Sen yabancı değilsin, bu hikâyeler sana: Feryal Tilmaç ile söyleşi

Son kitabıyla Feryal Tilmaç bizi on dört öyküde farklı kadınlık halleriyle tanıştırıyor. Kitabın adı aslında bir davet: “Sen yabancı değilsin, hikâyelerimi dinle” derken, bir yandan da insanla ilgili hiçbir şeyin yabancı olamayacağını hatırlatıyor bize.

13 Şubat 2020 15:30

Feryal Tilmaç’ın dördüncü öykü kitabı Sen Yabancı Değilsin İthaki Yayınları’ndan çıktı. On dört öykünün yer aldığı kitap insana, özellikle de farklı kadınlık hikâyelerine odaklanıyor. Girişte Terentius’un “İnsanım, insana dair hiçbir şey bana yabancı değil” sözünün yer alması tesadüf değil yani. Kitabın isminin, Sen Yabancı Değilsin olması da... Tilmaç, bizi kendinden bilip öykülerini okumaya davet ederken, kitaptaki hikâyelerin de aslında hiçbirimize yabancı olmadığını hatırlatıyor. “Gerçekle kurgu, karanlıkla aydınlık, akılla kalp arasında gidip geldiğiniz, zikzaklar çizdiğiniz bir süreç” diye tanımladığı yazma aşamasında en çok insanın özüyle ilgileniyor. Sen Yabancı Değilsin işte o özden bir parça. Yazarla kitabını ve yazma serüvenini konuştuk.

Şuursuzluk mu samimiyet mi?

Kitabın çıkış hikâyesi nasıl gelişti?

Aslında bir roman yayımlamayı bekliyordum, editörüm de öyle. Ancak hikâyeler zaman içinde çıktı, bana çok kıymetli geldi. Sahip çıkmak istedim. Öykünün bir özelliği var, dergide yayımlatabiliyorsunuz, her biri kendi başına eser zaten. Ancak kitap halinde yayımlamak sağlama yapmak, kayıt altına almak gibi bir duygu veriyor. Bu fikirle yine bir öykü kitabı yayımlamayı istedim. Bütünlüğe ulaşması için de aklımdakileri yavaş yavaş bu tarafa geçirdim. Öyle bir yazma pratiğim var benim. Neresi olduğunu bilmediğim, karanlık bir yerde durduklarını düşünüyorum. İpuçlarım oluyor, oradan tutarak yavaş yavaş, kelime kelime aktarıyorum bu tarafa.

Öykülere başlamadan Terentius’tan bir alıntıya yer veriyorsunuz: “İnsanım, insana dair hiçbir şey bana yabancı değil.” Bu sözün peşine ne taktı sizi, hayatınızda nasıl bir yeri var?

Bu söze samimiyetle inanıyorum, hayat görüşüm. Bana, bize benzemeyen insanlar hatta canlılar için de esnek, eleştirel olmayan, yargılamayan bir yaklaşımım var. Sözün peşine takılıp dosyayı oluşturmadım ancak kitaptaki öyküler birbirinin devamı olmasalar da içimde onları bağlayan çok önemli bir bağ bulunuyor. Bu bağ, hiçbir durum bana yabancı değil, her durumu anlamaya çalışacağım, düşüncesi. Bu alıntıyı da kuşatıcı geldiği, kitabıma ilişkin bir temel izlek sunduğu için seçtim.  

Kitabın adıyla alıntı birbirini tamamlıyor. Okura “Sen de insan olarak bunlara yabancı değilsin” ve “Sen de benim yabancım değilsin” diyorsunuz gibi geldi…

Her ikisini birden söylemeye çalıştım, doğru. Öykünün ilk cümlesi, bir şekilde kitap ilk cümlesi oluyor. Kitaptaki ilk öykü, “Başlayayım mı?” diye başlıyor. Fark eden olur olmaz bilmiyorum ama detaylarla çok uğraşıyorum. “Sen yabancı değilsin” ilk öykünün içinden bir cümle. Bu laf beni çok etkiliyor. “Sen yabancı değilsin” deyip en olmayacak şeyi anlatan bir milletiz. Şuursuzluk mu samimiyet mi, belli değil pek. Genelde kitap isimleri öykülerden gelir. Bu sefer atıf cümlesiyle de denk düştü.

