Okuyacağınız metin, bir yazı dizisinin ilki. Bundan böyle düzenli olarak nâdirattan bir kitabı kısaca tanıtmaya çalışacağım burada; önemleri edebî değerlerinden ziyade yazıldıkları ortam hakkında bize öğrettiklerinde yatan, unutulmuş birtakım eserleri ele alacağım.
10 Şubat 2020 12:55
Fransız edebiyatı 18. yüzyılda “oryantal” temalı o kadar çok kitap üretmiştir ki, Marie-Louise Dufrenoy’nın L’Orient romanesque en France, 1704–1789 (“Fransa’da romansı Şark"; 1946–47, 1975) adlı anıtsal bibliyografik çalışması üç koca cilt tutuyor. Bu kitaplar arasında Diderot’nun Les bijoux indiscréts (“Boşboğaz mücevherler”; 1748), oğul Crébillon’un Le sopha, conte moral (“Sedir, ahlâki öykü”; 1742), Voltaire’e atfedilen (ama onun olmayan) L’Odalisque, ouvrage traduit du turc (“Odalık, Türkçeden çevrilmiş bir eser”; 1779), Montesquieu’nün Lettres persanes (“İran mektupları”; 1721) gibileri çok ünlü olup sayısız baskı yapmıştır. Ama bunların yanı sıra bugün nüshalarına pek zor rastlanan, neredeyse tamamen unutulmuş olanları çoktur. Önemleri edebî değerlerinden ziyade yazıldıkları ortam hakkında bize öğrettiklerinde yatan böyle kitaplardan birini tanıtacağım burada. K24’ün başına yeni geçen dostum Mustafa Arslantunalı ile anlaştık: Eğer bu yazı okunursa (daha doğrusu tıklanırsa, okunup okunmadığını nereden bilelim?), her ay nâdirattan bir kitabı kısaca tanıttığım böyle bir makale yazmağa çalışacağım. Genellikle kendi kütüphanemden faydalanacağım için bu kitaplar biraz indî bir seçki teşkil edecek; umarım ilgi alanlarımı paylaşan okurlar yok değildir.
Bu ilk yazıda sözünü edeceğim kitabın adı Les amours de Mahomet, écrits par Aiesha, une de ses femmes (“Muhammed’in Aşkları; yazan A’işe, eşlerinden biri”). Gerçekte kitabın yazarı elbette Hz A’işe değil, ama başka bir isim geçmiyor kitapta. Yayın yılı 1750, yeri “Londra” diye verilmiş, yayınlayan ise “Wan-Oamel.” Her ikisi de uydurma tabii ki. Metin s. 3’te başlayıp s. 211’de bitiyor, yani toplam 209 sayfa. Kitabın ebadı 162 x 97 mm, duodecimo. Bugün son derece nadir olduğuna göre (OCLC’deki kütüphanelerin çoğunun kataloğunda eserin kendisi değil mikrofilmi veyahut tıpkıbasımı var) az sayıda basılmış olmalı. Ancak taramasının Gallica’dan kolaylıkla indirilebileceğini not edeyim.
Kıta Avrupa’sında yayınlanan yazarı belirsiz ve/veya sahte künyeli kitaplara ilişkin birkaç faydalı kaynak eser var, örneğin Gay ve Lemonnyer (4. genişletilmiş baskı 1894–1900) yahut Weller (1864) gibi. Ancak bu kitaptan söz etmekle birlikte yazar adı vermiyorlar. Bununla birlikte Bibliothèque nationale de France kataloğu, resmî ruhsat ve meslekî dernek kayıtlarına dayanarak yazarın Lancelin isminde biri olduğunu belirtiyor, ayrıca yayınlayanın Charles Pecquet, basanın ise “Veuve de Christophe II David” (yani Christophe II David’in dul eşi) olduğunu, kitabın Paris’te yayınlandığını kaydediyor. (Bu vesile ile bir not düşeyim buraya: 16.–18. yüzyıllarda Fransa’da kocalarından miras kalan matbaaları işleten bir hayli dul kadın olduğu anlaşılıyor; keşki biri bu pek ilginç konuyu araştırsa!) Peki, kim bu Lancelin? Fransa’nın batısındaki Laval şehrinde doğmuş olduğu dışında hayatı hakkında elde bilgi yok. Şair ve romancı olduğunu, İngilizce’den (John Milton, Paradise Regained) ve Lâtince’den (Claude Quillet, Callipædia) çeviriler yaptığını, coğrafya hocalığıyla iştigal ettiğini öğreniyoruz bölük pörçük kayıtlardan.
