Yıldırım Türker’in gündeme dair yazdığı yazılar ne kadar güncelse, Bahçe yazıları da hâlâ o kadar güncel. Nefes almaya, kendimizi kollamaya, başka bir dünyanın mümkün olabileceğine inanmaya yine çok ihtiyacımız var.
10 Şubat 2020 18:34
En çok güncel konulara dair köşe yazılarıyla tanıyoruz Yıldırım Türker’i. Şair, deneme yazarı ve çevirmen kimlikleri ikinci sırada geliyor. Günlük gazetelerde yazmayalı uzun zaman oldu ama yine de gazeteciliğinden şimdiki zamanda bahsetmeli, çünkü eski yazılarını şöyle bir karıştırırsak gözümüze hiç de geçmişte kalmış gibi görünmeyecek bu yazılar. Olsa olsa “bugün bunları yazmaya nasıl cesaret ediyor?” diyeceğiz. O gün de diyorduk zaten.
Yazdığı gazetenin hafta sonu ekinde yayımlanan yazılarını daha önce Türkiye Sizinle Gurur Duyuyor kitabında derlemişti Türker. Şimdi de gazetede yazdığı ikinci köşesi olan “Bahçe”deki yazılarının çoğunu kapsayan Bahçe kitabıyla yeniden okurlarının karşısına çıkıyor. Ahmet Mümtaz Taylan’ın editörlüğü ve belli ki ısrarlı çabası bu derlemeye büyük katkı sağlamış. Kutlukhan Perker’in ilk kez bu kitap için yaptığı çizimler de kitabı zenginleştirmiş. Ama kitap olan Bahçe’den bahsetmek için ilkin köşe olan Bahçe’den, bunun için de ikinci köşeye giden çizgiden, o çizginin çıkış noktalarından bahsetmek gerek.
Yıldırım Türker “Aile albümü” ismini verdiği köşesini yazarken, gazeteyi sadece onu okumak için alan kendine has bir kitle oluşturdu. Yazılarının çarpıcı etkisi utandırıcı, bu utanç alışkanlık yapıcıydı. Herkesin harcı değil Türkiye’nin sevimsiz aile albümünü karıştırmak, bizden neyin saklandığını açığa vuran titiz bir araştırmacılıkla onu gözler önüne sermek. Yalnız “gündemde olanı” değil, kendi seçtiklerini yazdı. Neyin unutulmaya yüz tuttuğunu isabetle hissedip konu edindi. Hafızası nisyanla haddinden fazla malul bu toplumun hafıza kaydını bir kara kutu titizliğiyle tuttu. Suçlarının kör kuyuların dibinde kaldığını sanmanın rahatlığıyla arsızlaşanların karşısına, geçmişlerinin bakiyesini koyuverdi usulca. İşkence görenleri, göz altında kaybedilenleri, hoyrat bir güç dilinin türlü marifetleriyle ezilenleri konu etti. Zorun zoruydu yaptığı, hele bu ülkede.
Türkiye Sizinle Gurur Duyuyor’a yazdığı sunuşta Müge Gürsoy Sökmen Yıldırım Türker’in yazılarını şöyle tarif ediyor:
“Oysa Yıldırım Türker’in yazıları tam da bunu yapıyor, medyadaki bilgisizleştirmenin karşısına araştırma ürünü yazılarıyla çıkıyor: Umut bağladığımız ‘kahramanlar’ın siyasi geçmişlerini; ‘kurtarıcı baba’mızın kimin babası olduğunu; ‘güvenliğimizi sağlayanların’ güvenimizi nasıl suiistimal ettiklerini – kısacası Türkiye’nin gündemini yaratanların, ‘gurur duyduklarımızın’ iç yüzünü anlatıyor bize usanmadan.” (s. 8)
Hem bu derlemede yer alan yazılarında hem de Aile Albümünde Yıldırım Türker bakanları, emniyet müdürlerini, cumhurbaşkanlarını geçmişleri ve toplumsal aidiyetleriyle birlikte ele alırken müthiş bir mizah kullanıyor. Hem kitabın hem köşenin isimlerinden de zaten bu hissediliyor. Aile albümünün ona ne ifade ettiğini anlamaya çalışmakta fayda var. Aynı kitabında dönemin emniyet müdüründen bahsettiği yazısına şöyle başlıyor:
“Bu yazıya korkuyla başlıyorum. Bir süredir çok korkuyorum ve korkmayan insanları anlamakta epeyi zorlanıyorum. Bir kere hiç hoşuma gitmediği halde kendimi, bakanından gecekondulusuna kadar koskoca bir ailenin ferdi olarak görüyorum. Bu biz bir aileyiz duygusu, kendi pek sevdiğim ailemle birlikte yaşarken dahi fazla hissedemediğim, hissetmeyi tercih etmediğim bir duygu olmuştur. İnsan sevdikleriyle birlikte olur, ama aile olma halinin bastırdığı koşullar sevgi ve inançla temellenen kişisel seçimlerin ötesinde bir ‘uzlaşmalar dünyası’nı tek yaşama alanı olarak zorunlu kılar.” (s. 24)
Suç dosyaları kabarık devlet büyüklerimizi ele alırken kendimizi bir aile ortamında hissetmemiz tesadüf değil. Daha sonraki bir yazısında aile değerlerinin küçük bir devlet ve tebaası modelini yaşattığını söylüyor. (“Çoğunluk Ya!”, Radikal, 30.10.2010) Türker bu ailede kırılan kolları yeninden çıkartıp sergilemeye ant içmiş bir muhaliftir.