Öz ve ruh acısı sınıf tanımıyor 

Kitapta daha çok kadın öyküleri yer alıyor; güçlü, haksızlığa uğramış, mücadeleci, erkek şiddetine maruz kalmış… “Salyangoz”, “Zaman Taşı” ve “Rit” anaerkil bir sistemde doğayla barışık kadınların hikâyelerinden oluşuyor. “Focus”ta bedeniyle barışamamış bir kadının yolculuğuna eşlik ediyoruz…

Ben de bir kadınım ve anlatıcılarım daha çok kadın oluyor. Toplumun farklı katmanlarından, sınıflarından kadınlar. Beni ilgilendiren, insanın özü. Öz ve ruh acısı sınıf tanımıyor. “Salyangoz”, “Zaman Taşı” ve “Rit”te şaman bir toplum söz konusu. Bütün akıl işlerini kadınlar yapıyor. Onları özellikle bir araya koydum ki, uzun bir öykü gibi okunabilsin.

Özellikle eşi tarafından şiddete maruz kalan bir kadının hikâyesini anlattığınız “Kan Tutar”, üçüncü sayfa haberlerinde okuduklarımıza benziyor. Sizi ne etkiledi?

Çok ayağı yere basan bir hikâye. Ancak benim gerçeğimle ilgili değil. Anlamaya çalıştığım bambaşka bir genç kadın var öyküde. Nasıl çıktı, ben de çok bilemedim ama bir yandan da çok sık yaşanan şeyler. Yazı yazmak biraz bilinçli rüya gibi. O hikâyede, mağdur olan kadın ama ona cezayı kestirebilmek bir çeşit arzuların telafisi gibi oldu benim için. Hayata etkilerim sınırlı ancak kurmacada parametreleri biz belirliyoruz. Kadınları, ne kadar mağdur olursa olsun, güçsüz görmeyi istemiyorum. Cinsiyetimi önemsiyorum, kadın olduğum için çok mutluyum. Bazen “Türkiye’de yaşıyorsunuz, erkek olmayı tercih eder miydiniz?” diye sorarlar ya, ne münasebet, ben o algıyı değiştirmeyi, hakkımı aramayı tercih ederim. Daha kıymetli cinsten olduğuma dair inancımı epey yaş aldıktan sonra eşitliğe indirebildim, eşitliği savunmaya gönül indirdim. Dolayısıyla hayata bakış biçimim edebiyatıma da yansıyor.

Focus hikâyenizde bir cümleniz var, “Herkes kendi hikâyesiyle yaralıdır”…

Bu cümleyi ilk kitabımda, başka öyküde, başka biçimde de söylemiştim. Demek ki takıldığım şeylerden biri. Bununla, acılar yarıştırılmaz demek istiyorum. Türkiye’de özellikle sosyal medyada insanların böyle bir yaklaşımı var; bir şey için üzülürseniz, “Buna üzülmüyorsun da şuna mı üzülüyorsun” diye suçlanıyorsunuz. Acılar yarıştırılamaz. O hikâyede toplum yüzünden bedeniyle barışık olamayan bir kadın anlatılıyor. İyi okuldan mezun, arkadaşları, düzgün işi var. Bu da dert mi diyemeyiz ona. 

Siz kendi hikâyelerinizle barışık mısınız? Hikâye anlatıcılığı bu anlamda yaralarınız için sağaltıcı oluyor mu?

Her insanın hayatı birkaç yerinden kırılır. Anne karnından çıkış, cennetten kovulma gibidir. İki yaşından sonra iki ayrı varlık olduğunu hisseder bebek, o da ikinci bir kovulma gibi. Yani hiçbir tuhaflığa maruz kalmamış bir insan evladı bile sadece bu doğal gelişim süreci yüzünden yaralıdır. Hayat da zaten acımasız. Yazmanın en iyi taraflarından biri, kendini sağaltabilmen. Diğer yandan insan, edebiyat hayatında ilerledikçe şahsi hikâyelerinden uzaklaşıyor. Genel olarak insanla ilgilenmeye başlıyor. Gerçekle kurgu, karanlıkla aydınlık, akılla kalp arasında gidip geldiğiniz, zikzaklar çizdiğiniz bir şey, yazma süreci. Size çok acı veren bir hikâyeyi değiştirerek de olsa öyküye dönüştürdüğünüz, sayfaların üzerine gönderdiğiniz zaman enteresan bir durum oluyor. Hele de yayınlanırsa, sizden çıkıyor. Yazmayı; içinizde yumru olmuş şeyin en azından dokusunu seyrelten bir edim gibi görüyorum. Doku seyreliyor ama ondan tamamen kurtulmak için dönüp dolaşıp aynı meselelerin üzerinde iş görüyoruz.