Gelelim romanın kendisine. İsminin akla getirdiklerine karşın erotik değil romantik bir kitap bu. Hikâyenin kendisi incir çekirdeğini bile doldurmaz. Dönemin eserlerinde sıklıkla rastlandığı üzere iç içe anlatılar var metinde. Çerçeveyi Hz A’işe’nin anlatısı teşkil ediyor, o sözü Hz Muhammed’e veriyor. Onun ise gençliğine ve âşık olduğu kadınlara dair anlatısını iki başka anlatı bölüyor. Hatta bu son iki anlatıdan biri kitabın asıl konusuyla alâkasız olmasına rağmen tam 70 sayfa tutuyor (s. 63–132), yani bütün metnin üçte biri.
Özetle konu şöyle: Hz A’işe, Hz Muhammed’in çok evlenmiş olması nedeniyle kadınlara fazla ilgi duyduğu düşüncesine kapılıyor, evhamlanıp kendisinden hayatındaki aşkları anlatmasını talep ediyor. O da çocukluğunda kendisine bakan cariyeden itibaren güzel kadınlara hep hayranlık duyduğunu söyledikten sonra gençliğinde amcası Ebû Talib ile gittiği bir sayfiye yerinde tanıyıp âşık olduğu Hadramut emirinin Fatıma adındaki beyaz tenli, sarı saçlı (!) güzel kızını anlatıyor. Bu arada Fatıma’nın arkadaşı Zelima geliyor, Murat adındaki delikanlı ile yaşadığı aşkı, babasının kendisini Bahreynli zengin bir tacirin oğlu olan Hasan’la evlendirmek istediği için muhalefet ettiğini, sonunda Murat’ın kederinden öldüğünü hikâye ediyor. Bu da gelecek talihsizliklerin habercisi oluyor bir bakıma, çünki Fatıma’yı görüp kendisine âşık olan bir emir onu babasından isteyince, kızın rızası olmamasına rağmen babası emirle evlenmesi için ısrar ediyor, bu arada genç âşıkların gizlice buluştuğu ortaya çıkınca işler çatallaşıyor, baba kızı eve hapsediyor, ve... kitap bitiveriyor!
Bu ani bitiş ile birçok formanın alt haşiyesinde “Birinci kısım” yazılı olması, devamının bir başka ciltte yayımının plânlandığını düşündürüyorsa da böyle bir cildin yayınlandığına dair hiçbir belirti yok. Bununla birlikte 1754’te çıkan Histoire secrette du prophète des Turcs, traduite de l’arabe (“Türklerin Peygamberi’nin Gizli Öyküsü, Arapça’dan çevrilmiştir”) adlı, keza Lancelin’e atfedilen kitapta olaylar zinciri aynen devam etmiyorsa da benzer temalar işleniyor, hatta bazı isimler tekerrür ediyor. Farklı başlıklarla birkaç defa yayınlanan bu eseri de belki bir başka yazıda tanıtırım, kısmet olursa.