Muhalifliği, iktidar için rahatsız edici olduğu gibi, iktidar oyunlarının satranç tahtasında da son derece “kullanışsız” kılar onu. Yıldırım Türker kullanışsızdır çünkü okurunun sadakatini kazandıktan sonra bu etkiyi öyle ya da böyle bir güç biçiminde tahsil etmeyi düşünmez. Bahçe’de Gazeteci Emil Galip’ten bahsederken söyledikleri kendisi için de geçerli sayılmalı:
“Ama onun en sessiz, en çetin zaferi, hiç kimse olmayı başarabilmesiydi kanımca. Onu tekinsiz kılan, otorite gözünde başa çıkılması en güç hainlerden biri haline getiren, bu özelliğiydi.” (s. 205)
Türker’in yıllarca geniş dağıtımlı bir gazetede yazmasının önemli bir etkisi oldu; daha önce (ve daha sonra) görece daha dar bir çevrede konuşulan ve bilinen katliamları, cinayetleri, baskıları ve bunların müsebbiplerinin gördüğü ölçüsüz ihsanı o tatsız orta sınıf evlerindeki salonların sehpasına kadar getirdi. Karşı çıkma dürtüsü henüz köreltilememiş gençler okudu onu. Onlara o haber verdi, huzursuz olmak için gerçek bir sebebe sahip olduklarını. Bu ülkede huzursuz olunması gerektiğini.
Her şeyden önce huzursuz bir muhaliftir Yıldırım Türker. Canetti’den alıntıyla şunları söylüyor kitabında: “[Canetti] ‘Yatıştıran bir bilgi öldürücüdür’ diyor. ‘Daha iyi olmak’ için gereken bilginin, insana huzur vermeyen, insanın peşini bırakmayan bir bilgi olması gerektiğini not ettikten sonra.” (s. 112) Kendi sözüyle şöyle devam ediyor: “Bilginin, özgürlükle bağlantısı var. Kimseye huzur ve güven vaat etmeyen o yolla.” (s. 114)
Yıldırım Türker köşe yazılarında bununla yetinmedi; yazıları kuru kuruya bilmeyenlere bilinmesi gerekenleri bildirmekle kalmadı hiçbir zaman. İnsanları anlattı. Onların çektiklerini, onları tanıdıkça kendi hissettiklerini. Altına girdiği ağır yükü taşıyacak ölçüde güçlü bir duygusallıkla yazdı. Okuru kendi vicdanına ortak kıldı. Sadece ortak da kılmadı, vicdan sözcüğünün neredeyse sözlüklerden düşeceği yerde ve zamanda ona rehberlik etti. Hatırlamayı öğrettiği gibi vicdanı da öğretti insanlara. Ana akım basının silip yok etmeye uğraştığı duyarlılığı diri tutan, hatta çoklukla öğreten bir panzehir etkisi oldu yazılarının. Şöyle diyor Bahçe’de:
“Vicdan kişisel huzursuzluğun kaynağıdır. İnsanın dünyayla yüzleşmesinde onu aklıselim diye dayatılan toplumsal zapturapt aygıtına karşı kışkırtandır. Yalnızca vicdanına kulak veren, kendi toplumsal kimliğini kişisel ahlâkına kurban etmekten çekinmeyenler, iyice yalıtılmış, dünyanın ses geçirmeyen kıyısında bırakılır.” (s. 273)
Siyaset yazılarının duygusallığı gücünü tasarruflu ve vurucu dilinden alıyordu, bir de zengin entelektüel birikiminin geniş haznesinden yaptığı alıntılardan. Bu alıntılarda daha önce duymadığımız, duyup okumadığımız, okuyup anlamadığımız, anladığımızı sandığımız, yanlış anladığımız şairleri, yazarları, yönetmenleri tanıdık. Yine asıl köşesinde “tek gerçekliğimiz acı olmak zorunda mı?” diye sorgulamamızı sağladı. Bütün bunlar birleşince, gündemi çitinin dışında tutan ikinci bir köşeye ihtiyaç doğdu. Yıldırım Türker ilk Bahçe yazısında bu ihtiyacı şöyle anlatıyor:
“Hayatı savunmak adına durmadan ölüme bakmak; iyiliği savunmak adına durmadan kötülüğü tartmak zamanla insanın ruhunu köreltebilir. Uzun süre karanlıkta kaldıktan sonra güneşe çıktığında gözleri kamaşan adamın körleşmesi gibi.