Öykü son halini okurla birlikte buluyor

Bir sitede yer alan yazınızda, “Bizim yazdıklarımızla ilgili algımız, okuyanların algısıyla örtüşmüyor kimi zaman” diyordunuz. Bir yazar olarak bununla nasıl baş ediyorsunuz?

Kendimiz için yazsak da hepimiz, içten içe öykülerimizin bize yakın bir zihinde, kalpte karşılığını bulmasını istiyoruz. Başlarda insan bu konuyla ilgili anlayışsız, yüksek beklentiler içinde olabiliyor. Ancak zamanla şunun idrakine vardım: Siz ne yazarsanız yazın, gerçek okuyanın algıladığı kadar. Çünkü bütün sanatlar üçüncü gözün devreye girmesiyle bütünleşiyor. Ben öykülerimi hangi saik ve zihnimdeki hangi görüntülerle yazmış olursam olayım, önemsediğim ne olursa olsun, karşımdaki okur oraya kendi birikimi, bireysel tarihiyle geliyor. Dolayısıyla her okurun zihnindeki versiyon, o öykünün son hali. Ve ne kadar okur varsa, o kadar da versiyon var. “Hayır, ben öyle demek istemedim” diyemez, hiçbir şey de bekleyemezsiniz. Üstelik bazen kastımı aşan çok şahane yorumlar da olabiliyor.

Yeni bir çalışma var mı?

Kitap henüz çok yeni. Bundan sonra bir roman çıkaracağım ama henüz vaktini bilmiyorum. Ancak uzun zamandır kafamda. Bu, öyküyle ilişkimi kesmeyecek. Çünkü öykü yazmayı seviyorum, bu türe düşkünüm. Ayrıca gezi yazılarımı toparlayıp kitap yapmak istiyorum.

Yazarken demek ki buymuş diyorum

Okumak ve yazmak serüveni...

Küçüklüğümden beri hep çok iyi bir okurdum. Çok saygı duyduğum, kıymet verdiğim için yazmaktan çekinirdim. Boğaziçi Üniversitesi Ekonomi bölümünü bitirdim. Bir süre mesleğimi yaptım ama insanın içinde bir şey olduğunda, bir noktadan sonra sarsıcı şekilde çıkıyor ortaya. Sanki size başka yol bırakmıyor. Bir gün, bunu yapacağımı bilmiyordum, işe gittim ve istifa ettim. Ondan beri yazıyorum. Zaman zaman heves kaybına uğrasam da yıllar içinde hiç değişmedi, “Demek ki buymuş” duygusu. 2007’de ilk kitabım Mevt Tek Hecelik Öykü çıktı. 2009’da Aradım Yaz Dediniz yayımlandı ve Sait Faik Hikâye Armağanı’na lâyık görüldü. Ben biraz sabırsızımdır, edebiyat da yavaşça ilerler. Orada ilk defa hızımız birbirinin üzerine oturdu. Görece çabuk almış oldum, çok çok mutlu oldum. 2013’te Esneyen Adam’ın çıkışı Gezi olaylarına denk geldi. Yakın arkadaşlarımın bile haberi olamadı. Çünkü ben dahil hepimiz daha önemli bir şeyle ilgileniyorduk. İthaki Yayınları’ndan teklif geldi ve yeni bir dosya vermeden ilk kitaplarımı bastılar. Bu benim için çok önemliydi, tüm kitaplarım bir arada olsun istiyordum. Hatta bu yüzden adeta yeni bir şey yazmıyordum. Yeni kitabım Sen Yabancı Değilsin de İthaki’den çıktı.

  •