Kitabın bence ilginç bir boyutu, her ne kadar Hz Muhammed’e çeşitli uyduruk deneyimler atfediliyorsa da, tümü göz önünde bulundurulduğunda kendisine antipatiyle yaklaşılmaması. Bilindiği gibi İslâm’ın tebliğinden itibaren Ortaçağ ve Erken Modern çağ boyunca Avrupa’da yoğun bir İslâm aleyhtarlığı sürmüş, yeni dine de, peygamberine de her türlü olumsuz nitelik yakıştırılmıştır (örneğin bkz. Norman Daniel, Islam and the West: the Making of an Image; 1960). Çünki İslâm başlangıçta Hıristiyanlığa yöneltilmiş dinî, giderek de Hıristiyan dünyasına yöneltilmiş siyasî bir tehlike olarak algılanmıştır, haklı olarak. Ancak 18. yüzyıla varıldığında, İslâm’ın vurucu gücü niteliğindeki Osmanlı İmparatorluğu zayıflamış, artık her an Avrupa’ya hakim olacağı korkusu dinerek yerini egzotik doğululara yönelik hoş bir meraka bırakmıştı. Bu arada “Turquerie” adı verilen kültürel akım da 17. yüzyıl sonlarından itibaren yavaş yavaş rağbet kazanmış, Osmanlı elçisi Müteferrika Süleyman Ağa’nın 1669’da Fransa kralı XIV. Louis’yi ziyareti ve hemen arkasından Molière’in (ö. 1673) Le Bourgeois gentilhomme (Türkçe’ye “Kibarlık Budalası” adıyla çevrilmiştir) oyununun sahneye konmasıyla “Türk kıyafetleri” ve “Türk baloları” moda olmuştu. Doğrudur, Voltaire’in Le fanatisme, ou Mahomet le prophète (“Fanatizm, yahut peygamber Muhammed”) adlı polemik dolu oyunu 1736’da yazılmıştır, ama eserin dolaylı yönden Katolikliği ve hattâ bütün dinleri eleştirmek amacını güttüğü düşünülüyor, yani sadece İslâm değildi hedefi. Konumuz olan kitapta ise düşmanlıktan ziyade eğlence öne çıkıyor, hattâ yer yer konuya belirli bir sempati bile seziliyor.
Jean Gagnier’nin (ö. 1740) aslen Latince yazdığı, ilk Fransızca baskısı ise La vie de Mahomet (Muhammed’in Hayatı) adıyla 1732’de yapılan biyografinin üç ciltlik 1748 baskısını elden geçirdiği anlaşılan Lancelin, yer yer Peygamber’e ilişkin Kur’ân’dan, hadislerden, Siyer edebiyatından alıntılara yer veriyor eserinde. Örneğin Hz Muhammed’in “kadınları ve güzel kokuları sevdiğini” belirtiyor (s. 8), ki bu gerçekten de bir hadise dayanıyor (Sünen Nesâ’î, ‘İşretü’n-nisâ 3945–46). Kitapta Peygamber’in doğumu ve çocukluğuna dair anlatılan mucizevî olaylar arasında “Şakk-ı Sadr” diye bilinen, iki meleğin Peygamber’in göğsünü yarıp içinden bir pıhtı çıkardıktan sonra kalbini yıkayıp yerine koyduklarına ve yarığı kapattıklarına dair öykü var (s. 43–44), ki bu da hadislerde geçer (Sahîh Müslim, İmân 319–323). Üstelik bunlar anlatılırken inkârcı yahut müstehzî bir hava da sezilmiyor kitapta.
Öte yandan Hz Muhammed’in hayatına dair anlatılan uydurma olayların yanı sıra bazı tarihsel/olgusal hatalar da göze çarpıyor. Örneğin Peygamber, Fatime ile yaşadığı mutlulukla ilintili olarak “gerçek Müslümanlara âhirette vadedilenler”den söz ediyor (s. 205), ama romana göre henüz bekâr bir genç o esnada, oysa ilk vahyin kendisine kırk yaşında ve Hz Hatice ile evliyken geldiğine inanılır. Eh, o kadar olacak artık. Ne de olsa tarih kitabı değil bu, hafif (hem de bayağı hafif!) bir roman.
•
GİRİŞ RESMİ
İstanbul’un Laleli semtinde bulunan Ragıp Paşa Kütüphanesi’nin kapısının üzerinde yer alan “fîhâ kütübün kayyime” kitabesi. Bu söz, el-Beyyine Sûresi’nin 3. âyeti olup “içinde kıymetli kitaplar vardır” şeklinde yorumlanmıştır, ve kendi başına alındığında bu doğru bir tercümedir. Ancak kendinden önce gelen iki âyetle birlikte okunduğunda, kastedilen anlamın çok farklı olduğu görülür: “Kitap ehlinden ve müşriklerden olan inkârcılar, kendilerine apaçık bir belge gelene kadar inkârlarından vaz geçecek değillerdi; Allah katından bir Peygamber gelene kadar ki, okuduğu arınmış sahifelerin içinde kesin ve doğru hükümler yazılıdır.” Yani burada söz konusu olan, kütüphanenin içindeki kıymetli kitaplar değil, Peygamberin okuduğu pâk edilmiş sayfalarda bulunan dosdoğru hükümlerdir! Yine de bu âyet, bağlamı dışına çıkarılarak birçok Osmanlı kütüphanesinin girişine hâk edilmiştir.