum. Bembeyaz sakalı var. Bir ihtiyar kadın cesedini omuzlamış. Yaralı sanıyorum. Yaklaşınca gözlerim büyüyor. İhtiyarın sırtındaki yüzü parçalanmış bir cesettir ve ihtiyar bu cesedi geniş, bol çizgili alnından, yumuşak yanaklarından terler ve gözyaşları süzülerek taşıyor:

- Nereye götürüyorsun baba?

Dönüyor. Son gayretini sarf eden insanların bitkinliği:

- Ayalim oğul… Kırk senelik karım… Onu kendi ellerimle gömmek bana kısmetmiş…

Son söz olarak:

“Hâfıza-i beşer nisyân ile ma’lûldür”, yani “İnsan hafızasında unutma hastalığı vardır.”…

 •