Eğilmiş gündeme bakıyoruz. Sırtımız ağrıyor, birbirimize diyebileceklerimizi çoktan tükettik. En tehlikelisi, dünyayla ilişkimiz tahammül sanatına dönüştü.
Aydınlığı da paylaşabilmeliyiz. Bu dünyayı yaşanılası kılan insanların serüvenlerine dahil olabilmeliyiz. Kısır gündemlerin arasında kuruyup kalmamak için. Bahçede sizinle o insanları paylaşacağım.” (s. 13)
Kimi zaman havalanma ihtiyacıyla açıklıyor Bahçeyi, kimi zaman da aydınlığa benzetiyor. Asıl köşesini kötülerin ateşi ve tedirgin edici karanlık ele geçirmek zorundaysa, kendini kollamanın tek çaresi Bahçeye çıkmak. Yine de Bahçenin havasının da çoğu zaman melankolik olduğunu belirtmekte fayda var zira Türker insanlardan bahsederken onların zaferlerini değil, mücadelelerini merkeze alıyor. “İyimserlik üstüne bir hayat duruşu inşa etme derdindeyseniz, has edebiyat elinizden tutmayacak.” (s. 174) diye uyarıyor okuru.
Bahçede insanları ağırlayacağını söylüyor. Ağırlıyor da. Şairler, yazarlar, yönetmenler, akademisyenler, oyuncular, şarkıcılar, muhalifler, aydınlar, aktivistler… Geniş alıntılarla, bazen yazının çoğunu kapsayan şiirlerle bahçeye konuk oluyorlar. Öte yandan Bahçe Yıldırım Türker için deneme yazılarına yer verdiği bir özgürlük alanına da dönüşüyor. Sadece insanlar değil konuları, konukları. Bahçede “mişli geçmiş zaman kipinde asılı kalmış bir rüyaydı” (s. 67) dediği Mardin’i, hayatının önemli bir nesnesi olan kitabı, bir ide olarak Avrupa’yı, “Dünyayı zekâ ve neşeyle yıkıp yeniden kura[n]” (s.170) gülmeyi, müthiş bir tasvirle Beyoğlu’nu, kafa karıştırıcı zaman kavramını, kanunu sarhoşluk (s. 224) olan bahar mevsimini, aklın ve ruhun kapılarını açan (s. 236) yürümeyi de konu ediniyor.
Gazetede yayımlandıkları dönemde Bahçe yazılarını kaçıranlar için bu derleme sürpriz bir fırsat sunuyor. Kaçırmadan okuyanlar içinse bambaşka bir anlam taşıyor: Gazete sayfalarında “hayatı yaşanılası kılan” insanlar ya da konular haftada bir, tek başlarına karşımıza çıktılar. Birer tuğla gibi. Kitaplaşıp bir araya geldiklerinde ortaya çıkan artık sadece tuğlalar değil, onların birlikteliği. Türker’in barış eylemcisi Rachel Corrie’den bahsederken söylediği gibi:
“O, dünyaya talipti.
O, adaletin, vicdanın bekçiliğine talipti.
O, dünyalıydı. Gücünü, kendi gibilerin gücüyle birleştirirse başka bir dünyanın mümkün olabileceğine inanıyordu.” (s. 239)
Yıldırım Türker’in gündeme dair yazdığı yazılar ne kadar güncelse, Bahçe yazıları da hâlâ o kadar güncel. Nefes almaya, kendimizi kollamaya, başka bir dünyanın mümkün olabileceğine inanmaya yine çok ihtiyacımız var. İyi insanların, fiiliyle dünyaya iyilik katanların varlığını bilmeliyiz. Türker’in Rosa Luxemburg’dan alıntıladığı gibi:
“Hayat bu; onu cesaretle, yiğitçe ve gülümseyerek yaşamalıyız. Her şeye rağmen.” (s. 48)
Son olarak, Türker bu konuda bir ipucu vermese de insan Bahçe isminin yönetmen Derek Jarman’dan bahsederken sözünü ettiği bahçeden gelip gelmediğini merak ediyor:
“1986 yılında, daha sonra Bahçe adını vereceği filmi çekmek için mekân ararken kent yakınlarında bir balıkçı kulübesine âşık olmuş, satılık levhasını görünce de kaderi olduğuna karar verip almıştı.
Hayatının sonuna dek o evde; elleriyle diktiği bitkiler, denizin getirdiği nesnelerden ürettiği heykellerle oluşturduğu olağanüstü bahçede yaşadı.” (s. 33)
•